Bölüm 6 – Dış Dünya

1950 Kasım’ında doğdum ve 1973 Ağustos’unda Türkiye’den ayrıldım. Bu 23 yıl içinde Türkiye ve dünya çok değişti. Bu değişikliklerin ne kadarının uluslararası olayların sonucu olduğunu, ne kadarının Türk siyasetindeki mevcut liderlerden kaynaklandığını hep düşünmüşümdür. Bu kritik 23 yılda Türkiye’de ve dünyada meydana gelen değişiklikleri anlamaya çalışıyorum ve aradan 45 yıl geçtikten sonra yorumlamak istiyorum. Dolayısıyla bu bölümde ele aldığım olaylar sadece şu anda bildiklerim değil, aynı zamanda o yıllarda bildiklerim ve en önemlisi o anda nasıl hissettiğimdir. Bu bölümde o günlerde yaşanmış olan bütün gelişmeleri anlatmaktan ziyade, sadece benim ve ailemin büyük ölçüde etkilendiği ve sonuçta hayat görüşlerimizi değiştiren olaylara değineceğim.

Yaşadığımız o yıllarda çevremizde ne olup bittiğinden yeterince haberdar olan bir aileydik. Gazete okuyor, radyo dinliyor ve özellikle yanlız Türkiye değil, bir çok başka ülkede neler yaşandığını öğreniyorduk. İlkokula başladığımda ve daha sonra ortaokul, lise ve üniversitede, dünyadaki siyasi ve ekonomik gelişmeleri dikkatle izliyor ve aktif olarak çevremdekilerle tartışıyordum. Günlük olayları yorumlamamda, çeşitli akraba ve arkadaşlarımın yanı sıra öğretmenlerimin de etkisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Fakat burada ifade edilenler sadece benim kendi görüşlerimdir.

1950’den Önce Kısa Özet

Yaklaşık 600 yıl süren Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile müttefik oldu ve dolayısıyla savaşı kaybetti. Savaş sonunda hiç bir ülke Almanya’yı paylaşmaya kalkmadı, fakat Osmanlı İmparatorluğu öylesine zayıflamışdı ki toprakları İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus ve Yunan kuvvetleri arasında paylaşıldı. Genç Osmanlı paşalarından biri olan Mustafa Kemal, 1919’da Türk Kurtuluş Savaşı’nı başlattı ve iki yıl içinde işgal kuvvetlerini yendi. Kazanılan bu zaferden sonra, 1923’de Türkiye, savaş verdiği ülkelerle yeni sınırlarını belirleyen Lozan Anlaşması’nı imzalandı. Mustafa Kemal Atatürk, 23 Nisan 1920’de Ankara’da ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (TBMM) topladı ve Kurtuluş Savaşı’nı kazandıktan ve Lozan Anlaşması imzalandıktan sonra, 29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etti. Atatürk yeni cumhuriyetin ilk cumhubaşkanı oldu.

Ülke hem sosyal hem de ekonomik olarak perişan durumdaydı. Devletin toparlanabilmesi için çok sayıda girişim, yeni kurumlar, yeni yasalar ve yeni reformlar yapılması gerekti. Aslında millet sadece “reformlar” değil, bir dizi sosyal ve ekonomik devrimlerden geçti. Osmanlı İmparatorluğu’nun monarşisinin yerini, cumhurbaşkanı, hükümet ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluşturduğu parlamenter bir cumhuriyet aldı. Hilafet yıkıldı ve din devlet işlerinden ayrılarak laik bir devlet oluşturuldu. Yeni Latin alfabesinin getirilmesi ve ülke genelinde kız ve erkek çocukların eğitimi için yeni kampanyaların başlatılmasıyla eğitim sistemi tamamen yenilendi. Ekonomik olarak, yeni cumhuriyetin ekonomik kalkınmasına yardımcı olmak için çeşitli devlet kurumları ve şirketleri kuruldu.

Önemli reformlardan biri, 1934 yılının Haziran ayından itibaren her Türk vatandaşına “Soyadı” verilmesini içeren kanundu. Babamın babası, yani dedem o tarihte ailesi için Ünsoy soyadını aldı. Annemin tarafında ise anneannem ve Mediha Teyzem “Kayra” soyadını seçmişler.  Bu arada Mustafa Kemal’e Türklerin babası anlamına gelen Atatürk soyadı verilmişti. Atatürk, Kasım 1938’de vefat edene değin 15 yıl ülkenin cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.

O yıllarda tek parti sistemi vardı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin resmi kuruluşu 9 Eylül 1923 ise de, 1919’daki Sivas Kongresi bu partinin ilk kurultayı olarak sayılır. Bu kongre, Kurtuluş Savaşı (1919-1923) sırasında tüm toplum kesim ve görüşlerinin bir araya getirildiği bir ortak cephe olarak çok önemli ve belirleyici rol oynamıştır.

CHP günümüz modern Türkiye’sinin kurucu partisidir ve logosunda altı ok ile gösterilen altı ilkeye sahiptir:

  • Cumhuriyetcilik – Halkın kendi kendini yönetmesi. Bu Türkiye Cumhuriyetinin en önemli ilkesi kabul edilir.
  • Milliyetcilik – Devletin temelinin din birliği (ümmetcilik) değil, hatta soy birliği de değil, Türk vatandaşlığı ilkesidir, yani soyu Türk olmayanlar da bu ilkenin içindedir.
  • Devletçilik – Özel sektörün gücünün yetmediği yerde, özellikle temel alt yapı yatırımlarında devletin olanaklarını kullanarak projelerin gerçekleştirilmesi ilkesidir, örneğin demiryolları, köprüler, hammadde işleyen büyük fabrikaların inşa edilmesi.
  • Halkcılık – Türk toplumunda birey, aile, zümre ve sınıf egemenliğinin olamayacağı, herkesin yasa önünde eşit muamele görmesini gerektiren bir ilkedir; halkın devlet için değil, devletin halk için çalışması ilkesidir.
  • Laiklik – Din ve devlet işlerinin birbirinden tümüyle ayrılması ilkesidir.
  • Devrimcilik –Toplumun ileriye dönük dinamik hareketini değerlendirerek yenilikleri benimsemek ve bunları yasalaştırmak.

Genç cumhuriyetin ilk onbeş yılında CHP, tek partili devletin en önemli siyasi örgütüydü. Atatürk Cumhurbaşkanıydı, ancak yoldaşı olan İsmet İnönü, bu onbeş yılda (son bir yılı hariç) başbakanlık yaptı. 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün vefatından sonra İnönü, CHP’nin başına geçti ve TBMM tarafından oybirliğiyle ülkenin ikinci cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhurbaşkanı olarak İsmet İnönü’nün en önemli başarılarından biri, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı dışında tutmaktı. Ülke, ekonomik ve askeri açıdan öylesine zayıftı ki, bu savaşta yer alması durumunda cumhuriyetin tüm kazanımlarının yok olması işten bile değildi. İnönü diplomatik becerileriyle bu savaşta kendi saflarında yer almasını isteyen Alman ve İngiliz baskılarından ustalıkla kaçınmayı başardı. Böylece Türkiye tarafsız kaldı ve o yıllarda İkinci Dünya Savaşı’nı önemli bir zarar görmeden atlattı. Bunun benim ve ailem için büyük bir önemi var! Türkiye savaşa katılsaydı muhtemelen hayatta olmayabilirdim. Babam ve iki amcam o dönemde askerdeydiler ve savaş için eğitim görmüşlerdi. Eğer Türkiye Almanların yanında veya Müttefik ülkelerin (İngiliz /Amerikan) yanında savaşa girseydi kimbilir ne olurdu? Dolayısıyla ben ve benim kuşağımda olan milyonlarca Türk, İsmet İnönü’ye minnettar olmamız lazım diye düşünüyorum. Benim hayat penceremin varlığı İnönü’nün başarılı bir dış politika izlemesiyle başlar!

Türkiye savaşa girmediyse de, ekonomik bakımdan çok büyük sıkıntılar çekti. Hükümet önce bir savaş ekonomisi uygulamaya çalıştı. Karaborsayı önlemek için fiyatlar serbest bırakıldı, enflasyon fırladı, dar gelirli vatandaşların mali durumu çok daha zorlaştı. Mediha teyzemin öğretmenlik maaşı tüm aileyi geçindirmeye yetmez oldu ve annemin 17 yaşında okulu bırakıp Maliye’de işe girmesini, aileye ek gelir getirmesini gerektirdi. Dolayısıyla Türkiye’nin izlediği bu kaçınılmaz savaş ekonomisi annemin eğitimini yarıda kesmesine ve erken işe başlamasına neden oldu.

Ayrıca Türk hükümeti, bütçesindeki açıkları kapamak için 1940’lı yıllarda Almanya’daki ırkçı yasaları andırır bir Varlık Vergisi kanunu çıkardı. Bu kanun büyük karışıklıklara, özellikle Müslüman olmayanlara uygulanan, eşitliğe aykırı bedeller ve cezalarla büyük haksızlıklara yol açtı. Savaşı kazanacağı belli olmaya başlayan Müttefik ülkelerden gelen baskı ve kınamalardan dolayı Varlık Vergisi kanunu 1944’de yürürlükten kaldırıldı.

İnönü savaşın bittiği 1945 yılı geldiğinde Sovyetler Birliği yönetiminin Türkiye için daha tehlikeli düşman olduğunu görerek, sosyalizm ve komünizme karşı güçlü bir tavır aldı. Sovyetler’in Boğazlara, Kars ve Ardahan’a göz dikmiş olmaları Türkiyenin hem iç hem de dış politikasını ciddi ölçüde etkiledi. Daha güvenceli olduğunu düşünerek batıya ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ne yöneldi. Bu kapsamda bazı aşırı, benim düşünceme göre gereksiz tedbirler aldı. Örneğin Köy Enstitüleri ve Halkevleri gibi daha önce başlatılan sosyal eğitim girişimlerinin bir kısmını kısıtladı. Maalesef onun bu ilk adımları, bu çok faydalı kuruluşların ileride tamamen kapatılmasına yolaçtı. Ayrıca yeni ceza kanunları çıkararak, ülkenin en ünlü, hatta dünyaca ünlü şairi, romancı ve oyun yazarı olan Nazım Hikmet, sosyalist ve komünist görüşleri nedeniyle yargılanarak Bursa’da hapsedildi. 1940’ların son yıllarında Nazım Hikmet’in özgürlüğü için büyük bir uluslararası kampanya yürütüldü.

1945 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde İnönü ortaya çıkan yeni dünya düzeninin de etkisiyle çok partili sisteme geçmenin zamanının geldiğini düşündü ve 1946’da ilk demokratik çok partili seçimler yapıldı. Demokrat Parti (DP), Ocak 1946’da Atatürk’ün bir başka yoldaşı olan Celal Bayar tarafından kuruldu. Başlangıçta CHP ile DP arasındaki temel fark, devletin ekonomi politikasıydı. CHP, kamuya ait sanayilere ve demiryollarına odaklanan devletçilik ilkesine sahipken, Demokrat Parti kalkınma için özel sektörün geliştirilmesine dönük, daha liberal bir ekonomik politikaya sahipti. Ancak bu iki siyasi partil arasındaki farklılıklar 1950’lerde önemli ölçüde artış gösterdi.

1950’ler

Ben 15 Kasım 1950’de doğdum. Bu Demokrat Parti’nin (DP) Türkiye’de iktidara geldiği yıldır. 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde, Demokrat Parti toplam oyların %55’ini almış, ancak seçim sisteminin yapısı gereği TBMM’deki temsilcilerin %85’ini kazanmıştı. Bu seçimin Türkiye’deki ilk “demokratik seçim” olduğu söylenebilir. İsmet İnönü yönetiminden Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes’in Başbakan olduğu yönetime barışçıl bir iktidar geçişi yaşanmış. Bu gayet olumlu bir gelişmeydi. Anne ve babamın kime oy verdiğini bilmiyorum ama muhtemelen onlarda da başlangıçta çok partili sistemin yeni ekonomik kalkınma ve uluslararası ilişkilerin genişlemesini getireceğine dair iyimser bir görüş vardı. Dolayısıyla her ikisinin de 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’ye oy vermiş olmaları mümkün.

Yeni yönetimin Mayıs 1950’de yaptığı ilk işlerden biri genel af ilan etmek oldu ve cezaevinden tahliye edilenlerden biri de Nazım Hikmet idi. Yıllar sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) elektrik mühendisliği okurken, Nazım Hikmet’i şiirlerini ve daha birçok edebi yapıtını tanıma şansım oldu. Sosyalist görüşleri hoş karşılanmasa ve kitaplarının çoğu yasaklanmış olsa da birkaç kitabını aldığımı hatırlıyorum. Muhtemelen en iyi Türk şairi, Türk devrimci şiirinin kurucusu ve 20. yüzyılın dünya çapında en çok tanınan edebiyatçılarından biriydi. Eserleri 50’den fazla lisana çevrilmiştir. 1950’de Jean Paul Sartre ve diğer dünyaca ünlü edebiyat devleriyle birlikte Uluslararası Barış Ödülü’nü kazanmıştı. Nazım Hikmet görüşlerinden dolayı maalesef hayatının büyük bir kısmını ya hapiste ya da yurdundan uzakta geçirmek zorunda kalmıştır. Hayatını ve eserlerini inceleyenler, Nazım Hikmet’in daha çok romantik bir komünist olduğunu söylüyorlar.

Demokrat Parti iktidara gelmeden önce bir çok demokratikleştirme vaadlerinde bulunmuştu, fakat iktidara geldikten sonra bu vaadlerin çoğu, belki de hepsi unutuldu. Çok partili bir sisteme girilmişti, fakat DP iktidar olduktan sonra muhalefete karşı tam bir tahammülsüzlük gösterdi ve bunun şiddeti zamanla arttı, kanlı olaylara yol açtı.

DP’nin en önemli vaadi ekonomik gelişme, bilhassa özel sektörü teşvik ve onlar vasıtasıyla hızlı kalkınma idi. Aslında Celal Bayar, Atatürk zamanında İktisat Bakanı’ydı ve Türkiye’nin 1930’lardaki ekonomik gelişmelerinin mimarıydı. 1950’lerin ilk yıllarında bir çok ekonomik ilerlemeler görüldü. Örneğin tarım alanında Türkiye çapında traktör sayısı arttı, verim yükseldi.  Birçok yabancı firmalar Türk piyasasına girdiler, ürünler getirdiler, iş imkanları yarattılar. Singer Dikiş Makinaları firması bunlardan biriydi ve babam Singer’in büyük bir pazarlama kampanyası içinde bu firmanın İstanbul bölgesinde temsilcisi oldu. Ben 5 yaşına kadar babamın bu firmadan kazandığı parayla büyüdüm!

1950’lerin ilk yıllarında dış ilişkilerde de büyük gelişmeler oldu. Önce Türkiye Amerika’nın yanında Kore savaşına katıldı. Bunun ardından hem Türkiye hem de Yunanistan NATO’ya girdiler. Türkiye’de Amerikan üsleri kuruldu. Türkiye, Amerika’nın yanında Sovyetler Birliği’ne karşı bir Soğuk Savaş içine girdi. Fuat Köprülü Dışişleri Bakanıydı ve 1950’den önce İsmet İnönü’nün dış politikasından çok daha değişik bir politika izliyordu. Bu Türkiye için bir çok yönden faydalı oldu ve özellikle ülkeyi uzun yıllar sıkıntısını çektiği yanlızlıktan kurtardı. Fakat ilerleyen yıllarda Amerika’ya olan bağımlılık gittikçe arttı ve bir yığın problemler ortaya çıkardı. Bu konulara daha detaylı aşağıda değineceğim.

Atatürk Devrimlerini Tersine Çevirmek

Haziran 1950’de yeni Menderes hükümetinin ilk eylemlerinden biri, uzun yıllardır Türkçe okunan ezanın dilini tekrar eskisi gibi Arapça’ya çevirmek oldu. Bu karar partinin devrim karşıtı dini çevrelere verdiği ilk tavizdi. Bunun ardından bir ay sonra radyo yayınlarına dini programlar eklediler. Hükümet ayrıca Aralık 1950’den itibaren Arap alfabesini kullanan din okullarına da izin verdi. Kasım 1951’de ilkokullarda programa dini dersler kondu.

Aralık 1952’de hükümet, 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra kullanılmaya başlanan yeni Türkçe kelimeleri kullanmayı bırakarak, Osmanlı dönemindeki karşılıklarını kullanmaya başladı. Örneğin İçişleri Bakanlığı Dahiliye Nezareti oldu. Bu hamlelerle hükümet yıllardır bu günleri bekleyen partinin dini tabanına şirin görünüyordu ama hitap ettiği bu gerici kesim için bütün bunlar başlangıçtı.   Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkeyi daha laik ve modern bir devlet haline getirmek için yaptığı reformlardan ve izlediği politikadan geriye dönülmeye başlandı.

Hükümetin geri adım olarak attığı bir diğer önemli girişim de Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi eğitim kurumlarının kaldırılması oldu. Halkevleri Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı devrimlere yurttaşların, özellikle kırsal kesimdeki vatandaşların desteklerini kazanmayı amaçlayan bir aydınlanma ve kültür geliştirme kurumlarıydı. İlk Halkevleri 1932 yılında 17 ilde kurulmuş ve ülke genelinde 478 vilayet ve ilçeye ulaşmıştı. Daha sonra küçük köylerde bile Halk Odaları kurulmaya başlandı. Böylece 1950 yılına gelindiğinde ülkede 4000’den fazla Halkevi ve Halk Odası bulunuyordu. Buralarda sınıflar, kütüphaneler ve okuma odaları vardı ve halk için edebiyat, drama, müzik, güzel sanatlar, konuşma ve yazmanın yanı sıra el sanatları ve terzilik konularında ücretsiz kurslar veriliyordu. Bununla Türkiye genelindeki yetişkin nüfusun eğitim ve kültür düzeyini yükseltilmesi amaçlanıyordu. Atatürk’ün reformları bu Halkevleri aracılığıyla halka yayılmaktaydı. Bu kuruluşlar Türk halkının modernleşmesinde kritik bir rol oynuyorlardı. Aynı zamanda bu Halkevleri dünyada gelişmekte olan diğer ülkelere örnek olan, onların kalkınmasında büyük rol oynayabilecek kuruluşlardı.

Demokrat Parti ve Menderes hükümeti, Halkevleri’ni muhalefet partisi CHP’nin sol propaganda makinesi olarak değerlendirerek eleştiriyordu. Aslında Adnan Menderes 1930 sonrasında CHP milletvekili iken Halkevleri’nden yanaydı ve 1932’de Aydın’dan milletvekili iken kendi şehrinde böyle bir Halkevi kurmuştu. 1945’de tarım reformuna karşı çıkıp CHP’den atılınca Demokrat Parti’nin (DP) kurucularından biri oldu ve Halkevleri’ne karşı çıkmaya başladı. Menderes hükümeti iktidara geldikten sonra, 1951 yılı Ağustos ayından başlayarak bu Halkevleri’ni devralmaya karar vererek onları birer birer kapatma yoluna gitti. Bu örgütlerin malvarlığı Hazine’ye devredildi ve yıllar içinde yavaş yavaş kaldırıldılar. Bu kaynaklara bağlı faaliyet gösteren okullar ve topluluklar önemli ölçüde zarar gördü.

Menderes hükümeti muhalefet partisine zarar vermek için bu yola gitmişti, ancak gerçekte bu, laik ve modern Türkiye için kültürel gelişim anlamında büyük bir geriye gidişti. Bu arada, Halkevleri’nin çoğu 1963’de, hükümet tarafından değil, sivil toplum tarafından yeniden açıldı. 1960’ların sonlarında, Kadıköy Koleji yakınlarında, Bahariye Caddesi üzerinde böyle bir Halkevi vardı ve ben oranın kütüphanesini birçok kere kullandığımı hatırlıyorum. Ancak 1980 darbesinden sonra toplumda sol grupları barındırdıkları iddiasıyla bütün Halkevleri tekrar kapatıldılar. Yedi yıllık yargılamanın ardından Halkevleri ve üyeleri beraat etmiş, 1987’de toplam 24 şube tekrar faaliyete geçmiş.

Köy Enstitüleri ise, 1940 yılında, milli eğitim girişiminin bir parçası olarak, ülke çapında köylüleri eğitmek için ve öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Cumhuriyetin başlangıcında okuryazarlık oranı %5 gibi çok düşüktü ve nüfusun %80’i köylerde yaşıyordu. Böylece 21 bölge oluşturup bu bölgelerde öğrenci almak, eğitmek ve yetiştirmek için köy enstitüleri kurdular ve daha sonra bu öğretmenler hem öğrencilere hem de yetişkinlere okuma, yazma ve modern tarım yöntemleri konusunda eğitim vermek için köylere gönderildi.

Bölüm 1’de belirttiğim gibi benim bir çok akrabam bu Köy Enstitüleri’nin kuruluşunda ve eğitiminde büyük roller almışlar. Özellikle Sabahattin ve Mualla Eyüboğlu kardeşler bu kuruluşlarda dersler vermişler. Ayrıca teyzelerim ve eniştelerim bu Enstitüler’in devamı olan öğretmen okullarında görev almışlardı.

Demokrat Parti ve Menderes hükümeti Köy Enstitüleri’ni aşırı liberal ve dini görüşlerine aykırı bularak 1954’de kapatmaya başlamış. Ancak bu enstitüler 14 yıllık hayatlarında 17 binden fazla öğretmen yetiştirmiş ve bu öğretmenler daha sonraki yıllarda ülkeye hizmet vermeye devam etmiştir.

Yunanistan’la ilişkiler, Kıbrıs Sorunu ve 6/7 Eylül Olayları

Hem Türkiye hem de Yunanistan Amerika’nı yanında Kore Savaşı’na katılmışlardı. Sonra her iki ülke de NATO’nun doğu Akdeniz’deki üyeleri olarak bu ittifaka katıldılar. 1954’de Büyük Britanya’ya bağlı olan Kıbrıs adasının bağımsız bir ülke olarak ortaya çıkması, Türkiye ile Yunanistan’ın arasını açtı. Kıbrıslı Rumlar adanın tamamının Yunanistan’a bağlanmasını (ENOSİS) istiyorlardı. Türk hükümeti olarak Celal Bayar, Adnan Menderes ve Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu, önce adanın tamamının Türkiye’ye verilmesini talep etmiş, daha sonra ikiye bölünüp bir kısmının Türkiye’ye bağlanmasını savunmuşlardı. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın katılmasıyla Londra’da 29 Ağustos – 7 Eylül 1955 tarihleri arası Kıbrıs konferansı düzenledi. Üç ülkenin katıldığı konferans doğu Akdeniz’deki Kıbrıs adası sorununun başlangıcıdır. Her üç ülkenin diplomatları çok yanlış kararlar alarak sorunu çok daha kötü bir noktaya getirmişlerdir.

Türk Dışişleri Bakanı, Zorlu, bu konferans sırasında “aktif hareketler” den bahis ederek 6-7 Eylül olayları dediğimiz çok çirkin gelişmelere yeşil ışık yakmıştır. Biz o zamanlar Aksaray’ın Langa denen semtinde oturuyorduk. Çok yakın Rum komşularımız vardı. Ayrıca sokağımızda bir çok Rum evleri ve dükkanları bulunuyordu. 6 Eylül sabahı bir İstanbul gazetesi, Yunanlıların Selanik’deki Atatürk’ün doğduğu eve bomba attıklarını yazmış. O günün akşamı, hem İstanbul’da hem de İzmir’deki Rumlara ait evler, dükkanlar, kiliseler, mezarlıklara saldırıldı, yakıldı, yağma edildi, büyük tahribat oldu. Bunları yapanların gayet planlı hareket etmeleri ve polisin hiç müdahele etmemesi, hükümetin bunları el altından ayarlağını ve düzenlediğini gösteriyordu. Olayların hemen arkasından sıkı yönetim ilan edilmiş, bunları komünistlerin düzenlediği ileri sürülerek bir çok solcu politik liderler haksız yere hapse atılmıştı. Fakat daha sonra Yassıada’da kurulan mahkemelerde, Selanik’deki eve bomba atan kişinin bir Türk casusu olduğu ve Adnan Menderes hükümetinin bu saldırıları bilerek kışkırttığı ortaya çıktı. Dışişleri Bakanı Zorlu’nun olaylardaki rolü idam cezasına çarptırılmasında etkili olmuştur.

Bizim Langa’da oturmamız nedeniyle ben bu çirkin olaylara kendi gözlerimle şahit oldum.  Komşumuz Perso, oğlu ve kızıyla bizim eve gelip sığındılar. Korkulu bir gece geçirdik. Babam pencereye Türk bayrağı asmıştı. Sokakdan geçen çetelerin gürültüleri, bağrışları, başlattıkları yangınların duman ve kokularını azbuçuk da olsa hatırlıyorum.

Kötüleşen Siyasi ve Ekonomik Durum

1957 seçimlerini Demokrat Parti tekrar kazandı fakat oy oranı %48’e düşmüştü ve İnönü’nün CHP’si %41 oyla Meclis’te milletvekili sayısını arttırmıştı. Menderes hükümeti muhalefete karşı olan baskısını arttırdı ve basın özgürlüklerini çok daha fazla kısıtlamaya gitti. İktisadi durum da çok kötüye gidiyordu. 1958 Ağustos’unda büyük bir devalüasyon yapılarak dolar kuru 2.80 TL den 9.00 TL’ye çıkarıldı. Merkez Bankası kaynakları sınırlandırılarak para arzı kontrol edilmeye çalışıldı. Her şeye zam yapıldı. IMF ve Dünya Bankası’ndan çok ağır şartlarla borç alındı. Böyle %300’lük bir devalüasyon dünyada nadir görülen bir şeydir, herşeyin fiyatını muazzam şekilde etkiler ve gelen zamlar bütün halkı yoksulluğa sürükler. Ben o aylarda İlkokulun birinci sınıfına başlıyordum ve kardeşim Ercüment, çok küçük, bir yaşındaydı. Ailemizin maddi sıkıntılar içinde olduğunu, aldıkları maaşları harcama yerine göre değişik zarflara koyarak gayet sıkı bir bütçe yaptıklarını çok iyi hatırlıyorum.

Demokrat Parti 1950’de iktidara gelince ekonomik kalkınma yönünden büyük bir canlılık ve heyecan yaratmıştı. Fakat ekonomik kalkınmayı kısa bir süre sonra tamamen plansız bir şekilde, gelişi güzel bir şekilde yürütmeye başlayınca, pek çok suistimaller olmuş ve Maliye’yi bir bakıma iflasa sürüklemişlerdi. Annem Maliye’de vergi dairesinde çalışıyordu. Babam iş hayatına Maliye Bakanlığı’nın İstanbul Defterdarlığı’nda başlamış ve daha sonraki yıllarda bankacılığı seçmişti. İki küçük amcam, Selahattin ve Necmeddin Ünsoy ticaretle uğraşıyorlardı. Büyük dayılarım, Macit ve Cahit Kayra bankacılık ve finans kariyerleri sürdürüyorlardı. Dolayısıyla, ailecek ülkenin ne kadar kötü bir ekonomik duruma düştüğünü yakından ve içinde yaşayarak görüyorduk.

Menderes hükümetinin muhalefete karşı anti-demokratik müdahaleleri iktidara geldikten hemen sonra başlamıştı. Öncelikle 1951 yılından itibaren CHP’nin mallarına el koymaya girişmişti. 1952’de hem İsmet İnönü’nün hem de CHP Parti Genel Sekreteri Kasım Gülek’in Türkiye içindeki gezilerine engel olmaya başlamışlar ve tüm CHP milletvekillerinin seyahatlerini kısıtlamaya çalışmışlar. 1952 Ekim’inde İnönü’nün Ege bölgesindeki gezisini engellemişler. 1954 Nisan’ında Mersin’de bir açık hava toplantısında DP’liler İnönü’ye saldırmışlar, yaralanmamış ama zorla kurtarılmıştı. Bunun dışında İnönü’yü dövme, yaralama ve hatta öldürme teşebbüsleri oldu. Örneğin 1959 Nisan’ında Uşak’da, DP’li partizanlar Kurtuluş Savaşı sırasında karargahı olan evi ziyaret etmek isteyen İnönü’ye taş atarak başından yaraladılar. DP’li partizanlar bu haberleri yazan Demokrat İzmir gazetesini yaktılar. Aynı yılın Mayıs ayında İnönü’nün İstanbul’a gelişinde Topkapı’da bir suikast teşebbüsü oldu. Taşlı sopalı DP’liler İnönü’nün arabasının yolunu kapayarak etrafını çevirmişler. Tesadüfen görevli olmayan fakat durumu endişeyle izleyen bir binbaşı, olayı seyretmekle yetinen askerlere arabanın çevresini dipçikle açmalarını emretmiş ve bu sayede İnönü yoluna devam edebilmişti. İnönü o zamanlar 75 yaşındaydı. Bu suikast teşebbüsünün gazetelerde yazılması yasaklandı. O günlerde birçok gazetenin beyaz sütunlarla çıktığını hatırlıyorum. Bu suikast teşebbüsü olayının detaylarını daha sonraki Yassıada mahkemeleri sırasında öğrenmiştim.

Muhalefete baskılar 1957 seçimlerinden sonra çok daha artmıştı. CHP’nin bu seçimlerde nisbeten başarılı olması, bir sonraki seçimlerde DP’yi geçip iktidar olabileceğini gösteriyordu. Ekonomik durum o derece kötüydü ki, halk iktidardaki partinin, DP’nin, değişmesini istiyordu. Dolayısıyla Menderes hükümeti muhalefeti yıpratmak için herşeyi yapmaya başladı. 1958 Temmuzunda Irak’da ordu darbe yaparak yönetime el koydu ve kral Faysal ile başbakan Nuri Sait öldürüldü. Türkiye, Pakistan, İran ve Irak o yıllarda CENTO denilen bir askeri paktın içindeydiler. Menderes Irak’daki bu askeri darbeden çok etkilendi, hatta Irak’a Türk askerlerini gönderip oradaki askeri darbeye engel olmaya kalkıştı fakat Amerika ve İngiltere buna son dakikada engel oldular. Menderes Türkiye’deki muhalefetin, CHP’nin ve ordunun Irak’daki gibi bır askeri darbe yapmasından ve kendisinin öldürülmesinden korkmaya başladı. Ben babamlarla Selahattin amcamların biraraya geldiklerinde bu konuları konuştuklarını, tartıştıklarını gayet iyi hatırlıyorum.

Muhalefet bu baskılar karşısında ezilmemek için birçok tedbirler alıyordu. 1958 Kasım’ında CHP küçük bir parti olan Hürriyet Partisi ile birleşti ve 1959 Ocak ayında İsmet İnönü’nün önderliğinde “İlk Hedefler” beyannamesini yayınladı. Bu beyannamedeki ilkeler şunlardı: sosyal devlet, basın özgürlüğü, grev ve sendika kurma hakkı, ikinci meclis (senato), anayasa mahkemesi, seçimde nisbi temsil usulü, üniversite özerkliği, yüksek yargıçlar kurulu ve devlet yayın araçlarının yansızlığı. Bu ilkeler daha sonra 1961 Anayasasının temellerini oluşturacaktır. Bu ilkeleri ve beyannameyi belirtmemde iki amacım var. Bu demokratik kuruluşların ve prensiplerin, örneğin Anayasa Mahkemesi, üniversite özerkliği, basın özgürlüğü, devlet yayın araçlarının tarafsızlığı kavramları ilk defa Türkiye’de 1959 Ocak ayında ortaya konmuş ve İnönü’nün CHP’si bunları öne sürmüştür. Ne yazık ki, atmış yıldan fazla bir süre sonra bugün, Türkiye’de bu demokratik kuruluşlar ve prensipler ya büyük zarar görmüş, geriye çevrilmiş veya tamamen yok edilmiş durumdadır.

Muhalefete karşı gövde gösterisi yapmak için Menderes hükümeti 1958 yılının sonunda, Vatan Cephesi adlı bir siyasi oluşum kurdu. Menderes 12 Ekim 1958’de yaptığı bir konuşmayla bütün halkın bu Vatan Cephesi’ne katılmasını istemiş. Buna katılan herkesin isimleri hergün radyoda okunuyor, bu durum halkın kutuplaşmaya gitmesine yol açıyor, siyasi gerilimi büsbütün arttırıyordu. Bu okunan isimler arasında vefat etmiş kişiler, çocuklar ve hatta mevcut olmayan kimseler de varmış. Ben bu isimlerin radyoda okunmasını çok iyi hatırlıyorum. Merak ederdim niye bu isimleri okumaya gerek duyuluyordu. Babam ve annemin bundan çok endişelendiklerini görürdüm.

Muhalefet partisinin gezilerini zorbalıkla, korkutarak ve yıldırarak önleyemeyen DP iktidarı, 1960 Nisan ayında CHP’yi ve bir kısım basını “silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamak”la suçluyarak ve üç ay içinde CHP’nin kapatılması için, mecliste, yanlız DP’li milletvekillerinden oluşan Tahkikat Komisyonu kurmuş ve bu komisyona mahkemesiz tutuklama gibi olağanüstü yetkiler sağlamıştı. Bu durum bütünüyle “kuvvetler ayrımı” ilkesine aykırı bir gelişmeydi. TBMM’de komisyon kurulma kararının kabul edildiği gün, 18 Nisan 1960’da İnönü daha sonra meşhur olan bir konuşma yapar ve şunları söyler: “Bu demokratik rejimi istikametinden ayırıp baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, sizi ben bile kurtaramam … Şartlar tamam olduğu zaman Milletler için ihtilal meşru bir haktır.”  İnönü’nün bu konuşmasını yayınlamak yasaktı, fakat birkaç gazete yayınladı ve bu konuşma ülkenin her yanına bir şekilde ulaştı.

Menderes, İnönü’nün bu konuşmasından daha da endişelenerek 27 Nisan’da Tahkikat Komisyonu’na yeni olağan üstü yetkiler vererek yeni yasaklar getirdi ve ağır hapis cezaları önerildi. İnönü’ye bunlara karşı parlamentoda yaptığı konuşmadan dolayı 12 oturuma katılmama cezası verildi. Ertesi gün, 28 Nisan’da İstanbul Üniversitesi öğrencileri bizim oturduğumuz yere yakın, Beyazıt’ta büyük bir protesto mitingi yaptı. Polis olaylar karşısında çaresiz kaldı ve ordu birlikleri çağrıldı. Gösteriler sırasında bir öğrenci öldürüldü, pek çok öğrenci yaralandı, rektör tartaklandı ve sıkıyönetim ilan edildi. Her ne kadar bu olayların gazetelerde yayınlanması yasaklandıysa da bunlar kulaktan kulağa, belki de abartılarak aktarılıyordu. Biz olay yerine yakın oturduğumuz için gelişmelerden çok daha fazla haberdar oluyorduk. Ankara’daki Siyasi Bilgiler ve Hukuk Fakültesi öğrencileri de olayları duyup ertesi gün, 29 Nisan’da protesto gösterileri başlattılar. Polis başa çıkamıyınca askerler çağrıldı, gene pek çok öğrenci yaralandı. Celal Bayar ve Adnan Menderes iktidarı yapılan tüm uyarıları duymazlıktan geldiler ve her yerde sıkıyönetim ve baskı yöntemini sürdürmeye devam ettiler.

21 Mayıs 1960 günü Ankara’da Harp Okulu öğrencileri protesto yürüyüşü yaptılar. İktidar hemen Harp Okulu’nu kapatıp öğrencileri tatile yollamaya kalkıştı. Harp Okulu öğrencilerinin bu protestosu bardağı taşıran son damla oldu ve altı gün sonra, 27 Mayıs 1960 sabahı biz Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk askeri darbesiyle uyandık.

27 Mayıs Devrimi

27 Mayıs 1960 sabahı radyoda marşlar çalarken uyandık. Bu gayet olağanüstü bir şeydi. Radyolardan ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk. Albay Alparslan Türkeş’in askeri darbeyle ilgili bültenini dinledik. Her ne kadar bu herkese bir sürpriz olduysa da, bir bakıma böyle bir askeri girişim bekleniyordu.  Okullar ve iş yerleri tatil olmuştu. Her yerde sokağa çıkma yasağı vardı. Sokaklarda yanlız askerler dolaşıyordu. Babamın evimizin önüne bir küçük masa kurup askerlere su, çay ve bazı yiyecekler verdiğini hatırlıyorum.

Bu askeri darbeyi 38 genç subay başlatmıştı. Bunların başında önce Tümgeneral Cemal Madanoğlu vardı ve bütün askeri darbe planlaması Madanoğlu tarafından yapılmıştı. Ancak Erzurum’da 3. Ordunun başında bulunan Orgeneral Ragıp Gümüşpala, eğer daha yüksek rütbeli bir subayın idaresinde olmazsa, Ankara’ya yürüyüp bu darbeyi bastıracağı tehditi üzerine, bu genç subaylar İzmir’de tatilde olan Kara Kuvvetler Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’i Ankara’ya getirdiler. Orgeneral Gürsel başkanlığında, Milli Birlik Komitesi (MBK) adı altında tüm egemenlik haklarını belli bir süreyle kendinde toplayan bir askeri yönetim kuruldu.

Bu askeri darbe millete 27 Mayıs İnkilabı olarak sunuldu ve genel olarak sevinçle karşılandı. Bu inkilap için MBK önce beş maddelik bir nedenler listesi sundu:

  • DP’nin partizan bir idare kurmuş olması ve hukuk devleti özelliğinin ortadan kalkmış olması,
  • Plansız bir yatırım politikası ve suistimaller,
  • Enflasyonist bir mali politika ve hayat pahalılığı,
  • Fikir hayatı üzerine baskı ve basın hürriyetinin tehdit edilmesi,
  • Tek parti diktatoryasının kurulması ve TBMM’in meşruluğunu kaybetmesi.

Bu listeyi burada vermekteki amacım, hem mali ve ekonomik nedenlerin oynadığı kritik rolün altını çizmek, hem de Türkiye’de bugün yaşanan durumla olan bazı paralellikleri işaret etmek.

28 Mayıs’da yapılan basın toplantısında Orgeneral Gürsel bu inkilapın amacının ülkeyi en kısa zamanda demokratik seçimlerle sivil idareye devretmek olduğunu belirtmişti. Fakat MBK içinde buna karşı çıkan ve askeri idarenin daha uzun süreli olması için israr eden 14 üye, başlarında Arparslan Türkeş olmak üzere, komiteden çıkarılıp, yurt dışı görevlere gönderildi.

Burada Türkiye Cumhuriyetinin 4. Cumhurbaşkanı olan Orgeneral Cemal Gürsel’den biraz bahsetmek isterim. Gürsel 1. Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de topçu teğmen olarak Mustafa Kemal’in yanında çarpışmış, daha sonra Sina ve Filistin cephesinde çarpışırken İngilizler’e esir düşmüş ve iki yıl Mısır’da esir kalmış. Daha sonra tekrar Mustafa Kemal’in yanında Kurtuluş Savaşı’nın Batı Cephesi’ndeki bütün savaşlara katılmış. 27 Mayıs ihtilalinden önce 1957’de Orgeneral ve 1958’de Kara Kuvvetleri Komutanı olmuş. 3 Mayıs 1960’da Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a yazdığı tarihi bir mektupla onun istifasını istemiş. Bunun üzerine Bayar tarafından iki ay sonra emekliğe sevkedilmesine ve bu sürede zorunlu izinli olarak İzmir’e yollanmasına karar verilmiş. Dolayısıyla 27 Mayıs’da MBK’nin davetiyle İzmir’den Ankara’ya gelerek MBK’nin başkanlık görevini üstlendi. Aynı gün Gürsel, Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri’nden çok sayıda profesörü kabul edip onların Sıddık Sami Onar önderliğinde yeni bir anayasa üzerine çalışmaya başlamalarını ister. Üç gün sonra toplanan yeni TBMM genel kuruluna “İkinci Cumhuriyet” tanımını yapar ve yeni anayasanın ilkelerini özetler.

Tutuklu gazeteciler ve öğrenciler serbest bırakılır, yasaklanan gazetelerin yeniden açılması sağlanır. Yeni emekliye ayrılan Ragıp Gümüşpala’ya kapanan Demokrat Partilileri bir araya getiren yeni Adalet Partisi’ni kurma görevini verir. Bu noktaları belirtmemin nedeni 27 Mayıs harekâtının bir askeri darbe olmasına rağmen bilinen birçok askeri darbeden farklı olarak hemen sivil yönetime geçilmesi ve gerçek demokratik reformlar yapılmasını sağlamasıdır. Ben o günleri bizzat yaşamış bir kişi olarak 27 Mayıs İhtilali’ni, Güney Amerika’da yaşanan ve uzun yıllar despotik yöntemlerle ülkeyi yöneten ve muhtemelen başka bir darbeyle yönetimden uzaklaşan askeri darbecilerden farklı olarak, ülkenin kurucusunun mirasını koruyan Türk askeri yöneticilerin rejimi tekrar demokratik rotaya sokmak için yaptıklar bir müdahale olarak nitelemenin daha uygun olduğunu düşünüyorum.

Cemal Gürsel MKB başkanı olarak Yassıada mahkemeleri sonunda Menderes ve diğer iki bakanın idamına mani olamamışsa da idamların sayısını 15’den 3’e düşürmüş ve çok daha büyük reaksiyonu önlemiştir. 1961 Ekim’inde yapılan seçimlerde oluşan yeni TBMM tarafından Türkiye’nin 4. Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhurbaşkanlığı beş buçuk yıl sürdü ve 1966 başında rahatsızlanıp sonunda komaya girince görevine son verilmek zorunda kalındı. Fakat bu kısa süre içinde pek çok şey başarıldı. Dolayısıyla Gürsel İkinci Türkiye Cumhuriyeti’nin babası olarak tarif edilebilir diye düşünüyorum. Vefatından sonra, Yargıtay başkanı İmran Öktem, Gürsel için şunları söylemiş: “Zeki, şefkatli, sağduyusu kuvvetli, kararlarında isabetli, olduğu gibi görünmesini, gösterişten uzak kalmasını seven, sadelik içinde büyük olan, büyüklüğünü belli etmek için bir çaba ve gayret göstermek lüzumunu duymayan, Atatürk devrimlerine bağlı, devrimleri korumayı amaç edinmiş, gericiliğin amansız düşmanı, milletine daha çok ve dürüst çalışmayı daima tavsiye eden Cemal Gürsel”.

1961 Anayasası

1961 yılı başında Kurucu Meclis çalışmaya başlar. Mezunu olduğum ODTÜ’nün en önemli rektörü olacak Kemal Kurdaş, yurt dışındaki görevinden çağrılır ve bu Kurucu Meclis’in önemli bir üyesi olur. Kurucu Meclis altı ay içinde yeni bir anayasa hazırlar ve bunu 9 Temmuz 1961’de referandumla halk oylamasına sunar. 1961 Anayasası % 61,7 oranla onaylanır. Bu anayasa referandum yürürlüğe giren ilk Türk anayasadır. Ayrıca bu Türk tarihinde yapılan ilk referandumdur ve katılma oranı % 81 gibi gayet yüksek bir orandır. Bu anayasayı hazırlayan komisyon üyelerinden üçünü özellikle belirtmek isterim.

  • Turhan Feyzioğlu, daha sonra ODTÜ rektörü olmuş ve ben Türkiye’den ayrıldıktan sonra kısa bir süre başbakanlık yapmış.
  • Mümtaz Soysal anayasa hukuku profesörüydü, komisyon üyesi olarak 1961 Anayasası’na büyük katkılarda bulundu, daha sonra 12 Mart 1971 askeri darbesinin ardından Siyasi Bilimler Fakültesi’nde okuttuğu Anayasa’ya Giriş ders kitabının komünist propagandası yaptığı iddasıyla yargılandı ve 14 ay Mamak cezaevinde hapis yattı. Ben ODTÜ’deyken Mümtaz Sosyal’ın gazetelerdeki köşe yazılarını okuduğumu iyi hatırlıyorum. Mümtaz Sosyal daha sonra politikaya girmiş, milletvekili ve hatta kısa bir süre Dışişleri Bakanlığı yapmış.
  • Üçüncü kişi Muammer Aksoy da hukuk profesörüydü, 1961 Anayasası komisyonunun sözcülüğünü yapmış ve sonra üniversitedeki görevine dönmüş. Fakat 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra Muammer Aksoy da yargılanmış, fakat hapiste yatmaktan kurtulmuş. Ben Muammer Aksoy’un da değişik yazılarını ve kitaplarını okuduğumu hatırlıyorum.

Benim Türkiye’deki öğrencilik yıllarımda geçerli olan 1961 Anayasası hakkında bazı bilgiler vermek, görüşler belirtmek isterim. Bu anayasa Türkiye’nin en demokratik, en liberal, en batıya dönük anayasasıydı. Birçok niteliklerini bizzat yaşadık ve gördük.

  • Sosyal devlet kavramını getirmiş,
  • Üç temel güç (yasama, yürütme ve yargı) arasında ayrılık sağlamış,
  • Çoğulcu demokrasi ilkesi benimsenmiş,
  • Yargı bağımsızlığı sağlanmış,
  • Çıkan yasaların anayasaya uygunluğunu kontrol eden Anayasa Mahkemesi kurulmuş,
  • TBMM Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi olmak üzere iki yasama organı olarak bölünmüş,
  • Kişisel temel haklar ve özgürlükler Anayasa ile güvence altına alınmış,
  • İşçi, öğretmen ve memurlara sendika kurma ve grev hakkı tanınmış,
  • Üniversitelere ve TRT’ye özerklik getirilmiş ve belki en önemlisi
  • Önceden izin almadan dernek kurma hakkı ve gösteri yapma hakkı tanınmış.

Bu anayasa ben Kadıköy Koleji’ndeyken ve ODTÜ’deki ilk yıllarım sırasında, yani 1961 ile 1971 yılları arasında on yıl yürürlükteydi. 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra başa gelen Nihat Erim hükümeti, 27 Mayıs’dan sonra yapılan devrimlere karşı bir hükümetti ve bu anayasayı parça parça geri dündürmeye ve demokratik hakları kısıtlamaya başladı. Özellikle Nihat Erim bu anayasanın Türkiye için “lüks” olduğunu söylemiş ve anayasanın kırk küsur maddesini değiştirmişti. Fakat bu on yıl içinde, 1961 Anayasası sayesinde Türkiye tam bir demokratik ülke olarak çok enteresan gelişmeler gördü. Bunlardan beni etkileyen birkaç gelişmeye değineceğim.

27 Mayıs hareketi yanlız bir askeri darbe değil, bir dizi demokratik devrimler getirdi. Bu arada birçok yeni örgütler kuruldu. Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT), Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) bunların arasında sayılır. Ayrıca ODTÜ’nün bugünkü kampüsünün kurulması ve büyümesi, 27 Mayıs’dan sonra Türkiye’ye çağrılan ve daha sonraki yıllarda üniversiteye rektör olan Kemal Kurdaş sayesinde olmuştur. Ben ODTÜ’ye girdikten sonra TÜBİTAK’dan burs aldım ve daha sonraki yıllarda, kısa da olsa bir süre TÜBİTAK’da çalıştım.

27 Mayıs darbesinden sonraki en önemli ekonomik etkinlik DPT’nin kuruluşudur.  MBK işe başlar başlamaz önce bir “Ekonomik Konsey” kurmuş ve 1950’li yıllardaki tamamen plansız gelişmelere karşın, ekonominin plan ve program içinde yönetilmesine dönük düzenlemeye girişmiş. DPT kurulduktan sonra hazırlanan beş yıllık ve yıllık planlar aracılığıyla makro büyüklükler saptanması ve sektörel projeler hazırlanması öngörülmüş. Planlar kamu sektörü için “emredici” ve özel sektör için “özendirici, yol gösterici” olarak hazırlanmış ve yıllık büyümeyi (Gayri Safi Milli Hâsıla – GSMH büyümesi) %7 olarak hesaplamışlar. 1962 yılında ekonomik büyüme %6,2 olarak gerçekleşmiş ve 1963’de %7 olmuş.

Ben Türkiye’de iken ekonomiyle ilgili önemli bir uğraşım olmadı. Fakat 1975-1976 yıllarında TÜBİTAK’da bilgisayar kurulması üzerine planlama yaparken Ankara’da DPT ile görüşmeler yaptığımı hatırlıyorum. Türkiye’de bilgisayar sisteminin kurulması, devlet kuruluşları, üniversiteler ve özel sektörün bu hizmetten en verimli bir şekilde yararlanabilmesi için beş yıllık planlama çerçevesinde prensipler oluşturulduğunu ve bu gelişmeleri merakla takip ettiğimizi hatırlıyorum.

Yukarda belirttiğim örgütlerin kurulmasında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in çok büyük rolü olmuştur. 1923’den sonraki devrimleri nasıl Atatürk Devrimleri diye niteliyorsak, 1960’dan sonra yapılan bu demokratik devrimleri de Gürsel Devrimleri olarak nitelemek uygun olur düşüncesindeyim. 1971’den sonraki yıllarda bu örgütlerin kuralları her ne kadar kısıtlanmış veya sulandırılmışsa da, bugüne kadar bu örgütler ayakta durmaktadır. Bu, 1960’larda ekilen devrim tohumlarının geçen onyıllar içinde bir bakıma meyvelerini vermiş olduğunu gösteriyor.

Yassıada Mahkemeleri

27 Mayıs hareketinden sonra başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes olmak üzere siyasi liderler, bakanlar, Demokrat Parti milletvekilleri, diğer DP’liler tutuklandılar ve İstanbul açıklarında Marmara Denizinde bulunan Yassıada’ya nakledilip, hapsedildiler. Toplam olarak 592 sanık ile 14 Ekim 1960’da başlayan ve 19 değişik dava ile devam eden Yassıada mahkemeleri bütün Türkiye’de radyo ve gazetelerde yakından izlendi. Hatta halkın vapurla Yassıadaya gidip bu mahkemeleri izlemesine izin veriliyordu. Babam ve Mediha teyzem bu fırsattan yararlanarak Yassıada’ya gitmişler ve bazı davaları yakınen izlemişlerdi.

Yassıada mahkemeleri bir yıla yakın sürdü ve cezalar 15 Eylül 1961’de açıklandı. 15 kişi idam ve 31 kişi müebbet hapise çarptırıldı. 418 sanık hakkında da değişik hapis cezaları verildi. MBK 15 idam cezasından ancak dördünü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamını onayladı. Ancak Celal Bayar’ın 65 yaşının üstünde bulunması nedeniyle cezası müebbet hapise çevrildi. Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idam cezaları bir iki gün sonra infaz edildi. Daha sonra öğrendik ki 22 üyelik MBK’daki idamlarla ilgili oylama için 13 evet ve 9 hayır oyu verilmiş, MBK Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel hayır oyu kullanmış ve evet oylarının çoğunluğu kurmay albay rütbesindeki genç subaylarmış.

27 Mayıs harekâtı birçok devrimler getirdiyse de, Yassıada mahkemeleri, verilen cezalar ve özellikle idam cezaları Türk Cumhuriyeti tarihinde büyük bir lekedir. Menderes ve DP’liler muhakkak ki 1950-1960 döneminde pek çok hatalar yaptılar ve kanunlara aykırı girişimlerde bulundular. Özellikle son yıllarında muhalefete karşı aldıkları antidemokratik tavırlar ve yaptıkları eylemler hem çok yanlış hem de cezayı gerektirecek hareketlerdi. Fakat demokratik bir ülkede bunların çoğunun tek çaresi yeni seçimlerdir. Ayrıca eğer bütün idam cezaları müebbet hapse çevrilse ve idam durumu olmasaydı, bu leke o kadar kötü olamazdı. Birçok batılı ülkelerin yanısıra İsmet İnönü de dâhil olmak üzere ülkenin önde gelen liderleri de bu idamların yapılmaması için çağrıda bulunmuşlardı. Fakat MBK’nin çoğunluğunu oluşturan bu 13 subay idamların gerçekleşmesinde direnmiş.

Sonraki yıllarda 27 Mayıs harekâtının Amerika’nın CIA örgütü tarafından ayarlanmış olabileceği tartışılmaya başlandı. Gerçi ben bu iddiaya pek inanmamakla beraber, üç ayrı nokta böyle bir komplonun mümkün olabileceğine dair şüpheler yarattı. Birincisi Adnan Menderes Haziran ayında ilk defa Moskova’yı ziyaret ederek Sovyetler’den yardım almayı planlıyordu. Menderes’in Amerika ve Batı Avrupa ülkeleriyle arası açılmıştı. Ülke hazinesi iflas noktasına gelmişti ve Sovyetler’den destek görmek ve yardım almak planlanıyordu. Soğuk Savaş’ın sürdüğü bu yıllarda böylesi bir dış politika Amerika’nın hiç işine gelmezdi. İkincisi, bu askeri harekâtı başlatan bütün genç subaylar, örneğin Alparslan Türkeş, Amerika’da veya Amerika tarafından eğitilmiş subaylardı. Üçüncü nokta ise gerek Türkeş 27 Mayıs radyo beyanında gerek Orgeneral Gürsel ertesi günkü basın toplantısında Türkiye’nin NATO’ya olan bağlılığını gayet kesin bir şekilde belirtmeleri ve en önemlisi Amerikan hükümetinin Türkiye’deki bu yeni idareyi hiç vakit kaybetmeden resmen tanımasıydı.

1962 ve 1963 Askeri Darbe Teşebbüsleri

Genç subayların çoğu, ortaya çıkan yeni düzenden memnun değildiler. Demokrat Partinin diğer partiler adı altında tekrar iktidara geleceğinden, tutuklananların affedileceğinden ve 27 Mayıs harekâtını yapanların tutuklanacağından korkuyorlardı. Aynı zamanda devrimlerin yeteri kadar ileri olmadığı veya gerçekleştirilmediği görüşündeydiler. Bu gurubun başında Kara Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir vardı. Bu gurup, askeri yönetimin sürmesi, otoriter reformculuk, parlamentarizmi küçük görme gibi görüşlere sahipti.

Adnan Menderes ve iki diğer bakanın idamlarından bir ay sonra, 15 Ekim 1961’de Genel Seçimler yapıldı. Demokrat Partinin tabanını temsil eden üç yeni parti, Adalet Partisi ve iki küçük parti toplam olarak çoğunluğu kazandılar. İsmet İnönü’nün başında bulunduğu CHP azınlıkta kaldı. Fakat İnönü’nün başkanlığında CHP ve AP bir koalisyon hükümeti kurdular. Adalet Partisi Süleyman Demirel’in liderliğinde, bir bakıma Demokrat Parti’nın devamı gibiydi.

İsmet İnönü hükümeti,  aralarında Talat Aydemir’in de olduğu bir grup subayı, yeni bir askeri darbeyi önlemek için değişik yerlere atadılar. Bu atamalar ve bazı tutuklamalara karşı Aydemir 21 Şubat 1962’de Ankara’da bazı birliklerin katılmasıyla bir darbe düzenledi. Fakat ordunun büyük çoğunluğu, özellikle Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay,  İsmet İnönü’yü desteklediği için Aydemir teslim oldu ve emekliye ayrıldı.

Fakat Aydemir darbeci girişimlerine devam etti ve 20 Mayıs 1963’de anayasanın gerektirdiği reformların gerçekleştirilmediği gerekçesiyle, Kara Harp Okulu öğrencilerinin katılımıyla yeni bir askeri darbe düzenledi. Alparslan Türkeş’in de darbecilerle işbirliği yapıp iki liderli bir darbe planladıkları daha sonra ortaya çıktı. Fakat darbeden kısa süre önce iki liderin arasında anlaşmazlık çıkınca, Türkeş, Genel Kurmay Başkanı’nı durumdan haberdar etmiş. Bu girişim de İnönü ve Sunay’ın çabalarıyla bastırıldı. Bu sefer Aydemir mahkemede yargılandı, idama mahkûm edildi ve cezası uzun süren tartışmalardan sonra 1964 Temmuz’unda infaz edildi. Talat Aydemir olaylarının detaylarını yıllarca sonra, ODTÜ’de öğrenciyken okudum, öğrendim. Ayrıca öğrendim ki Talat Aydemir, Kurtuluş Savaşı’na katılan fakat daha sonra TBMM’ne karşı isyan hareketi başlatan Çerkez Ethem’in yeğeniymiş ve İsmet Paşa (İsmet İnönü) onun Kurtuluş Savaşı sürerken çıkardığı isyanı bastırıp Türkiye’den kaçmasına neden olmuş. Talat Aydemir, geçmişten gelen bu nedenle İnönü’den nefret ediyormuş. Ayrıca 27 Mayıs ihtilalinin yapıldığı günlerde Kore’de görevliymiş ve Türkiye’ye döndüğünde MBK’ya girme isteği geri çevrilmiş. Dolasıyla dışlanmanın verdiği pisikoloji de Talat Aydemir’in darbe teşebbüslerinde rol oynamış!

Kısacası, İsmet inönü’nün gayretleri sayesinde Türkiye tekrar kötü maceralara sürüklenmekten kurtarılmışdır. Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş fakat onun ölümünden sonra İsmet İnönü, hem ülkenin İkinci Dünya Savaşı’na girmesini önlemesi, hem çok partili demokrasiye sulh içinde geçilmesini sağlaması, hem de 1960 ihtilali sonrası yaşanan krizlerin üstesinden gelmesiyle  “İkinci Adam”  olma ünvanını hakkıyla kazanmıştır. Bu anlamda her Türk ona şükran duymalıdır.

İsmet İnönü’yle ilgili bir anıyı burada anlatmakta fayda var. John F. Kennedy’nin suiskatından sonra İnönü taziye için Başkan Johnson’u Beyaz Saray’da ziyaret etmeye gider. Fakat İnönü Amerika’ya vardığında koalisyon ortağı Ekrem Alican’ın girişimi ile hükümetin düşürüldüğünü öğrenir. Beyaz Saray’a haber verip artık başbakan olmadığı için randevuyu iptal etmek ister. Fakat Başkan Johnson, İnönü’nün tarihi ve siyasi kişiliğine saygı duyduğundan iptali kabul etmez ve İnönü’yü görüşmeye davet eder.  Fakat aynı Başkan Johnson bir yıl sonra, Kıbrıs’da yaşanan dramatik olaylardan dolayı İnönü’ye NATO silahlarının Kıbrıs’ta kullanılmamasıyla ilgili meşhur “uyarı mektubu”nu yollar!

İnönü ile ilgili hoş bir anı da 1960’lı yıllarda en önemli rakibi olan Süleyman Demirel tarafından, İnönü’nün vefatından sonra anlatılmıştır. Adalet Partisinin lideri olan Süleyman Demirel 1965 seçimlerinin galibi olarak iktidara gelip başbakan olduğunda, bir tören için Anıt Kabir’e gider. Törende bir adım arkasında duran İnönü, tören yürüyüşü başlamadan önce kendisine, “devletin tüm rakamlarına hâkim olduğunuz söyleniyor, acaba Anıt Kabiri’in kaç basamak olduğunu biliyor musunuz?” diye sormuş. Demirel bilmediğini söylemiş. Ama merdivenleri çıkarken basamakları tek tek saymış. Dönüş yolunda İnönü’ye kaç basamak olduğunu söylemiş. İnönü için “Öyle tecrübeli ve kurnaz bir liderdi ki, ülkenin başbakanına basamakları tek tek saydırmayı başardı” demiştir.            

Soldaki Gelişmeler

1961 Anayasasının bir önemli etkisi de, CHP’nin solunda olan girişimlere yeşil ışık yakmasıdır. Anayasanın onaylandığı yıl, 12 sendikacı Türkiye İşci Partisi’ni (TİP) kurar ve partinin başına Doçent Dr. Mehmet Ali Aybar seçilir. Başlangıçta TİP sosyalist bir parti olduğunu söylemekten kaçınır, fakat zaman içinde bu ideolojik terimi kullanmaya başlar. 1965 seçimlerinde yurt çapında sadece %3 oy almalarına rağmen, TBMM’ne 15 milletvekili sokmayı başarırlar. Ünlü gazeteci Çetin Altan bu milletvekilleri arasındadır ve TİP parlamentoda gayet etkili bir muhalefet görevi üstlenir. Sadece bu bile temsili demokrasinin Türkiye’de başladığını gösterir. Ancak diğer partiler, özellikle sağcı partiler bu tip muhalefeti TBMM’de görmemek için seçim barajı sistemi getirirler. Ayrıca fiziki ve kanuni baskılar görülmeye başlar, özellikle Çetin Altan’a karşı meclis içinde saldırılar olur. Yeni seçim barajı da TİP’in daha sonraki seçimlerde oylarını arttırmasına rağmen TBMM’ne milletvekili sokamamasına yol açar.

12 Mart 1971’deki askeri darbesinden sonra kurulan hükümet ve sıkıyönetim idaresi Türkiye İşci Partisi’ni kapatır, parti liderleri tutuklanır ve 15 yıla kadar ağır hapis cezalarına çarptırılırlar.  1961 Anayasası’nın sağlamış olduğu özgürlük ortamı on yıl sonra sona ermektedir. Ben her ne kadar Türkiye İşci Partisi’nin görüşlerini benimsememişsem de Çetin Altan’ın gazetelerdeki yazılarının çoğunu okumuştum ve görüşlerinin çoğunu paylaştığımı hatırlıyorum.

1960’larda CHP’de de önemli gelişmeler meydana geldi. İsmet İnönü parti başkanlığını devam ettirmekle beraber partinin içinde farklı görüşler oluştu. Nihat Erim başkanlığında olan bir grup, İnönü tarafından Talat Aydemir’in darbe teşebbüslerini desteklemekle suçlanarak, 1963’de partiden atıldı. Erim daha sonra, 1971 askeri darbesinin ardından başbakan olacak ve 1961 Anayasası’nı önemli ölçüde kısıtlayacaktır.

Daha fazla güç kazanan bir grup, o zamanların Çalışma Bakanı olan Bülent Ecevit’in önderliğinde CHP’yi politik yelpazede merkez solda konumlaştırmak istiyorlardı. Ecevit, Çalışma Bakanı olarak işçi haklarına dair sendikalar, toplu sözleşme, grev gibi yasaların TBMM’den geçmesini sağlamış ve CHP’nin yeni siyasi temellerini atmıştı.

1965 yılında, CHP kurultayında “Ortanın Solu” programı tanımlanarak demokratik devletçilik, planlı kalkınma, sosyal adalet gibi prensipler ön plana geldi. Her ne kadar İsmet İnönü “Ortanın Solu” terimini ilk kullanan liderse de, bu programın detaylarını belirleyen Bülent Ecevit ve Turhan Feyzioğlu’ydu.  1965 Genel Seçimlerinde CHP orta sol politikasıyla fazla başarılı olamadı. Adalet Partisi (AP), Süleyman Demirel başkanlığında çoğunluğu kazanarak, iktidara geldi. 1966 yılında, ben Kadıköy Koleji’nde liseye başladım. Bülent Ecevit’in yazdığı Ortanın Solu adlı kitabını aldığımı ve dikkatle okuduğumu hatırlıyorum.

Bülent Ecevit, İnönü’nün desteği ile 1966’da CHP Genel Sekreteri seçildi. Ortanın solu programı devletçiliğin ilerletilmesi, petrolün millileştirilmesi ve toprak reformu gibi girişimleri öneriyordu. Ecevit’in bir sloganı: “Toprak işleyenin, su kullananın” idi.  Turhan Feyzioğlu ve daha muhafazakâr kimseler 1967’de partiden ayrılarak Güven Partisi’ni kurdular.

12 Mart 1971’de askeri müdahaleden sonra, Demirel hükümeti istifa etti ve Nihat Erim başbakanlığında teknokrat ve partilerüstü bir hükümet kuruldu. Partilerin hükümete bakan katkılarının dışında, Dünya Bankası’nda çalışmakta olan Atilla Karaosmanoğlu Türkiye’ye çağrılarak başbakan yardımcılığı görevi verildi. Karaosmanoğlu en genç başbakan yardımcısı olmasının yanı sıra, çok zeki ve liberal görüşlü bir iktisatçıydı. Erim hükümetine uluslararası arenada itibar getirmesi ve Türkiye’de bazı ekonomik reformlar yapabileceği düşünülüyordu. Ben o yıllar ODTÜ’de öğrenciydim ve siyasi olayları yakından takip ediyordum. Fakat Erim hükümeti her yerde sıkıyönetim ilan etti, birçok sol görüşlü kişiler tutuklanıp hapsedildi, hatta bazı idamlar oldu. Grevler yasaklandı ve anayasada geriye dönük büyük değişiklikler yapıldı. Karaosmanoğlu bunlara dayanamadı ve sekiz ay sonra istifa etti. ODTÜ’ye öğretim üyesi olarak gelmek istedi. Üniversite öğretim kurulu bu talebi onayladı, fakat politikacılardan oluşan ODTÜ mütevelli heyeti karşı çıkınca, Türkiye’yi terketti. Dünya Bankası’na geri döndü ve bir daha Türkiye’de görev yapmadı. Karaosmanoğlu Dünya Bankası’nda Başkan yardımcılığına kadar yükseldi. Maalesef, Türkiye’de siyasi iktidarın kıymetini bilemediği ve yararlanamadığı bir insandı. Ben o zamanlar buna çok üzülmüştüm.

1972’de İsmet İnönü CHP başkanlığından istifa etti ve Bülent Ecevit partinin başına geldi. Bu şekilde İsmet İnönü’nün 49 yıllık politik hayatı sona erdi. Ecevit başkanlığında CHP 1973 seçimlerinden başarılı çıkınca, Bülent Ecevit Başbakan oldu ve Milli Selamet Partisi ile koalisyon hükümeti kurdu. Bu arada İnönü 25 Aralık 1973’de 89 yaşında vefat etti. Anıt Kabir’de Atatürk’ün mezarının bulunduğu sütunlu yapının tam karşısında özel olarak yapılan bir mezara defnedildi. Eşimle beraber 2018’de Anıt Kabir’e son gittiğimizde, İnönü’nün de kabrini ziyaret ettik ve biz Türkler için yapmış olduğu nice katkıları tekrar aklımdan geçirdim.

Bu arada, annem ve babam 1960’lı ve 1970’li yıllarda hep CHP’yi tutmuşlar ve CHP adaylarına oy vermişlerdi. Ben de o yıllarda İnönü ve Ecevit’i destekleyen, CHP yanlısı görüşlerim olduysa da hiç oy kullanmaya fırsatım olmadı. 1961 Anayasası seçme hakkı için asgari yaşı 21 olarak tesbit ettiği için 1972’ye kadar oy kullanmam mümkün değildi. Ondan sonraki Genel Seçim 14 Ekim 1973’deydi ve ben Türkiye’den ayrılmış, Kanada’da lisansüstü eğitimime başlamıştım.

CHP’de, ailemizin en etkin üyesi teyzem Güler Gürpınar’dı. Güler teyzem Ankara’da öğretmenlikten emekli olduktan sonra CHP’ye üye oldu. Partinin Kadınlar Kolu’nda birçok faaliyetlere katıldı ve Kadınlar Kolu Başkanı seçildi ve uzun süre bu görevde kaldı. Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit’in de yakın arkadaşıydı. Bir diğer aile ferdi, annemin dayısı Cahit Kayra ise 1973’de kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetinde CHP kanadından Enerji Bakanlığı görevini üstlenmişti. Buradaki resimde soldan sağa, annem, Gönül Kayra, Rahşan ve Bülent Ecevit ve Cahit Kayra görünüyor.

İşcilik Gelişmeleri

1961 Anayası’nı hazırlayan Kurucu Meclis Türk-iş’den altı işçi temsilcisini de kapsıyordu. Dolayısıyla yeni anayasa işçi haklarına büyük önem veriyor, ilk defa sosyal devlet uygulamalarına da yer vererek işçilerin sendika kurma, sendikalara üye olma ve üyelikten ayrılma hakkı güvence altına alınmış oluyordu. Örneğin, Anayasının 47.  maddesi ile Türkiye’de ilk kez grevli toplu sözleşme hakkı tanınıyordu. Bu tip işçi haklarıyla 1961 Anayasası, o dönemde dünyada ‘toplu sözleşme ve grev hakkını’ güvence altına alan ender anayasalardan biri olmuşdu. Anayasa’nın onaylanmasından sonra, 1960’ların en önemli işçi haklarıyla ilgili gelişmeler arasında sendikalar kanunu ve toplu sözleşme, grev, lokavt kanunları çıkarılması, yeni sendikaların kurulması, özellikle devlet memurları ve öğretmenlerin de sendikalaşma hakkını kazanmış olması sayılabilir.

1966’da Paşabahçe Şişe ve Cam fabrikalarında başlayan grev bazı sendikalar tarafından desteklenirken, Türk-İş bu grevi desteklemediği gibi, destekleyen sendikaları konfederasyondan çıkardı. Bu sendikalar ve Türk-İş’den ayrılan diğer sendikalar 1967 yılında Devrimci İşci Sendikaları Konfederasyonu’nu (DİSK) oluşturdular. İlk yıllarında DİSK, Türkiye İşci Partisi’ni desteklerken, Türk-İş iktidarda hangi parti varsa onu destekliyordu. Dolayısıyla bazen CHP, bazen AP’yi desteklediğini hatırlıyorum. Aynı zamanda, ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama Türk-İş’in Amerikan yardımıyla ayakta durduğu görüşü vardı. İşcilerden mi yoksa işverenlerden mi yana olduğu belli değildi. Öte yandan, 1970’lerde Ortanın Solu politikasından etkilen DİSK, Türkiye İşci Partisi yerine CHP’yi desteklemeye başladı. Bülent Ecevit’in bu yöndeki çabaları sonuç veriyordu.

1970 yılından itibaren işçi haklarında kısıtlamalar başladı. Öncelikle sendikaya üye olma ve sendikalaşma önlenmeye gayret edildi. 1971 yılından sonra yapılan Anayasa ve kanun değişiklikleriyle memurlar ve öğretmenler sendikalaşma ve grev haklarını kaybettiler. 12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbeden sonra DİSK tamamen kapatıldı.

1960’ların diğer bir sosyal gelişmesi yurt dışından, özellikle Almanya’dan gelen talep üzerine yurt dışına çok sayıda Türk vatandaşının çalışmak üzere göç etmesidir. Almanya ile Türkiye arasında çeşitli anlaşmalar imzalanarak bu işçi transferi teşvik ediliyordu. 1965 yılında annem de bu işe kalkıştı ve iki aylığına Almanya’ya gitti. Aynı yıl Almanya’daki Türk işçi sayısı yarım milyonu geçmişti. Bunun Türkiye’deki işsizlik sorununa bir çeşit çözüm getirdiği söylenebilir. Ayrıca Almanya’daki Türk işçilerin gönderdikleri paralar da dış ödeme dengesini bir derece rahatlatıyordu.

Kıbrıs Gelişmeleri 

1959 Aralık ayında bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş ve cumhurbaşkanlığına Rum kesiminden başpiskopos Makarios ve başkan yardımcılığına da Türk toplumundan Dr. Fazıl Küçük getirilmişti. Fakat EOKA adlı adanın Yunanistan’a bağlanması (ENOSİS) için çalışan aşırı milliyetçi Kıbrıslı Rum silahlı örgüt 1963 Aralık ayında Türklere yönelik saldırılara başladı. Bu iki topluluk arasındaki kanlı çatışmalar kaçınılmaz olarak Yunanistan ile Türkiye arasında yüksek gerilime yol açtı. Türkler’e uygulanan baskı ve ölümcül saldırılar artınca, baştaki İsmet İnönü hükümeti 1964 Ağustos ayında Hava Kuvvetlerine Kıbrıs semalarında ihtar uçuşları yaptırdı. Fakat katliama dönüşen saldırıların devam etmesi üzerine, askeri hedeflerin bombalanması başladı. İki günlük bir bombalanmadan sonra hem Amerika’nın hem de Sovyetler’in baskılarıyla bir askeri çıkarma şeklinde müdahaleye girişilmedi.

Bir süre adada sükûnet devam ettiyse de 1967’de yeniden iki toplum arasında çatışmalar başladı. Bu arada ben Kadıköy Koleji’ndeyim ve bizim sınıfa dışardan transfer olarak Raif Denktaş adında gayet zeki ve yakışıklı bir öğrenci geldi. Babası Rauf Denktaş, Kıbrıs Türk cemaatinin başkanıydı. Raif’in sınıfımızda bulunması hepimizin Kıbrıs olaylarını yakından takip etmemizi sağladı. Ayrıca 1968’de yeni Kimya hocamız, Vedat Azmi de Kıbrıslı Türk’tü ve bizim okula gelmeden önce Kıbrıs’da mücahit olarak Rumlar’la çarpışmış bir kişiydi. Dersler dışında, onunla bu konuyu sık sık konuştuğumuzu hatırlıyorum.

Soğuk Savaş

2. Dünya Savaşı sırasında geçici bir müttefiklik ilişkisi yaşayan Amerika ve Sovyetler Birliği, savaştan sonra dünya liderliği ve üstünlüğü için kıyasıya yarışmaya başladılar. Amerika önce Kuzey Atlantik Paktı (NATO)’yu kurdu. NATO üyeleri ve diğer anti-komünist ülkeler Batı Bloku olarak tanımlanıyorlardı. Bunu takiben Sovyetler, Varşova Paktı’nı kurarak kendi komünist blokunu oluşturdu. Her iki blok da dünya üzerinde nüfuz kurmak için pek çok girişimlere kalkıştılar. 1947 Mart’ında Amerikan Başkanı Truman’ın doktriniyle başlayan ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla biten Soğuk Savaş döneminde jeopolitik gerginlikler bu iki blokun arasında pek çok olaylara, uluslararası sürtüşmelere ve yan-savaşlara (proxy wars) yol açtı.

1948-1949 Sovyetler’in Berlin Ablukası, 1950-1953 Kore Savaşı, 1956 Macaristan Ayaklanması, 1956 Süveyş Kanal Krizi, 1960 U-2 Casus Uçak gerginliği, 1961 Berlin Krizi, 1962 Küba Füze krizi ve 1968’de Çekoslovakya Prag Baharı’nın bastırılması Soğuk Savaşın en önde gelen olaylarını oluşturuyor. Bunların bir kısmına, özellikle Türkiye’yi direk olarak etkilemiş olanlara aşağıda detaylı olarak değineceğim.

Soğuk Savaş’ın tüm dünyayı ilgilendiren en önemli özelliği, tarafların nükleer silahlanma yarışına girmesiydi. Bu uğurda hem Amerika hem de Sovyetler Birliği binden fazla nükleer bomba denemeleri yaptılar ve uzun menzilli güdümlü füzeler geliştirdiler. Bu karşılıklı silahlanma yarışı bütün dünyayı hem politik ve hem de ekonomik yönden etkiledi. Amerika’nın 2. Dünya Savaşı’nın sonunda, Hiroşima’ya (6 Ağustos 1945) ve Nagasaki’ye (9 Ağustos 1945) attığı atom bombalarından sonra Sovyetler de dört yıl sonra, 29 Ağustos 1949’da ilk atom bombası testini yaptı. Dolayısıyla ben doğmadan bir yıl önce, nükleer silahlanma yarışı çoktan hız kazanmıştı. Sovyetler, Soğuk Savaş sürecinde toplam 715 nükleer test yapmış. Amerika’nın nükleer test sayısı ise 1030’a ulaşmış.

Kore Savaşı ve NATO’ya Katılım

Kore Savaşı 1950 yılının Haziran ayında, ben doğmadan sadece birkaç ay önce başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kore, kuzeyi Sovyet Rusya’nın işgalinde, güneyi ise Amerikan yönetimi altında olmak üzere 38. paralel ile ikiye bölünmüştü. Savaş, Kuzey Kore’nin güneye saldırması ile başladı. Kuzey ordusunun arkasında Sovyetler Birliği ve Çin desteği vardı. Güney tarafı ise Birleşmiş Milletler güçleri adı altında Amerika ve bir çok ülkenin desteğini almıştı. Savaşta, Kuzey’in Amerikalılar tarafından sürekli bombalanması ve Koreliler üzerinde atom bombası kullanma tehditleri konuyu tartışmalı hale getiriyordu. Silahlı çatışmalar, üç yıl sonra, Temmuz 1953’de bir ateşkesle sona erdi ancak bir barış anlaşması imzalanmadı.

Amerikan Başkanı Truman Kore Savaşının başlangıcında termonükleer hidrojen (H) bombasının geliştirilmesi için emir vermişti ve 1952’de ilk H-bombasının denemesi yapıldı. Sovyet Rusya geri kalmadı ve ertesi yıl onlar da H-bombasını test ettiler. Daha sonraki yıllarda İngiltere, Fransa, Çin, Hindistan, hatta İsrail de H-bombasına sahip oldular. Bu yıllarda nükleer ve termonükleer silahlanma yarışı büyük bir hızla devam etti.

Türkiye’nin Kore savaşındaki rolü de çok tartışmalıydı. Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye saldırması Amerika için bir sürpriz oldu ve Güney’i savunmak için hazırlıksız yakalandılar. Güney’i savunmak için savaşa giren Amerikalıları destekleyecek Birleşmiş Milletler (BM) kararı alındı ve bir BM askeri gücü oluşturulmasına karar verildi. 22 ülke, Birleşmiş Milletler Komutanlığı’na askeri veya tıbbi personel göndermeyi kabul etti. Adnan Menderes hükümeti katkıda bulunmaya öylesine hevesliydi ki, TBMM’ye danışma gereğini bile hissetmeden Kore’ye bir tugay asker gönderme kararı aldı. Bu Türk Tugayı, Amerikan 25. Piyade Tümeni’ne bağlıydı.  Aslında bu Türk Tugayı, ABD Kuvvetlerine bağlı tek tugay büyüklüğünde olan birlikti. 1950-1953 yılları arasındaki bu savaşa 15,000 Türk askeri yollandı ve bunların 700’den fazlası şehit oldu. Kore Savaşı’ndan sonra, Türkiye 1959 yılına değin bir Türk tugayını Güney Kore’de tuttu. Aslında 7. Türkiye Cumhurbaşkanı Kenan Evren bu tugayın son iki yılında Kore’de görev yapmıştı.

Türkiye’nin yanısıra Yunanistan’ın da, Kore Savaşına katılması ve ABD’nin yanında BM gücünde rol almasının en önemli nedeni her iki ülkenin NATO’ya dahil olma isteğiydi. Türkiye’nin NATO’ya girme isteği, sadece Sovyetler’in ülkemiz üzerinde yarattığı güvenlik sorunlardan kaynaklanmıyordu. Aynı zamanda ordusunun modernleşmesi ve politik olarak batı dünyasına ait olma arzusu da bu kararda etkin olduğu söylenebilir. Son tahlilde Kuzey ve Güney Kore arasındaki savaş ve Sovyetler’in bu savaşta oynadığı rol, bu ülkenin Türkiye üzerindeki emellerine örnek olabilirdi. Hem Türkiye hem Yunanistan 1949’da kurulan NATO’ya dahil olarak Sovyetler’in böyle bir girişimine engel olmak istiyorlardı.  İtalya’nın daha kurulduğu yıl NATO’ya dâhil edilmesi Akdeniz ve Ortadoğu güvenliği açısından Türkiye’de “yanlız bırakılma” endişesi yaratmıştı. NATO’ya girmek için ABD ve İngiltere ile İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde başlayan görüşmeler, Celal Bayar 1950’de görevi devraldıktan sonra da devam etti. Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle barışcı ve demokratik bir şekilde iktidar değişimi ve arkasından Kore savaşının başlamasıyla Türkiye’nin batı güçleriyle istekli bir şekilde bu savaşa katılması, özellikle Amerikan yönetimini ve kamuoyunu Türkiye’nin NATO’ya dâhil edilmesi için ikna etti. Türkiye ve Yunanistan Şubat 1952’de NATO’ya diğer üyelerle aynı şartlarla katıldılar.

Türkiye’de Menderes hükümeti bu dönemde beş ayrı askeri anlaşma imzalamıştı. Birinci anlaşma, NATO kuvvetleri statüsü anlaşmasıydı ve bütün NATO ülkeleri tarafından imzalanmıştı. İkinci anlaşma Türkiye’deki Amerikan kuvvetlerinin statüsüyle ilgiliydi. Bu anlaşmanın ancak bazı kısımları TBMM’ye sunulmuş, geri kalan kısmı ise gizli tutulmuştu. Gizli tutulan kısımlarda Türkiye’ye gelecek Amerikan Kuvvetleri için Türk hükümetinden izin alınmayacağı, hatta önceden bildirilmeyeceği, Amerika’nın Türkiye sınırları içinde her istediği yerde üs kurabileceği, istediği şekilde genişletebileceği ve bu üsleri istediği şekilde kullanabileceği ve NATO prensiplerine aykırı olarak, bu üsler için hiçbir kira ödemeyeceğini içeriyormuş. Diğer gizli anlaşmalarla Amerikan personelinin işlediği suçların Türk yargısına tabi olmayacağı belirtilmiş, Amerikan personelinin kendi posta ve radyo şebekelerini kurma izinleri verilmiş. Menderes hükümetinin yaptığı bu anlaşmaların çoğu Türkiye’nin egemenliğine açıkça çiğnemekte olup, Türkiye’de 1960’lardaki anti-Amerikan protesto gösterilerinin en önemli nedenlerinden biri olmuştur.

Ben ODTÜ’de 1969’da öğrenime başlarken, Türkiye’de 101 tane Amerikan askeri üssü vardı. Bunlar NATO üslerinin dışında, Amerika ile imzalanan gizli anlaşmaların çerçevesinde kurulan üslerdi. Bazı üsler Orta Doğu, Kafkaslar, hatta Sibirya’daki Sovyetler’in askeri, stratejik ve nükleer eylemlerini izlemek için kullanılıyordu. Daha sonraki yıllarda Amerika’da tanıştığım birçok arkadaş askerlikleri sırasında Türkiye’deki üslerde bulunduklarını, örneğin Sinop’daki bir üsden Sovyetler’in askeri konuşmalarını dinlediklerini anlatmışlardı.

Bu askeri üslerin en büyüğü 1951’de inşasına başlanan ve 1954’de faaliyete geçen İncirlik Üssü’dür. Bu üs, Türk hükümetlerinin hiç haberi olmadan Amerikalılar tarafından birçok uluslararası eylemlerde kullanılmıştır ve bu durum hala devam ediyor olabilir. Ben 1966’da kardeşim Ercüment ile babamı ziyaret için Adana’ya gittiğimde, İncirlik Üssü’nde yaklaşık 20,000 Amerikalı asker ve ailesi bulunuyormuş.

U-2 Casus Uçak Olayı

Bu durumun en güzel örneği 1960 Mayıs’ında ortaya çıkan U-2 casus uçağı krizidir. Sovyetler 1 Mayıs 1960’da, Amerika’ya ait bir U-2 casus uçağını Rusya üzerinde fotoğraf çekerek keşif yapmaktayken düşürdüler ve paraşütle atlayan pilotunu esir aldılar. Amerika önce bunun bir meteoroloji keşif uçağı olduğunu iddia ettiyse de sağ olarak yakalan pilotun itiraflarından sonra bunun Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) kontrolünde olan bir casus uçağı olduğu ortaya çıktı. Ayrıca U-2 uçağının ve pilotun İncirlik’te üslenmiş olduğu öğrenilince,  Sovyetler Türkiye’yi tehdit ettiler. Daha sonra pilot Pakistan’dan kalkıp Norveç’e doğru uçtuğunu beyan edince durum biraz yumuşadı. Fakat U-2 uçağı önce İncirlik’ten kalkmış, Pakistan’a gitmiş ve oradan hava durumu uygun olunca, Sovyet hava sahasına girmiş. Her ne kadar, Sovyetler’in ne gibi nükleer ve güdümlü füze geliştirdiklerini öğrenmek Türkiye’nin de dâhil olduğu Batı Blok’u için gerekliyse de, bu tip casusluk eylemlerin Türk hükümetinin haberi ve izni olmadan yapılmış olması, Türkiye’nin egemenliğini sarsmakta ve ülkeyi Sovyet tehdidine açık hale getirmekteydi.

Küba Domuzlar Körfezi Olayı ve Füze Krizi

Ertesi yıl, 1961 Nisan ayında CIA tarafından organize edilen ve eğitim verilen 1,400 kadar Kübalı sürgün,   Amerikalı komando askerler eşliğinde Küba’nın Domuzlar Körfezine (Bay of Pigs) çıkartma yaparak Fidel Castro rejimini devirmek istediler. Bu çıkartma planı Amerikan Başkanı Eisenhower döneminde hazırlanmıştı fakat John F. Kennedy başkanlığı sırasında uygulamaya konuldu.  Çıkartma ilk anda başarılı gibi göründüyse de uluslararası camianın olumsuz tepkisi sonucu John F. Kennedy Amerika ordusunun hava ve deniz desteğini kesince, çıkartma fiyasko ile sonuçlandı. Bu girişimden Fidel Castro kahraman olarak çıktı ve daha popüler oldu. Buna karşın Kennedy, yanısıra Amerikan yönetimi, küçük düştü ve Kennedy’nin dünya üzerindeki etkisi ciddi ölçüde zayıfladı. Bu olayın bir diğer önemli sonucu Castro ile Sovyetler’in birbirine yakınlaşması oldu.

Amerika 1959’da Menderes hükümetiyle vardığı bir anlaşma sonucu 1961 yılında Türkiye’de güdümlü füzeler yerleştirmeye başlamış. Sovyetler’le yakınlaşan Castro, onlardan güdümlü füzelerini Küba’ya yerleştirmesini istedi. Kennedy’nin zayıfladığını düşünen Sovyet lideri Kruşçev, Küba’ya orta menzilli füzeler yerleştirmeye başladı. Amerikan U-2 casus uçakları 1962 Ekim ayında bunları tespit edince, Kennedy Küba’yı denizden abluka altına alıp yeni füzelerin gelmesini önledi ve getirilenlerin iadesini talep etti. Kennedy ile Kruşçev arasında yoğun tartışmalar ve karşılıklı tehditler sonunda Sovyetler Küba’daki füzelerini geri çekmeye razı oldular. Bunun karşılığında Kennedy Türkiye’deki orta menzilli füzelerini sökmeyi kabul etti. Türk hükümetinin o sıralarda bu füzelerin varlığından haberdar olup olmadığını bilmiyorum! Türk halkına bu bilgi 40 yıl sonra ulaştı. Yani, bu füzelerin varlığı ve Küba krizinden sonra söküldüğü 40 yıl Türk halkından gizlendi.

Ayrıca o sıralarda toplanan NATO konseyinde Avrupalı NATO üyeleri Amerika’nın, NATO üyelerine danışmadan Küba’da abluka ve hatta saldırı planları yapmasını eleştirerek, böyle tek taraflı girişimin Sovyetler’in Türkiye’ye aynı şekilde saldırı, özellikle güdümlü füzelerle saldırı olasılığını yarattığını ve tüm NATO’yu savaşa sürükleyebileceğini belirtmişler. Belki biz o günlerde pek farkına varmadık ama Türkiye bu Küba füze krizinden dolayı çok ciddi bir tehlikeye maruz kalmış. Kadıköy Koleji’nde Hazırlık sınıfındaydım ve okulda Amerikan Barış Gönüllüsü öğretmenler vardı. Bize bu Küba füze krizi sırasında Üçüncü Dünya Savaşı’na çok yaklaştığımızı söylemişlerdi.

Ich Bin Ein Berliner

26 Haziran 1963’de Amerikan Başkanı J.F. Kennedy Batı Berlin’de yüz binden fazla Almana hitaben, iki bin yıl önce, Romalıların “civis romanus sum” (Ben Roma vatandaşıyım) tabirine gönderme yaparak “İch bin ein Berliner” (Ben bir Berlin’liyim) sözlerini söyledi. J.F. Kennedy’nin sözkonusu Batı Berlin hitabı onun herhalde en meşhur konuşmalarından biridir ve çok kritik bir zamanda gerçekleşmiştir. Batı Berlin şehri dört bir tarafından Sovyetler’in kontrolünde olan Doğu Almanya ile çevrilmişti ve 1962’de Doğu Almanya Batı Berlin’in etrafını ‘Berlin Duvarı’ denen yüksek bir duvarla kapatmıştı. Soğuk Savaş’ın ortasında ABD ve Batı cephesi, Berlin Duvarı’na karşı ciddi bir tepki göstermemişlerdi. 1963 Haziran’ındaki J.F. Kennedy’nin Batı Berlin’e bu ziyaretinde yaptığı konuşma ve özellikle “İch bin ein Berliner” sözleri Amerika’nın Batı Berlin’i savunacağı hususunda Sovyetler’e yapılmış en ciddi uyarıydı.

Biz o zamanlarda Kadıköy Koleji’nde Amerikan Barış Gönüllülerinden (Peace Corps) İngilizce öğreniyorduk. J.F. Kennedy’nin bu konuşmasını ve bu sözlerini derslerimizde konuştuğumuzu ve tartıştığımızı hatırlıyorum. Türkiye bir NATO üyesi ülke olarak Soğuk Savaş’ın içindeydi ve Berlin Duvarı Doğu ile Batı Blokları arasında önemli bir problem olarak görünüyordu.

24 yıl sonra, Amerikan Başkanı Ronald Reagan, Kennedy’nin 1963’deki bu sözlerine referans vererek, o tarihte Sovyetler’in başında bulunan Gorbaçov’a “Take These Walls Down” (Bu duvarları yıkın) uyarısında bulundu ve iki ay içinde Berlin Duvarı çöktü!

Kennedy’nin bu ifadesi bende Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü aklıma getiriyor. Atatürk bu deyişi Cumhuriyetin 10.cu yılında yaptığı konuşmasında söylemiş. Ben ilkokuldayken bu sözleri tekrarladığımızı hatırlıyorum. Bugünlerde Atatürk’ün 90 yıl önce söylediği bu sözler ırkçı nitelikte bulunabilir veya kullanılıyor olabilir. Fakat benim görüşüme göre Atatürk’ün milliyetciliği devletin temelinin din birliği (ümmetcilik) değil, hatta soy birliği de değil, Türk vatandaşlığı ilkesidir. Çünkü Atatürk “Ne Mutlu Türk Olana” dememiştir. Etnik olarak Türk olmayanlar da, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını kabul etmiş ise devletin nezdinde ‘eşit vatandaş’ konumundadır.

Uzay Yarışı

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların kullandıkları V1 ve V2 roketleri bilim dünyasını da etkilemişti. Harp sonunda Amerikalılar ve Sovyetler bu roketlerden sorumlu Alman bilim adamlarını kapışmış ve kendi roket girişimlerimi başlatmışlardı. Hatta Sovyetler birçok Alman fabrikasını söküp Rusya’ya taşımışlardı. Fakat dünyanın çekim gücünü yenerek uzaya gidebilecek güçte roket geliştirmek uzun zaman aldı. Sovyetler uzaya ilk roketi, Sputnik uydusunu, 4 Ekim 1957 tarihinde yolladı.  Bu uyduyu dünya çevresinde yörüngeye koymak için Sovyetler kıtalar-arası güdümlü roketi kullanmışlar. Ben yedi yaşındaydım ve radyodan Sputnik’in bip bip sesini dinlediğimizi hatırlıyorum. Türkiye, Soğuk Savaş’ın tam ortasında bir NATO üyesi olarak, kuzeyinde kendine tehdit gördüğü Sovyet Rusya’nın böyle bir uyduyu dünya yörüngesine sokmasından ciddi olarak kaygılanmıştı. Gerçekte bu olay bütün dünyada heyecan yaratmış ve uzay çağının başlangıcı olmuştu.

Amerikan başkanı Eisenhower bu sürpriz karşısında uzayla ilgili girişimleri hızlandırdı ve sonuçta NASA’nın (National Aeronautical and Space Agency) kuruluşu gerçekleşti. Fakat Sovyetler yeni başlayan uzay yarışında epey ilerideydiler. 1959 yılında Sovyetler Birliği Luna 2 roketiyle ilk defa Ay’a sert iniş yaptılar. 1961 Nisan ayında Yuri Gagarin uzaya giden ve dünya çevresini dolaşan ilk insan oldu. 89 dakikalık dünya çevresindeki bu tur Sovyetler’in uzay yarışında büyük bir başarısı sayılır. Yuri Gagarin yanlız Rusya’da değil bütün dünyada meşhur oldu. Ben ilkokuldaydım ve bu konuyu konuştuğumuzu ve tartıştığımızı hatırlıyorum.

Daha sonra öğrenildi ki Sovyetlerin bu ilk yıllardaki başarılarının arkasında Ukraynalı Sergei Korelev adlı bilim adamı varmış. Korelev’in sayesinde, Sovyetler ilk 5 tonluk nükleer bomba taşıyabilen roketler (1954), ilk kıtalararası güdümlü füzeler (1957), daha sonra uzaya gönderilen ilk erkek kozmonot olan Yuri Gagarin (1961), ilk kadın kozmonot Valentina Tereşkova (1963), ilk üç kozmonotla seyahat (1964), ilk uzay yürüyüşü Alexi Leonov (1965) ve Ay’a ilk yumuşak iniş gibi büyük başarılar elde ettiler.

Amerikalılar geriden ağır adımlarla geliyorlardı, fakat birçok avantajları vardı. Alman roket bilim adamı Wernher von Braun önderliğinde roket teknolojisinde Amerikan uzay programı büyük hamleler yaptı. Von Braun 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya için V-2 roketlerini tasarlamıştı. Savaştan sonra yüzlerce Alman bilim adamıyla beraber gizlice Amerika’ya getirilmişti. Önce orta menzilli güdümlü roketler üzerine çalıştıktan sonra NASA grubuna dâhil oldu ve NASA’nın en başarılı roket programlarından olan ‘Saturn-5’  roketini ortaya çıkardı.

Uzayda dünya etrafında dolaşan ilk Amerikalı astronot olan John Glenn, 20 Şubat 1962’de, beş saat süren üç turluk uçuşu sırasında ve inişte teknik arızalardan dolayı birçok tehlikeli anlar geçirmişti. NASA bu denemeden sonra programa bir süre ara verdi. John F. Kennedy, 12 Eylül 1962’de meşhur “Biz Ay’a Gideceğiz” konuşmasıyla Amerika için son derece önemli bir uzay hedefi ortaya koymuştu. NASA’nın bütçesi beş misli arttırılarak, 34,000 NASA çalışanı ve 375,000 NASA kontratlı firmalarda ve üniversitelerde görev yapan personel Ay’a gidişi hedef alan Apollo programı üzerinde çalışmaya başladı. 20,000 firma ve üniversite bu programda rol alıyordu. Amaç Ruslardan önce Ay’a insan göndermek ve sağ salim dünyaya geri getirmekti. Mercury ve Gemini programlarını takiben Apollo programı başladı.

İlk Apollo uçuşu, Apollo 1, 1967’de denemeler sırasında çıkan yangından dolayı üç astronotun ölümüyle sonuçlandı. Uçuşlar 20 ay kadar durakladı. Birkaç insansız Apollo uçuşundan sonra Apollo 7 başarılı bir şekilde fırlatıldı ve dünya yörüngesinde dönerek yere indi.

1968 Aralık ayında, Apollo 8 ilk defa üç astronotla Ay’a gidip, Ay’ın etrafında dokuz tur attılar. İlk defa Dünya’nın Ay’ın ufkundan yükselişini (Earthrise) gördüler, meşhur resmi çektiler. Bu resmi Kadıköy Koleji’nin son sınıfında astronomi dersinde gördüğümüzü ve konuştuğumuzu hatırlıyorum. Aynı zamanda Apollo 8, Saturn 5 roketinin ilk defa astronotlu bir görevde kullanılışı olmuştu. Von Braun tarafından tasarlanan Saturn 5 roketi şimdiye kadar yapılan en büyük, en yüksek ve en güçlü, üç aşamalı rokettir ve 1968 ile 1972 yılları arasında 24 astronotu Ay’a yollamıştır.  Sonraki yıllarda Houston Uzay Merkezi’ni ziyaret ettiğimizde Saturn 5 roketini gözlerimle gördüm ve hayran kaldım.

1969 yılının başında Apollo 9 ve 10 değişik sistemlerin testlerini başarıyla tamamladıktan sonra, Apollo 11 Temmuz 1969’da Neil Armstrong, Michael Collins ve Buzz Aldrin ile Ay’a iniş için yollandı. Armstrong ve Aldrin 20 Temmuz’da Ay’a ilk adım atan insanlar oldular. Bütün dünya televizyonlardan Ay’a ilk inişi seyretti. Armstrong’un Ay’a ayak bastığında söylediği “Bir insan için küçük bir adım, insanlık içinse büyük bir sıçrama” sözleri meşhur oldu. Armstrong ve Aldrin Ay istünde ikibuçuk saat kaldılar ve sağ salim dünyaya döndüler.

Türkiye’de o yıllarda doğru dürüst işleyen bir televizyon yayın sistemi yoktu. Babam, Ay’a iniş olayını izlemek ve çocuklarına gösterebilmek için hem yeni bir televizyon cihazı satın aldı, hem de o dönem için pahalı bir anten sistemini apartman binasının tepesine taktırdı. Amaç Avrupa’daki televizyon yayınlarından Ay’a ilk insanın ayak basmasını görebilmekti. Ben ve kardeşim Bülent o sıralarda yaz tatili için Ege bölgesini dolaşıyorduk ve 20 Temmuz’da İzmir’de Fuarı ziyaret ederken Armstrong’un Ay’a inişini televizyondan seyrettik. Maalesef babam, annem ve küçük kardeşlerim babamın kurdurduğu televizyon sisteminin istedikleri gibi çalışmamasından dolayı Ay’a inişi anında seyredememişler.

Birkaç ay sonra, Kasım 1969’da Apollo 12 ikinci kere Ay’a iniş yaptı ve iki yıl önce 1967’de Ay’a yollanan Surveyor 3 adlı iniş aracının yakınına inerek, ilk defa önceden yollanan bir insan yapımı aygıtı ziyaret etmeyi başardı. Nisan 1970’de Apollo 13 yola çıktıktan iki gün sonra oksijen tankının patlamasından dolayı Ay’a iniş yapamayıp, Ay etrafında döndükten sonra salimen dünyaya döndü. Apollo 13, birkaç defa seyrettiğim, Tom Hanks’in başrolünü oynadığı, güzel ve gerçekçi bir filme konu olmuştur.

Apollo 14, 15, 16 ve 17, 1971 ve 1972 yıllarında birçok Amerikalı astronotu Ay’a götürdü. Apollo 17, Aralık 1972 de uydumuza yapılan en son insanlı iniş oldu ve Ay yüzeyinde rekor bir süre, üç gün kaldılar ve 22 saat kadar kapsül dışında dolaştılar.

Maalesef Apollo 17’den sonra Ay’a insanlı uçuşlar gerçekleşmedi. Bunun birçok nedenleri var. Apollo programının en önemli amacı Ay’a ulaşmaktan çok, Sovyetleri uzay yarışında yenmekti. Amerika Ay’a ilk insanı yollayarak bu yarışı kazandı ve bu yarışa devam etmekte fazla bir avantaj görülmedi. 1960-1970 yılları arasında NASA’ya verilen bütçe, toplam Amerikan federal bütçesinin yüzde beşine yakındı ve bu tutar günümüz NASA bütçe tutarının 10 mislidir. NASA’nın bugünkü olanakları Apollo programı zamanına kıyasla çok daha kısıtlıdır. Apollo programının toplam harcaması 25,8 milyar dolardı ve bu tutarın bügünkü karşılığı 264 milyar dolara tekabül eder. Karşılaştırma olarak Biden yönetiminin 2022 NASA bütçesinin toplam 24 milyar dolar olduğunu belirtmek isterim. Üstelik çok daha kısıtlı böyle bir bütçe ile NASA günümüzde birbirinden oldukça farklı ve ilginç programları birarada yürütmek zorunda kalmaktadır.

Ay’ın dışında 1962 yılında Amerikan Mariner 2, Venüs gezegenine ulaşıp ilk defa yakından çekilmiş resimlerini yolladı. 1970’de Sovyetlerin Venera 7 aracı Venüs gezegenine iniş yapan ilk araç oldu. Bunun ardından 1971’de Amerika’nın yolladığı Mariner 9, Mars gezegeninin etrafında başarıyla yörüngeye giren ilk uzay aracı olur. Belki en önemlisi 1972 Mart’ında, Pioneer 10 ve 1973 Nisan’ında Pioneer 11 yola çıkar. Pioneer 10 ve 11’in amacı astroit kuşağını, Jupiter ve Satürn gezegenlerini araştırmaktı. Fakat her iki uydu çok başarılı bir şekilde hem yakınından geçtikleri gezegen ve uydularının resimlerini yolladılar hem de güneş sisteminin ötesine ulaşan ilk insan yapısı uydular oldular.

Amerika’da Suikastlar

Amerikan tarihinde çok sayıda başkanı ve siyasi lideri hedef alan suikastlar ve suikast girişimleri vardır. En meşhur suikast olayı Abraham Lincoln’un 1865’de beyaz bir ırkçı tarafından tabancayla vurulmasıdır. Lincoln’un Amerikan İç Savaşından sonra siyahlara oy hakkı vermek istemesi bu suikastın en önemli nedeniydi. Diğer Amerikan Başkanları da (James Garfield – 1881, William McKinley – 1901) suikastla öldürülmüştür.

Biz Kadıköy Koleji’nde okurken, İngilizce öğretmenlerimizin çoğu Amerikalı Barış Gönüllüleriydi. Bu Barış Gönüllülüğü organizasyonu Amerikan Başkanı John F. Kennedy tarafından kurulmuştu. 22 Kasım 1963’de Kennedy’nin Dallas’da Lee Harvey Oswald tarafından öldürüldüğünü öğrendik. Hem Barış Gönüllüsü öğretmenlerimiz hem de biz öğrenciler olay karşısında şoke olduk. Amerika’da nasıl böyle bir şey olur diye düşünmüştük. Derslerimizde bu konuyu birçok kere konuştuğumuzu, tartıştığımızı hatırlıyorum. Bu suikast bütün dünyada şok yarattı. Eşi Jacqueline Kennedy ve iki küçük çocukları için çok üzüldüğümüzü hatırlıyorum.

Ben John Kennedy’den önceki Amerikan Başkanlarını pek tanımıyordum. Bir bakıma John Kennedy benim 12 yaşında iken tanıdığım ilk Amerikan başkanıydı. Amerika dünyanın en güçlü ülkesi olduğundan, benim gözümde Kennedy dünyanın lideri durumundaydı. Böyle çok önemli bir liderin basit bir şekilde suikast ile öldürülmesi benim için akıl alacak bir şey değildi.

Başkan Kennedy, siyahların oy verme ve genelde insan hakları için Kongreye önerilerde bulunmuştu. Amerikan toplumu içinde birçok düşman edinmişti. Oswald’ın da suikasttan iki gün sonra öldürülmesi bu suikastın bir komplo olduğu görüşünü ortaya çıkardı. Kennedy suikastı pek çok yönden araştırılmışsa da (Warren komitesi, Rockefeller komitesi, Church komitesi), tam olarak açıklık kazanmamıştır. Bu resmi araştırmalar Lee Oswald’ın kendi başına hareket ettiği ve Kennedy’i vurduğu sonucuna ulaşmışlardı. Fakat birçok komplo teorileri bu suikastı CIA, FBI, hatta bazı Kübalı organizasyonlara bağlıyorlar.

Beş yıl sonra, biz Kadıköy Koleji’nin lise ikinci sınıfındayken Amerika’da iki büyük suikast daha oldu. 4 Nisan 1968’de siyah insan hakları lideri Martin Luther King öldürüldü. Bunun ardından, iki ay sonra,  6 Haziran 1968’de, yaklaşan seçimlerde başkan adayı olan J.F. Kennedy’nin kardeşi, Robert F. Kennedy suikasta kurban gitti.

Martin Luther King’in katili James Earl Ray beyaz bir ırkçı ve hapishane kaçağıydı. Yakalandı, yargılandı ve ömür boyu hapse mahkum oldu, fakat hapiste ölene kadar ısrarla suçsuz olduğunu iddia etti. King’in ailesi Ray’in suçsuz olduğuna inanıyor ve Amerikan hükümetinin bazı organlarının Martin Luther King’in öldürülmesinden sorumlu olduğunu savunuyorlardı. Gerçekten James Earl Ray’in böyle büyük bir işe tek başına kalkması çok şüpheliydi. Arkasında bir başka organizasyonun parmağı olması çok mümkündür. Ayrıca, Martin Luther King bu şekilde öldürülmesinden sonra bence çok daha meşhur oldu. 1963’de yaptığı “Benim bir rüyam var” konuşması önemli bir küresel insan hakları sembolü oldu.      Amerika’da onun adına yeni bir milli tatil kondu.

Bazı tarihciler Robert Kennedy’nin katili Sirhan Sirhan’ın Arap kökenli oluşu ve suikastın İsrail ile Araplar arasındaki Altı-Gün savaşının yıldönümünde gerçekleşmesi nedenlerinden ötürü, bu suikastın nedenini Robert Kennedy’nin İsrail yanlısı olmasına bağlarlar. Bir diğer görüş ise suikast anında Robert Kennedy’nin vurulduğu binanın içinde Küba’da gerçekleşen Domuzlar Körfezi harekâtında rol almış eski CIA ajanlarının, bu öldürme girişimine karışmış olmalarıydı. Robert Kennedy, başarısız olan Domuzlar Körfezi harekâtı sırasında ağabeyi J.F. Kennedy’nin Adalet Bakanı (Attorney General) olarak büyük rol oynamıştı. Sonuçta bu suikastın nedeni de tam olarak öğrenilemedi.

Kısacası, biz Kadıköy Koleji’nde İngilizce öğrenip, Amerikan kültür ve toplum gerçeklerini anlamaya çalışırken, bu üç suikast beni önemli ölçüde olumsuz etkiledi. Gerçekte politik suikastlar tarihin her devrinde görülse de (Roma imparatorları, örneğin Julius Caesar, bu şekilde devrilmiş), bu olayların Amerika gibi modern bir ülkede olması beni çok üzmüştü. Özellikle Amerika’daki beyazlar ve siyahlar arasındaki ırkcı çatışmalar insanı korkutuyordu.

Vietnam Savaşı

Ben ilkokuldayken Vietnam’ın dünyanın neresinde olduğunu öğrenmiştim, fakat Vietnam Savaşı hakkında hiçbir bilgim yoktu. 1962 Eylül’ünde Kadıköy Koleji’ne başladıktan sonra, özellikle Amerikalı öğretmenlerden İngilizce öğrenmeye başladıktan sonra, Vietnam Savaşı biz öğrencileri de ilgilendirmeye başladı. Onbeş yıl önceye gidersek, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Fransa Hindiçin’den Japonların geri çekilmesi üzerine bölgede tekrar güç kurmak istemişti. Fakat bölge ülkeleri Vietnam, Kamboçya ve Laos‘dan ciddi direnişler görünce ve özellikle Viet Minh kuvvetleri karşısında 1954 Mayıs’ında Dien Bien Phu’da fena şekilde yenilince,  geri çekilmeye başlamıştı. Bu arada, Vietnam lideri Ho Chi Minh Amerikan Başkanı Eisenhower ile ilişki kurup Fransızlar’a karşı Amerikan yardımı istedi. Eisenhower bu talebi geri çevirdi. Bunun üzerine Ho Chi Minh hem Sovyetler Birliği’nden hem de Mao Ze Dong liderliğinde yeni kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nden yardım almaya başladı. ABD, Doğu ve Batı Blokları arasındaki bu bölgede tehlikeli bir boşluk oluştuğunu düşünüp, Vietnam’ı potansiyel bir komünist tehlike olarak nitelendirdİ. Başkan Eisenhower Vietnam’ın izlediği bu politikanın bölgede komünizmin yayılmasınına “domino etkisi” yaratacağını düşünüyordu. Bu arada 1954 Temmuz’unda Kuzey ve Güney Vietnam 17. paraleli sınır olarak belirleyerek resmen birbirinden ayrılmış ve Ngo Dinh Diem, Amerikan’nın desteğiyle Güney Vietnam’ın lideri olmuştu.

1960’da Güney Vietnam’da Diem hükümetine karşı bir cephe kuruldu ve bu cephe Kuzey Vietnam tarafından desteklendiği için, Amerikalılar bu cephenin askeri kanadına “Vietkong” ismini verdiler. İlk defa Amerikan Başkanı John F.Kennedy 1961 Mayıs’ında 400 Amerikan askerini bölgeye yollayarak Vietkong’a karşı gizli bir askeri eğitim operasyonu başlattı.

1962’de Amerikan ordusu Vietnam’da Ajan Portakal (Agent Orange) adı verilen yaprak dökücü bir kimyasal silah kullanmaya başlamıştı. Savaş sırasında Amerikan kuvvetlerinin bu silahdan yaklaşık 75 milyon litreyi Vietnam topraklarına sıktığı daha sonra öğrenilmişti. Amaç Güney Vietnam tarlalarında ürünleri yok ederek Vietkong askerlerinin saklanmasını önlemekmiş. Fakat bu kimyasal silah insanlar üzerinde çok sayıda dehşetli sağlık sorunları yaratmıştı. Bunlar, kas ve kemik bozuklukları, doğuştan anormallikler ve değişik kanser türleriydi. Pek çok Amerikan askeri de bunlardan etkilenmişti. Sonraki yıllarda tanıştığım Vietnam’da bulunmuş askerlerle yaptığım sohbetlerde, prostat kanseri olmalarının Vietnam’da maruz kaldıkları Ajan Portakal kimyasalıyla ilişkili olduğunu öğrenmiştim.

1963’de biz Kadıköy Koleji’ndeyken Güney Vietnam’ın Diem hükümeti Vietnam budistlerini hedef alarak onlara karşı bazı eylemlere girişir ve yaşlı bir budist protesto olarak şehrin ortasında kendini yakar. Ben bu olayı çok iyi hatırlıyorum, çünkü bundan sonra Vietnam’la ilgili haberleri izlemeye başladım. Bunun arkasından, aynı yılın Kasım ayında, Amerikan ordusunun desteğiyle Diem hükümeti düşürülür, Diem ve kardeşi öldürülür ve Güney Vietnam tamamen lidersiz bir şekilde kalır. Ne tesadüf, John Kennedy de aynı ay Dallas’da suikasta kurban gider ve başkan yardımcısı Lyndon Johnson başkan olur.

Ertesi yıl, 1964 Ağustos’unda iki Amerikan kruvazörü, Kuzey Vietnam açıklarında, Tonkin Körfezi’nde, Güney Vietnam donanmasının Kuzey Vietnam sahillerini bombalamasına yardım ederken, Kuzey’e ait hücum botları tarafından saldırıya maruz kaldığı iddia edilir. Bunun doğruluğu tarihciler tarafından şüphe ile karşılanmaktadır. Büyük bir olasılıkla Johnson bu gemileri Kuzey Vietnam’ı tahrik ederek bir savaş nedeni yaratmak için yollamıştı. Nitekim Johnson yönetimi Kongre’den “Tonkin Kararı”nı geçirerek Amerika’nın Vietnam Savaşı’nı resmen başlattı.

1965 Şubat’ında Amerikan hava kuvvetleri Kuzey Vietnam’ı bombalama operasyonunu başlatır ve bu saldırılar iki yıldan fazla sürer. Aynı zamanda Amerikan kara kuvvetleri de Güney Vietnam’da Vietkong’la savaşmaya başlar. Olaylar gelişirken Vietnam’daki Amerikan kuvvetleri 549,000’a kadar yükselir.

1968 yılbaşında Vietkong Tet Taaruzunu başlatarak ilk önce Saygon’daki Amerikan elçiliğini basar. Fakat Amerikan ve Güney Vietnam kuvvetleri Vietkong’u geriye püskürterek askeri bir zafer kazanırlar. Fakat çarpışma görüntüleri hem Amerika’da hem de dünyanın pek çok ülkesinde bu savaşa karşı olumsuz görüşlerin artması ve protesto hareketlerinin başlamasına yol açar. Dolayısıyla Vietkong’un Tet Taaruzu savaşın gidişatında çok önemli bir dönüm noktası olur.

1968 Mart’ında bir grup Amerikan askeri 500’den fazla Güney Vietnam’lı savunmasız kadın ve çocuğu acımasızca öldürür. Daha sonra My Lai katliamı olarak adlandırılan bu soykırım 18 ay kadar gizli tutulur ve 1969’un Kasım ayında, yani benim ODTÜ’ye başladığım ay, kamuoyuna açıklanır.  Her ne kadar Amerika bundan sorumlu askerleri yargılasa da, ancak bir asker çok hafif cezaya çarptırılarak olay örtbas edilir. My Lai katliamı dünya çapında gelişen savaş karşıtı protestolarına destek verir.

Amerika’nın Vietnam Savaşı 10 yıl sürer ve ancak 1975’de Kuzey Vietnam’ın Güney’i işgali, Saygon’un çökmesi ve Amerikan kuvvetlerinin güç bela Saygon’dan kaçmasıyla sonuçlanır. Bu savaşta Amerika 60,000 ölü, 300,000’den fazla yaralı verdi. Vietnam’ın yaşadığı zarar çok daha büyük oldu. 250,000 Güney Vietnamlı asker, bir milyondan fazla Vietkong ve Kuzey Vietnam askeri ve iki milyon sivil halk ölmüş veya öldürülmüştü.

Vietnam Savaşının detaylarını burada anlatmak mümkün değil. Bununla beraber, 1965’de başlayan ve 1972’ye kadar devam eden Phoenix programına değinmek isterim. CIA tarafından idare edilen, Amerikan, Australya ve Güney Vietnamlıların katıldığı Phoenix adı verilen kontra-istihbarat programı Vietkong’un teşkilatını ve onu desteklediğinden şüphelenenleri yoketmeyi amaçlıyordu. “Nötralize etme” adı altında yakalamalar, işkenceler, cinayetler, toplu öldürmeler sonucu 80,000 den fazla Güney Vietnamlı sivil gözaltına alınarak tutuklanmış daha sonra CIA bunun 26,000’den fazlasının öldürüldüğünü itiraf etmiş. Fakat diğer kaynaklar ölü sayısının 70 binin üstünde olduğunu söylüyorlar. Bu gizli Phoenix programı basında duyulunca CIA bunu örtmeye çalışmıştı.  Bu programı Vietnam’da yönetenlerden biri, belki en yüksek CIA yöneticisi, kendisine “Vietnam Kasabı” ünvanı verilen Robert Komer idi. Amerikan Başkanı Lyndon Johnson bu adamı, Robert Komer’i Ankara’ya elçi olarak atıyor ve o zamanki Türk hükümeti bunu kabul ediyor. Komer gelir gelmez Ankara’da anti-Amerikan protestolarına sebep oldu. Bu bir bakıma ateşe benzin dökmek gibi kışkırtma olarak görüldü. Komer’in ODTÜ’de arabasının yakılması olayı ODTÜ’nün derslere ara vermesine, 1969 ders yılının geç başlamasına ve rektör Kemal Kurdaş’ın istifasına yol açtı.

Türkiye, Amerika’nın Vietnam Savaşı’ndan ciddi şekilde etkilendi. Dünyanın hemen hemen heryerinde olduğu gibi Türkiye’de de büyük anti-Amerikan gösteriler, protestolar, boykotlar oluyordu. Bunlar ben Kadıköy Koleji’ndeyken başladı. Ben ve bütün arkadaşlarım ABD’nin Vietnam Savaşına karşıydık. Fakat bazı arkadaşlar daha aktif olarak protestolara bizzat katılıyorlardı.

O sıralar ‘Çirkin Amerikalı – The Ugly American’ kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Bu kitap Amerikanın çok çirkin görünen emperyalist dış politikasını ve özellikle Güney Doğu Asya’daki felaket durumunu anlatıyordu.  Bu kitap Başkan Kennedy’i o kadar etkilemiş ki, Barış Gönüllüleri programını başlatmış. Bunun ne derece doğru olduğunu bilemiyorum.

Dünyanın her yerinde Vietnam Savaşı’na karşı protestoları oluyordu.  Mayıs 1970’de Ohio Kent Üniversitesinde bu protestolar sırasında dört öğrencinin öldürülmesi pek çok daha Amerika ve Vietnam Savaşı karşıtı protestolara yol açtı. Ben bu tip protestolara fiilen katılmadım. Fakat o zamanlar, Joan Baez’ın savaşı protesto ettiği şarkılarını dinlediğimi çok iyi hatırlıyorum:

  • We shall overcome
  • What have they done to rain?
  • Saigon Bride

Joan Baez’in bu protestolardan dolayı tutuklanmasını üzüntüyle öğrenmiştim.

Bob Dylan’ın ‘Blowing in the Wind’ şarkısı en meşhur savaş karşıtı şarkısı olmuştu ve bunu yüzlerce kere dinlediğimi, söylediğimi hatırlıyorum. Ayrıca Beatles da Vietnam Savaşına karşıydı ve çok sayıda savaş karşıtı şarkıları gençler arasında meşhur olmuştu:

  • Give peace a chance
  • Revolution
  • All you need is love!

Beatles’lardan John Lennon’nin, Jane Fonda’nın, Jimi Hendrix’in, Muhammed Ali’nin savaşa karşı yapmış oldukları girişimler yanlız Amerika’da değil, dünya çapında savaş karşıtlığını teşvik etti.

Özet olarak, Amerika yüksek teknolojisi ve askeri üstünlüğüne rağmen Vietnam Savaşı’nı kaybetti. Daha doğrusu, birçok askeri muharebeyi kazanmışsa da, savaşı kaybetti. Bunun birçok nedeni var.

  • Amerika, Kore’deki gibi düzenli bir düşman ordusuyla karşılaşacağını beklerken, özellikle Vietkong tam bir gerilla savaşı veriyordu ve 25 yıllık tecrübeleri vardı.
  • Amerika komünizme karşı, domino teorisi görüşünde komünizmin yayılmasını önlemek için savaşırken, Vietnam bir bağımsızlık savaşı veriyordu. Kendi ülkelerini yabancı güçlerden arıtmak, önce Fransızlara karşı verdikleri ve zaferle sonuçlanan mücadele ile başlamıştı. De Gaulle’ün bu yöndeki uyarısı Amerikalılar tarafından hiç dikkate alınmadı.
  • Güney Vietnam idaresi yolsuzluğa batmış, halk tarafından tutulmayan ve açıkçası Amerika’nın kuklası gibi hareket eden bir yönetimdi. Vietkong’un Güney Vietnam halkı içinde, özellikle köylerdeki desteği, gerilla savaşının başarılı olmasında büyük rol oynadı.
  • Amerikan askerlerinin çoğu niçin bu savaşa gittiklerini bilmiyorlardı. Sağ salim evlerine dönmekten başka bir amaçları yoktu. Mecburi askerlikle Vietnam’a gönderilmiş olmaları, evlerinden, ailelerinden binlerce kilometre uzakta, iklim ve arazi bakımından çok farklı bir ortamda olmaları büyük bir dezavantajdı. Buna karşı Vietkong kendi ülkesinde, kendi vatanını savunuyordu.
  • ABD’nin yaşadığı kayıplar, kanlı savaşlar, katliamlar ve savaşın bütün çirkinlikleri herkesin televizyonlarında görünüyor ve çok olumsuz bir tepki yaratıyordu. Annem 1965 yılında Almanya’ya yaptığı kısa ziyaret sırasında renkli televizyonlarda Vietnam savaşının dehşet sahnelerini seyrettiğini söylemişti.

Bu konudaki son görüşüm ise şudur. Başkan Eisenhower Ho Chi Minh’in yardım isteğini reddetmeyip Fransızların Hindiçin’den barışçı bir şekilde çekilmelerini sağlamış olsaydı, Ho Chi Minh Sovyetler’den veya Çin’den destek aramayabilirdi. Dolayısıyla Vietnam savaşına gerek kalmayacak ve milyonlarca insan hiç yoktan ölmeyecek veya yaralanmayacaktı. Amerikan Başkanı’nın bu yanlış kararı dünyanın ve de kendi ülkesinin tarihine kapkara bir sayfa olarak geçmiş oldu.

Altı-Gün Savaşı, İsrail-Arap İlişkileri ve Eğitim Faktörü

İsrail ile Araplar arasındaki gerginlik 1967 ilkbaharında çok arttı. Mısır Başkanı Nasır, İsrail için kritik olan Tiran Boğazı’nı geçici de olsa blokeye alıp kapatınca, Israil bunu savaş ilanı olarak kabul ederek veya bunu bahane ederek, büyük bir hava saldırısı başlattı. Bu süpriz saldırı Mısır’ın tüm hava gücüne ciddi zarar verdi. Ardından İsrail kara kuvvetleri Sina Yarımadası’nı tamamen işgal ettiler. İsrail aynı şekilde Ürdün ve Suriye’ye de hücum ederek Gaza Bölgesi’ni ve Golan Tepeleri’ni işgal etti. Mısır, Ürdün ve Suriye mağlübiyeti kabul ederek ateşkes anlaşmaları imzalamak zorunda kaldılar.

İsrail’in 6 gün gibi çok kısa sürede ve üç ayrı cephede böyle büyük zaferler kazanması yanlız Arap dünyasında değil, bütün dünyada büyük şok etkiler yarattı. Ben o zamana kadar İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki sürtüşmelere pek dikkat etmiyordum. Bu savaş benim üç farklı yönden aydınlanmamı sağladı. Yahudilerin ve İsrail devletinin tarihini ayrıntılı bir şekilde öğrendim. Özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında, 1 milyonunun çocuk olduğu, 6 milyon yahudinin öldürüldüğü Holokost soykırımının detaylarını bu Altı-gün Savaşı’ndan sonra öğrendiğimi hatırlıyorum. Bu soykırım o kadar korkunç bir şekilde gerçekleşmişti ki Naziler’in Yahudi toplumuna uyguladıklarının tarihte hiçbir etnik gruba yapılmış olduğunu sanmıyorum. Savaştan önce Avrupa’da yaşayan 9 milyon Yahudinin üçde ikisi Naziler’in akıl almaz yöntemleriyle öldürülmüştü. Bu soykırımının en önemli özelliğini bir Alman tarihçisi şöyle belirtiliyor: “Daha önce hiçbir devlet, liderinin yetkisiyle, belli bir insan grubunun (kadın, çocuk ve bebekler de dâhil olmak üzere) olabildiğince çabuk öidürülmesi gerektiğine karar verip ilan etmemişti ve hiçbir devlet böyle bir kararı, devlet güçlerinin bütün araçlarıyla yürütmemişti”. Dolayısıyla bu Altı-Gün savaşı Yahudilerin ne gibi trajedilerden geçtiği konusunda benim gözlerimi açtı.

Ayrıca İsrail’in askeri, teknik ve istihbarat yönlerinden ne kadar üstün olduğunu anladım. İsrail’in Mossad adlı istihbarat teşkilatını ve Amerika‘nın CIA teşkilatıyla olan ilişkilerini öğrenmeye başladım. Son bir izlenim de bu 6-gün savaşının Amerika ile Sovyetler arasında bir yan (proxy) çatışma olduğuydu. Sovyetler Mısır ve Suriye’ye yardım ediyorlardı. İsrail ise Amerika’nın Orta Doğu’daki en büyük dostu ve stratejik ortağıydı.  Dolayısıyla bu kısa savaş, yalnız İsrail’in değil, Amerika’nın da bölgedeki ezici üstünlüğünü gösterdi.

Diğer bir konu da Arap ve Yahudilerle olan kişisel ilişkilerim, izlenimlerim ve görüşlerim. Ben küçükken anneannem 1920’lerde Mısır’da birlikte yaşadığı Araplarla ilgili izlenimlerini ve başından geçenleri anlatırdı. Bunlar genellikle olumlu görüşler değildi. Cehalet, pislik ve fakirlikten bahsederdi. Türkiye’de yaşadığım yıllarda hiç Arap veya Yahudi arkadaşım olmadı. Dolayısıyla kişisel bir görüş edinemedim. Fakat hayatımın daha sonraki yıllarında pek çok Arap ve Yahudi iş arkadaşlarım oldu. Eğitimin en önemli eşitleyici faktör olduğunu söyleyebilirim. Eğer insanlar iyi bir eğitim görürlerse başarılı olmamaları için bir neden yoktur. Benim ilişkili olduğum Yahudi veya Arap arkadaşlar gayet iyi bir eğitimden geçmişlerdi, dolayısıyla aralarında pek bir fark yoktu. Özellikle Filistinli Araplar ve Yahudilerin büyük bir çoğunluğunun aynı soydan geldikleri söyleniyor. Kısacası, asıl fark kişilerden çok toplumlar arasında. Arap ülkelerinin çoğunda toplumlar genellikle eğitim yönünden zayıf durumda. Demokratik yapı, din faktörü, kadın hakları ve diğer birkaç faktör daha İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki kapanması zor açığı arttıran unsurlar olarak görünüyor. Fakat bence en önemli faktör yine de eğitim konusu. İsrail eğitim yönünden dünyanın en ileri on ülkenin içinde. Arap ülkelerinde son yıllarda eğitime büyük önem verilmekteyse de bu ülkeler İsrail’e kıyasla çok geride. Ayrıca eğitim seviyesiyle demokrasi arasında büyük bir bağ var. Israil’in demokratik sistemine karşı, hiç bir Arap ülkesinde demokrasiden bahsetmek mümkün değil.

Fransa ve Charles de Gaulle

Akrabalarım arasında Fransızca bilen çoktu. Bazıları Fransa’yı ziyaret etmiş, Paris’de zaman geçirmişlerdi. Ben ilkokulu bitirince Fransızca tedrisat yapan St. Josef lisesinin giriş sınavını kazanmıştım. Gerçi babamın tavsiyesiyle İngilizce eğitim veren Kadıköy Koleji’ni seçtiysem de, bana bırakılsaydı belki St. Josef lisesini ve Fransızca eğitimi seçebilirdim. Dolayısıyla Fransa’ya ve Fransızcaya özel bir ilgim vardı.

1973 yazında Türkiye’den ayrılıp Kanada’ya giderken, önce Paris’e uçtum ve iki gün Paris’i gezdim. Daha sonraki yıllarda iş nedeniyle Fransa’yı birçok kere ziyaret etmişimdir. Fransa tarihi ve toplumu konusunda birçok görüşler edinmişimdir. Ayrıca, Kanada’da yaşarken Fransızca da öğrendim.

A poster of a person

Description automatically generated with low confidence1950-1973 yılları arasında Fransa’daki en önemli lider Charles de Gaulle’dü. Bir bakıma nasıl 19. yüzyılın en önemli Fransız lideri Napolyon ise 20. yüzyılın en önemli Fransız lideri de bence Charles de Gaulle’dür. Önce asker olarak 1. Dünya Savaşı sırasındaki kahramanlıkları ve 2. Dünya Savaşı sırasındaki liderliği ile ün kazanmıştı. 1940’larda Fransa’yı temsilen müttefiklerle, özellikle İngiltere ve Amerika ile askeri ilişkileri ve koordinasyonu sürdürmüş, Fransa Naziler’in işgali altında iken Hür Fransa’nın yurt dışındaki lideri olarak mücadeleye devam etmişti. Savaşın sonunda 1946’da askeri ve politik hayattan çekildi. Ancak 12 yıl sonra, 1958’de Fransa’da politik kargaşa yaşanıp dönemin hükümeti istifa edince, de Gaulle’ün girişimiyle yeni bir anayasa hazırlanıp, referandum ile kabul edildi ve Fransa’nın 5. Cumhuriyeti’nin ilk başkanı olarak iktidara geldi. Yeni anayasa cumhurbaşkanının yetkilerini önemli ölçüde genişletti ve bu yetkiler daha sonra, Türkiye de dâhil, birçok ülkede örnek olarak alındı.

De Gaulle’ün Fransa cumhurbaşkanlığı 5 yıllık iki dönemden toplam 10 yıl sürdü. Ben ilkokuldayken ve Kadıköy Koleji’nde okurken Fransa’nın başında de Gaulle vardı. Onun İngiltere ve Amerika’ya karşı olan görüşleri, davranışları ve genel politikası çok dikkatimi çekmişti. Avrupa Birliği’nin Amerika’ya karşı dengeleyici bir ağırlığı olması gerektiğini savunuyordu. NATO’daki Amerikan askeri üstünlüğü ve Anglo-Amerikan işbirliğinden dolayı NATO’nun askeri kanadından ayrıldı. Amerika’nın Vietnam ile savaşına hem karşıydı, hem de eğer Sovyetler Avrupa’ya saldırırsa Amerika’nın Avrupa’yı savunmayacağı görüşündeydi. Bu gelişmeler çerçevesinde Fransa’nın ilk atom bombasını geliştirdi ve 1960’da Afrika Sahra’sında nükleer test yaptırarak Fransa’yı atomik güce sahip dördüncü ülke durumuna getirdi.

Benim gayet iyi hatırladığım bir de Gaulle anısı, 1966’da Kamboçya’yı ziyaret ederken yaptığı konuşma ile Amerika’nın Vietnam Savaşı’nı eleştirmesi ve Amerika’nın büyük bir olasılıkla Fransa’nın 1950’lerdeki İndoçin’deki yenilgisinin Amerikalılar tarafından tekrarlanacağı görüşünde bulunduğudur. De Gaulle’ün tahmini 9 yıl sonra doğru çıktı. Amerikan ordusu Fransızlara nazaran çok daha fazla kayıp vererek 1975 yılında Saygon’u ve Güney Vietnam’ı terketmek zorunda kaldı.

De Gaulle Anglo-saksonlara duyduğu soğuklukdan dolayı İngiltere’nin Avrupa Birliği’ne girişini iki kere veto etti. Bunun nedeni de Gaulle Ortak Pazarı Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinin tarım ürünleri için stratejik olarak kullanmak istiyordu. Fakat Fransa halkı İngiltere’nin birliğe dâhil edilmesinden yanaydı ve de Gaulle’ün 1969’da istifasından hemen sonra yapılan referandum ile Fransa İngiltere’nin girişini onayladı. Aynı zamanda, Fransızların % 80’i de Gaulle’ün yaptığı işlerin çoğunluğunu onaylıyorlardı.

De Gaulle’ün benim hatırladığım diğer bir meşhur konuşması 1967 Temmuz’unda Kanada’nın Quebec eyaletini ziyaret ederken söylediği sözlerdir. Montreal’de EXPO 67 kutlamaları sırasında de Gaulle “Hür Quebec çok yaşasın, Fransız Kanada çok yaşasın” sözleri hem Kanada’da hem de Fransa’da büyük tepki yarattı. Bu konuşma Kanada ile Fransa’nın arasını açtı. Quebec’deki Kanada’dan ayrılma taraftarlarına ise büyük bir güç verdi.  Altı yıl sonra 1973’de ben Kanada’ya geldiğimde de Gaulle’ün bu sözleri hala günlük haberlere yansıyordu. 50 yıldan fazla süre geçmesine rağmen, bugün bile de Gaulle’ün etkisi Kanada’nın Fransızca konuşulan bu eyaletinde hissedilir.

Kısacası, Charles de Gaulle bazı hataları olmakla beraber büyük bir Fransız devlet adamıydı.

Diğer Yurt Dışı Gelişmeler ve Aldığımız Dersler

Hindistan’ın ilk Başbakanı Nehru idi. Onun kızı İndra Gandi, babasının vefatından sonra, 1966’da dünyanın en büyük demokrasisinin başbakanı oldu. Bir kadının böyle sorumlu bir liderlik mevkisine gelmesi bütün dünyada büyük yankı uyandırdığını hatırlıyorum. Her ne kadar, babasının kızı olduğundan ve partinin diğer erkek liderleri tarafından kukla gibi kullanmak amacıyla başa getirilmiş olmasına rağmen, çok bağımsız, güçlü, başarılı ve uzun (toplam 15 yıl) başbakanlık yaptı. Benim yetiştiğim yıllarda Hindistan İndra Gandi ve İndra Gandi Hindistan demekti. İndra Gandi 1974 Mayıs’ındaki nükleer test ile Hindistan’ı atom bombası olan ülkeler arasına kattı. 1971’de Pakistan ile başlattığı savaş sonunda Bangladeş’in bağımsız bir ülke olarak ortaya çıkmasına yol açtı. Amerika’nın Vietnam ile olan savaşına karşıydı, Sovyetler’le iyi ilişkiler sürdürdü ve Sovyetler’in Soyuz programını kullanarak ilk Hintlinin uzaya gitmesini sağladı. Ben Kanada’da öğrenci iken birkaç Hintli arkadaşım vardı ve hepsi İndra Gandi’den çok olumlu olarak bahsederlerdi. Bence İndra Gandi’nin en önemli katkısı Hindistan’ın dünya çapında önemli bir ülke durumuna getirmesidir.

Diğer ülkelerde de kadın politikacılar ve devlet liderleri görünmeye başladı.  İsrail’de Golda Meir 1969-1974 süresinde, Türkiye’de Tansu Çiller 1993 ile 1996 arasında Başbakanlık yaptı, Kanada’da Kim Campbell 1993’de kısa bir süre, Pakistan’da Benazir Butto 1988 ile 1990 arasında başbakanlık yaptılar. Belki 20. yüzyılının kadın liderleri arasında en önemlisi, İngiltere’de uzun süre (1979-1990) başbakanlık yapan Margaret Thatcher’dir.

Kadıköy Kolejinde okurken Çin’de liderlik Mao Zedong (Genel Sekreter) ve Zhou Enlai (Başbakan) elindeydi. Mao Çin komünist partisinin başında, 1966’da Kültürel Devrimi’ni başlattı. “Bürokratik komünizmi” önlemek için önce okullarda, üniversitelerde, kültürel kurumlarda yasaklar, tasfiyeler, sürgünler başladı. Mao lise ve üniversite öğrencilerini ayaklandırarak ve onları “kızıl muhafız” adı altında kullanarak radikal değişimler amaçlamıştı. On yıl süren bu Kültürel Devrim toplum içinde çatışmalar, “devrimci şiddet” eylemleri, işsizlik, evsizlik ve bir Çin neslinin tamamen eğitimsiz kalmasıyla sonuçlanmıştı. Ayrıca Çin’in diğer ülkelerle olan ilişkilerine de büyük zararlar verdiğini hatırlıyorum.

Sovyetler Avrupa’daki komünist uydu ülkelerine yaptıkları baskılarla batı Avrupa ülkelerinde büyük endişe yarattılar. 1956’da Macaristan halkı komünist iktidara ve onun Sovyet taraftarı politikalarına karşı ayaklandı. Macar Devrimi denen bu gelişme karşısında Sovyetler ve bazı Varşova paktı ülkelerinin silahlı kuvvetleri Macaristan’ı işgal ederek bu demokrasi teşebbüsünü kanlı bir şekilde bastırdılar.  1968’de Çekoslovakya’da parti lideri Alexander Dubçek “Prag Baharı” denen siyasi liberalleştirme girişimine kalkıştı. Bir çok demokratik reformlar yapılır ve basın özgürlüğü getirilirken ülkede toplumsal bir değişim yaşandı. Sovyetler buna tahamül edemezler ve 20 Ağustos 1968’de 250,000 askerlik bir Varşova Paktı ordusuyla Çekoslovakya’yı işgal ederler. Kanlı bir şekilde Prag Baharı bastırılır ve Dubçek’in başlattığı bütün reformlar geri çevrilir.

Sovyetlerin bu iki askeri ve kanlı müdahalesi her ne kadar Türkiye’yi doğrudan etkilemediyse de Soğuk Savaş çerçevesinde küresel gerginliği arttırdı. Ben de bunlardan iki önemli ders aldım. Birincisi komünizm ile totalitarizm arasındaki büyük fark bulunması. Bazı kişiler bu iki kavramı karıştırıyorlar. Sovyetler Birliği yönetimi komünizm adı altında gerçekte totalitarizmi sürdürüyorlardı. Komünizm kavramı toplumun güçlü olmasını önerirken totalitarizmde devlet en güçlü durumdadır. Komünizmde teorik olarak varlıklar halkın elinde olması gerekirken, totalitarizmde bütün varlıklar devlet elinde toplanır. Kısacası Sovyetlerin bu işgal hareketleri bana onların komünist veya sosyalist bir rejimden çok totaliter bir rejim olduklarını öğretti. Sosyalist, komünist veya kapitalist kavramları ekonomik sistemleri kapsıyor.  Totaliter rejimlerin karşıtı demokratik sistemlerdir. İkinci bir ders de demokratik sistemlerin kurulması, geliştirilmesi ve korunmasının ne kadar zor olduğu. Bunu yanlız Sovyetlerin liberalleşmeye karşı aldıkları tavırlardan değil, Türkiye’nin demokrasi gişimlerinden, tecrübelerinden de görüyordum.

Bu arada Yunanistan’da 1967 Nisan’nında bir gurup albay siyasi iktidarı devirerek sağcı bir askeri cunta kurdu. Demokratik haklar askıya alındı, solcu nitelenen birçok kimse tutuklandı. Çok sayıda politik lider Yunanistan dışına kaçarak sürgünde muhalefet yapmaya başladılar. Olay aslında Yunan kralı Konstantinos’un Başbakan Papandreu’yu görevden alması ile başladı, siyasi karışıklık artarak sonunda askeri cuntanın 1967’de darbeyle başa gelmesine yol açtı. Fakat Albay Papandopulos 1973 yazında krallığı kaldırıp, Cumhuriyet ilan etti ve kendini Cumhurbaşkanı yaptı. Birkaç ay sonra Tuğgeneral Yoannidis yeni bir darbe yaparak Papandopolos’u devirdi. 1974 Temmuz’unda Yunan askerleri Kıbrıs’da Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı Enosis (Yunanistan’la birleşme)’ye yönelik bir darbe düzenlediler. Bunun üzerine Türk askeri birliklerinin Kıbrıs’a çıkmasıyla doğan bunalım Yunanistan’daki askeri cuntanın hızla çökmesine neden oldu. Sürgünden çağrılan Karamanlis demokratik özgürlükleri geri getirerek geniş tabanlı bir hükümet kurdu. Dolayısıyla Yunanistan yedi yıllık bir sağcı totaliter askeri rejimden sonra, Türkiye’nin Kıbrıs çıkarması sonucu, tekrar demokrasiye döndü.

Kolonyalizmin / Sömürgeciliğin Sonu?

1950-1973 yılları arasında bir çok Batı Avrupa ülkesinin sürdürmekte olduğu sömürgeciliğin ve kolonyalizmin sona erdiğini söylemek doğru olur. Özellikle İngiltere ve Fransa birçok askeri çatışmalar, belki milyonlarca insanın can kaybından sonra, Uzak Doğu’da, Orta Doğu’da ve Afrika’daki kolonilerini tek tek kaybettiler. Yanlız bu iki sömürgeci ülkeden, bu dönemde 46 bağımsız ülke ortaya çıktı ve Birleşmiş Milletler’e üye olarak kabul edildiler.

Bunların bir kısmı:

İngiltere’den bağımsızlık kazananlar (27 ülke): Libya (1951), Sudan (1956), Gana (1957), Malaya (1957), Kıbrıs (1960), Somali (1960), Kuveyt (1961), Nijerya (1961), Siera Leone (1961), Kamerun (1961), Tanzanya (1961), Uganda (1962), Kenya (1963), Saravak (1963),  Malavi (1964), Zambiya (1964), Gambiya (1965), Singapur (1965), Bosvana (1966), Lasoto (1966), Güney Yemen (1967), Maritius (1968), Svaziland (1968), Umman (1970), Bahreyn (1971), Katar (1971), Birleşik Arap Emirliği (1971)

Fransa’dan bağımsızlık kazananlar (19 ülke): Kamboçya (1953), Laos (1953), Güney Vietnam (1956),

Fas (1956), Tunus (1956), Gine (1958), Kamerun (1960), Senegal (1960), Togo (1960), Mali (1960), Madagaskar (1960), Benin (1960), Nijer (1960), Burkina Faso (1960), Kongo (1960), Gabon (1960), Orta Afrika Cumhuriyeti (1960), Moritanya (1960), Cezayir (1962),

Sömürgecilik, siyasi bağımsızlıktan yoksun kılınmış ülkelerden oluşan bir sömürge imparatorluğu kurmak anlamına gelir. Ondokuz ve yirminci yüzyıllarda İngiltere ve Fransa en büyük sömürge imparatorluklarına sahiptiler. İtalya, İspanya, Portekiz ve Hollanda’nın da sömürgeleri vardı. Fakat yirminci yüzyılın ikinci yarısında, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yukarda sıraladığım gibi, bu ülkeler tek tek bağımsızlıklarını kazandılar.

Bazı kimseler sömürgeciliği emperyalizm ile karıştırırlar. Emperyalizm, ekonomik ve mali yayılmacılıktır. Mali ve sermaye gruplarının dünya çapında etkili olmaları ve toplumları sömürmeleri için bu dönemde ülkeleri sömürge statüsünde tutmaları gerekmez. Dolayısıyla yukarıda sıralanan ülkelerin birçoğu siyasi bağımsızlık kazanmakla sömürge statüsünden çıkıyorlar, fakat mali ve sermaye gruplarının emperyalist kıskacından çıkmaları mümkün olmuyor. Örneğin Uluslararası Para Fonu (IMF) bir bakıma Amerikan emperyalizminin bir aygıtıdır. Borç alan ülkelere koyduğu ağır şartlar o ülkelerde işsizlik, fakirlik ve büyük gelir dengesizliği yaratır. Aynı zamanda o ülkelerin ekonomisi ve mali durumu IMF’e bağlı kalır. IMF her ne kadar 190 üyelik uluslararası bir kuruluş ise de, karar verme ve oylama üye ülkelerin mali gücü ve bankaya olan katkılarıyla orantılıdır. Dolayısıyla Amerika ve diğer zengin, gelişmiş ülkeler karar verici durumdadır. Dolayısıyla, yukarda sıraladığım ülkeler her ne kadar bağımsız sayılsalar da, birçoğu IMF gibi kuruluşların ekonomik kontrolündedirler.

Teknoloji, Fen ve Tıp’da Büyük Gelişmeler

1950 ile 1973 yılları arasında teknoloji, fen ve tıp alanlarında, benim yakından takip ettiğim bir çok gelişmeler oldu. Burada bunlardan bazılarına değinmek istiyorum.

Elektronik ve Bilgisayar Alanlarındaki Gelişmeler

Bugünkü elektronik ve bilgisayar alanlarının en önemli buluşu, transistör, ben doğmadan üç yıl önce, 1947’de Bell Laboratuvarları’nda William Schockley, John Bardeen ve Walter Brattain tarafından geliştirilmişti. Bunu takip eden yıllarda, özellikle 1950 ile 1973 yılları arasında elektronik, telekomünikasyon ve bilgisayar alanlarında çok büyük gelişmeler oldu. Burada beni çok etkileyen birkaçından bahis edeceğim.

Tümleşik Devreler (İntegrated circuits) 1958’de Jack Kilby ve Robert Noyce tarafından icat edilmiş. Jack o zaman küçük bir firma olan Texas İnstrument’ın Dallas’daki ofisinde genç ve yeni bir mühendis olarak çalışırken bütün elektrik devresinin parçalarının bir silikon parça üstünde oluşturulabileceğini düşünerek transistörler, sığaçlar (capacitors), dirençler (resistors) ve diotların hepsini silikondan yaparak tümleşik (integrated) devreyi oluşturmuş. Fairchild firmasında araştırma yapan Robert Noyce aynı zamanda Kaliforniya’da birimsel (unitary) devreleri icat etmişti. 42 yıl sonra, 2000 yılında Kilby bu buluşundan dolayı Fizik dalında Nobel ödülünü kazandı. Bir kaç yıl sonra, ben Dallas’da, Texas İnstrument’da danışman olarak çalıştığım yıllarda, Jack Kilby’nin resimlerini duvarlarda görmüştüm.

Fizikçi Robert Noyce, Kaliforniya’da Fairchild firmasının kurucularından biridir ve 1958’de tümleşik devreler ve birimsel devrelerini (unitary circuits) icat etmiş ve bugün her yerde kullanılan microchip’lerin 1960’da muciti sayılmaktadır. Texas Instruments ile Fairchild firmaları arasında önce bir patent anlaşmazlığı çıkar, fakat 1966’da iki firma anlaşmaya varırlar. Robert Noyce daha sonra İntel firmasını kuranlar arasındadır ve dünyanın en zengin adamlarından biri olur (net değerinin üç milyar doların üstünde olduğu söylenir).

İlk mikro işlemci (microprocessor) 1971 yılında İntel’de çalışan dört kişinin (Frederico Faggin, Ted Hoff, Stanley Mazor ve Masatoshi Shima) icadıyla İntel’in 4004 isimli dört chip’den oluşan ve dört bitlik mikro programlanabilen bir işlemci (CPU)’dir. Bu işlemci ile İntel dünyanın en önde gelen bilgisayar işlemcisi durumuna geçmiştir.

Bilgisayarların gelişmesi de elektronikdeki bu gelişmeleri takip etmiştir. 1940 ile 1950 yılları arasındaki bilgisayarlar boşluk tüpü (vacuum tube) dediğimiz, eski radyolarda da raslanan tüpleri kullanıyorlardı. Transistörün icadından sonra, 1950 ile 1963 yılları arasındaki bilgisayarlarda transistörler kullanılmaya başlandı. Tümleşik devrelerin 1958’deki icadı ve mikrochip’lerin piyasaya sürülmesinden sonra 1963 ile 1972 yılları arasındaki bilgisayarlar bu mikrochip’leri kullanmaktaydı. Ben ODTÜ’den 1973’de mezun olurken de bugün hala kullanılan dördüncü kuşak bilgisayarlarda mikro işlemci (microprocessor) teknolojisi kullanılmaktaydı.

Digital Equipment Corporation (DEC) ilk başarılı mini bilgisayarı, PDP-8’ı 1965’de piyasaya sürdü. Bu gayet ucuz (20,000 doların altında) mini bilgisayar o zamanın en popüler ve en fazla satılan (50 binden fazla) bilgisayarı oldu. Bu 12-bitlik bilgisayarı ben ODTÜ’de 1972 yılında kullanarak, mezuniyet projemi bu makinanın programlanması üstüne yaptım. Ucuz olmasının bir sonucu, programlanması gayet zor bir işlemciydi (processor).

DEC 1970 yılında 16-bitlik PDP-11 mini bilgisayarını piyasaya sürdü. Programlanması çok daha kolay olan PDP-11 belki dünyada en başarılı olan bilgisayardır ve 50 yıl sonra, bugün hala GE’nin nükleer santrallerinde PDP-11 mini bilgisayarları kullanılmaktadır. Ben 1973’de ODTÜ’den mezun olurken Elektrik Mühendisliği bölümünün laboratuvarlarına PDP-11’in gelmesi planlanıyordu. Ben aynı yıl Kanada’da Waterloo Üniversitesi’ne vardığımda ilk yıl, PDP-11 üstünde çalıştım, UNIX ve compiler programlaması yaptım.

Öte yandan International Business Machines (IBM) firması 1959’da ikinci kuşak bir bilgisayar olan IBM 1620’i ‘ucuz bilimsel bilgisayar’ olarak piyasaya sürdü. Piyasada pek de başarılı olmayan bu makinadan 2000 tane üretilmiş ve bunlardan biri ODTÜ’de ilk bilgisayar merkezi kurulduğunda, 1965’de servise girmiş. Fakat IBM üçüncü kuşak bilgisayar sistemi olan IBM System 360’i 1964’de piyasaya sürünce 1969’da ben ODTÜ’ye başladığımda bilgisayar merkezinde IBM 360/40 bilgisayarı kullanılıyordu. Ben ODTÜ’de ve daha sonra Waterloo Üniversitesi’nde iken devamlı IBM 360 ve IBM 370 sistemlerini kullandım.

Bilgisayar programlama dillerine gelince, 1950 ile 1973 arasında birçok yeni programlama dilleri geliştirildi. IBM’de John Backus 1954 yılında FORTRAN dilini icat etti. İlk yıllarda bazı hatalarından dolayı şüphe ile karşılanmasına rağmen, en popüler bilimsel programlama dili oldu ve bugüne kadar kullanılmakta devam ediyor. FORTRAN benim 1970 yılında ODTÜ’de ilk öğrendiğim programlama dilidir. ODTÜ’den sonra gittiğim Waterloo Üniversitesi’nde FORTRAN’nın WATFOR ve WATFİV adlı iki daha gelişmiş uyarlamasını (version) kullanılmaktaydı.

COBOL programlama dili bir komite tarafından 1959’da yayınlandı ve iş, bankacılık, muhasebe gibi uygulamaları hedef alıyordu. Ben COBOL programlama dilini 1971’de ODTÜ’nün ikinci yılında Prof. Dr. Esen Özkarahan’dan öğrendim.

ALGOL ilk defa 1958 yılında geliştirilen algoritmik bir programlama dilleri ailesidir. Bir komite tarafından yapısal, işlem ve emir yönlü bir programlama dili olarak geliştirilmiş, 1960 ve 1968’de birçok eklemeler yapılmış. Ben ODTÜ’de iken bize 1968 uyarlamasını öğretmişlerdi. Pascal adlı diğer bir programlama dili de ALGOL’un 1960 uyarlamasına dayanarak geliştirilmiş. Ben Pascal programlama dilini Waterloo’da doktora yaparken 1976’da öğrendim ve bu dili kullanarak birçok programlar yazdım.

1959’da IBM finans ve mali raporlar hazırlamak için RPG dilini geliştirmiş. Ben 1972’de İstanbul’da IBM’de staj yaparken RPG dilini öğrendim ve birçok projelerin programlanmasında kullandığımı hatırlıyorum. Diğer bir basit programlama dili BASIC 1964 yılında Amerika’da Dartmount Koleji’nde geliştirilmiş. Birçok üniversiteler ve firmalar yaptıkları eklemelerle kendi uyarlamalarını yapmışlar. Ben de Waterloo’da iken bu dilin bir şeklini öğrenmiştim.

Benim ODTÜ’de öğrendiğim en esaslı programlama dili PL/1’dır. PL/1, IBM tarafından 1964’de geliştirilmiş, hem bilimsel uygulamalar için hem de iş ve endüstriyel uygulamalar için kullanılmak amaçla yayınlanmış. Bir bakıma PL/1 daha önceden geliştirilmiş üç ayrı programlama dilinin, FORTRAN, COBOL ve ALGOL 60 dillerinin ortaklamasıdır. İngilizce söz dizimi kullanmasından dolayı programlanması kolay ve güçlü yapılara sahiptir. IBM tarafından en son 2019’da yayınlanan uygulama halen IBM sistemlerinde kullanılmaktadır.

En son olarak C programlama dilinden bahis etmek isterim. C dili 1969 ile 1973 yılları arasında Amerikan Bell Laboratuvarları’nda çalışan Dennis Ritchie ve Ken Thompson tarafından geliştirilmiş ve özellikle sistem programlaması için işlemci (CPU) komutlarına çevrilen bir dil.  Makina koduna çok verimli bir şekilde çevrilebilen bir yapıya sahip. Daha sonra C++ dili nesne odaklı (object oriented) bir dil olarak geliştirilmiş. Ben Waterloo’da master ve doktora yaparken hem C hem de C++ dillerini öğrendim ve birçok projelerde kullandım.

Televizyon

İlk televizyon 20. yüzyılın başında icat edilmişti. Birçok kimse ve şirket televizyon aygıtının icadı üzerinde hak iddia ediyorlardı. 1927’de Philo Farnsworth ilk elektronik TV setininin patentini aldı. Televizyon ve TV isimleri çok daha sonra verilmiş. 1950’lerdeki en önemli gelişme renkli televizyondur. Amerikan RCA firması 1950 Mart ayında ilk bir renkli televizyonu sergiler ve aynı firma 1951 Mayıs’ında ilk renkli televizyon sinyallerini yollamayı başarır. 1953’de RCA firması renkli televizyon setlerini piyasaya sürer Amerika’da ilk renkli televizyon yayını 1954 yılbaşında NBC firması tarafından Gül Geçit töreni (Roses Parade) sırasında yapılmış. NBC firması o zamanlar RCA firmasının bir parçası olduğu için, renkli televizyon yayınlarının genişlemesinde ön plandaymış. Buna rağmen, renkli televizyon yayınlarının artması uzun zaman almış. NBC 1965 yılında yoğun zaman yayınlarını tamamen renkli yapmaya başlamış ve ABC ile CBS firmaları da bunu takip etmişler. 1972 yılında Amerika’da renkli televizyon satışları % 50’ye erişmiş. Ben 1973 yılının sonunda Kanada’ya geldiğimde renkli televizyon setleri siyah-beyaz setlere nazaran üç-dört misli daha pahalıydı. Dolayısıyla benim Kanada’da aldığım ilk televizyon siyah-beyazdı.

Televizyon Türkiye’de önce İstanbul Teknik Üniversitesi’nde (İTÜ) 1952 yılında onbeş günde bir 60 dakikalık deneme yayınlarıyla başlar. Bu yayınlardan edinilen tecrübe ile ve Alman hükümetinin de teknik donanım yardımlarıyla, TRT kurumu 31 Aralık 1968’de, yılbaşı gecesi, Ankara çevresinde yayınlara başlar. 1972’den sonra TRT bunu İzmir ve İstanbul başta olmak üzere diğer şehirlere de ulaştırır. 1969’daki Apollo 11’in Ay’a inişini TRT ancak Ankara’da gösterebilir. Babam İstanbul’da Ay’a inişi çocuklarına göstermek için hem siyah beyaz televizyon alır hem de yurt dışından yapılan yayınları yakalamak için özel anten ve sinyal yükseltici cihazlar satın alır. Buna rağmen maalesef Ay’a inişi naklen göremez. Ben ve kardeşim Bülent tam o sırada İzmir’deydik ve İzmir Fuarına gidip Ay’a ilk inişi naklen seyretmemiz mümkün olmuştu. TRT’nin ilk naklen yayını 1973’de İsmet İnönü’nün cenaze törenini yayınlaması olmuş.

Bugün çok kullanılan televizyon uzaktan komut aleti ilk defa bir Zenith mühendisi tarafından 1950 yılında icat ediliyor. Bu ilk komut televizyona telle bağlıymış. Telsiz komut aleti ise başka bir Zenith mühendisi tarafından 1955’de icat edilir.

Video teyp 1951 yılında Charles Ginsburg tarafından icat edilir ve ilk video teyp 1956’da piyasaya sürülür. Bu, televizyon endüstrisinde büyük bir devrim yaratır. İlk video teyp makinaları ve teypler çok pahalıydı, bu nedenle ancak profesyonel ortamlarda kullanılıyordu. Fakat bir çok Japon şirketi, tüketici pazarı için 1970’lerde video teyp makinaları üretmeye ve piyasaya sürmeye başladı. İki değişik format kullanılmaya başlandı, Betamax ve VHS. Betamax video kalitesi bakımından üstün olmasına rahmen, VHS formatı daha basit ve daha ucuzdu. Her iki format on yıla yakın bir birleriyle pazar üstünlüğü için mücadele ettiler ve sonunda VHS bu format yarışını kazandı. Bundan alınacak bir ders kalite üstünlüğünün tüketici pazarında başarılı olmak için yeterli olmadığıdır. Ben 1980’lerde ilk video makinamı satın alırken bu konuyu uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum.

Diğer bir enteresan icat da transistörlü cep radyosudur. O zamanlar çok küçük bir Japon firması, Tokyo Telecommunications Engineering Corporations 1955 yılının Ağutos ayında 5 adet transistörden oluşan küçük bir radyoyu piyasaya sürer. Radyonun adı Sony TR-55. Bu firma daha sonra Sony ismini alır! Çok düşük miktarda TR-55 üretilir, fakat 1957’den başlamak üzere üretilen TR-63, 1960’larda bütün dünyada milyonlarca satılır. Ben 1960’lı yıllarda İstanbul Yüksek Kaldırım’daki elektronik araçların satışını yapan dükkanlarda bu transistörlü cep radyolarını gördüğümü hatırlıyorum.

Elektronikle ilgili diğer buluşlar ve gelişmeler arasında en başta hesap makinaları gelir. İlk elektronik hesap makinası (kalkülatör) Texas Instruments tarafından 1971’de piyasaya sürülmüş. Bunu Hewlett Packard (HP)’nin makinaları 1972’de takip etmiş. Ben ODTÜ’de Elektrik Mühendisliği eğitimi görürken böyle hesap makinaları yoktu. Dolayısıyla biz Slide Rule denem algoritmik cetvelleri kullanarak hesaplamalar yapıyorduk. Ben ilk elektronik kalkülatörümü 1974 yılında Kanada’dayken aldım, cihaz Texas İnstrument (TI) markaydı.

Telefon

Telefon Alexander Graham Bell tarafından 1870’lerde icat edilmiş ve ilk telefon görüşmesi 15 Şubat 1880’de gerçekleşmiş. Türkiye’de ilk telefon Osmanlılar zamanında 1908 yılında kullanılmaya başlanmış ve Sirkeci’deki Büyük Posthane’de 50 hatlık bir kapasite ile faaliyete başlamış. İngiliz, Amerikan ve Fransız sermayedarlarından oluşan bir grup Dersaadet Telefon Anonim Şirketini oluşturmuşlar ve Kadıköy ile Beyoğlu’nun otomatik olmayan santralleri 1913 yılında hizmete açılmış. Manuel santraller iki telefonun bir oparatör aracılığı ile bir birine bağlanmasını sağlayan ilkel telefon santralleridir. Fakat 1. Dünya savaşı sırasında hükümet bu telefon tesislerine el koyunca, şirket ve elemanları İstanbul’u terketmiş. Osmanlılar savaşı kaybedince, Mondros Mütarekesi’nden sonra 1919’da İngiliz şirketi telefon işletmesini tekrar ele almış.

Telefon ve telekominikasyonun stratejik önemini gayet iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in kuruluşundan dört ay sonra Şubat 1924’de çıkarılan kanunla yurdun her tarafında telefon tesisleri ve işletme görevini PTT’ye vermiş. İlk otomatik telefon santralı ise Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün emriyle 1926 yılında Ankara’da kurulmuş. Telefon hatlarının evlerde kullanılması ise aynı yıllarda İzmir’de başlamış. Daha sonra diğer illerde kurulan santraller aracılığıyla Türkiye içi telefon görüşmeleri mümkün olmuş. Fakat bu “step by step”denen santraller kapasite yönünden çok sınırlıdır. Dolayısıyla Türkiye’de evlere telefon hizmeti yavaş ilerlemiş. Örneğin, 1950 yılında, benim doğduğum yıl, tüm Türkiye çapında 58 bin telefon varmış. Bu 10 yılda, 1960’da 180 bine yükselmiş. Ben ODTÜ’de öğrenciyken, 1970’de 376 bin telefon varmış. Benim çocukluğumda bizim evde telefon yoktu. Babam telefon almak için PTT’de sıraya girmiş fakat bize sıra gelmemişti. O dönemde, 1950’ler, 1960’larda çocuklar doğar doğmaz, PTT’de onların adına telefon için sıraya girilir, belki 10-20 yıl sonra sıra gelmesi beklenirdi. Babam benim için bu şekilde PTT’ye müracaat etmiş. Hangi yıl başvuru yaptığını hatırlamıyorum, fakat bana sıra ben Türkiye’den ayrılıp Kanada’ya gittikten sonra, yani 1973’den sonra gelmiş!

Netaş 1967 yılında PTT ile Kanada merkezli Nortel’in ortaklık anlaşmasıyla ülkenin iletişim altyapısını yerli imkanlarla sağlamak amacıyla kurulmuş. Nortel step-by-step santraller yerine Matrix Switch denen Crossbar santraller üreten telekominikasyon firmalarından biriydi. 1960’larda üretilmeye başlayan bu daha yüksek kapasiteli santraller 1970’lerde Türkiye’ye de kullanılmaya başlamış ve benim telefon sıram bu santrallerin İstanbul’da kullanılmaya başlamasıyla mümkün olmuş. Daha sonra, 1980’lerde bu crossbar santraller yerini sayısal (digital) santrallere bırakmış. Ben de o yıllarda Kanada’nın başkenti, Ottawa’da Nortel’in Ar-Ge kolu olan Bell Northern Research (BNR)’da çalışıyordum.

ARPANET, WWW ve İnternet

Bugün dünyanın heryerinde yaygın olarak kullanılan İnternet’in başlangıcı ARPANET denilen, Amerikan Savunma Bakanlığı tarafından kurulan, ilk olarak Amerika’daki birkaç üniversitenin bilgisayar sistemlerini birbirine bağlayan iletişim ağı sistemidir. ARPA (Advanced Research Projects Agency) Amerikan Savunma Bakanlığı’nın bir parçası olarak çok ileri teknojilere odaklanan Ar-Ge koludur. 1966 yılında ARPA bilgisayarlara uzaktan ulaşabilmek için ARPANET projesini başlatır ve Larry Roberts’i bu işle görevlendirir. Larry İngiltere’de Imperial Kolej’den Donald Davies’in oluşturduğu “Paket Anahtarlama – Packet Switching” yöntemini kullanarak böyle bir şebekenin kurulması için Bolt Beranet & Newman (BBN) firmasıyla anlaşmaya varır. Aynı zamanda UCLA üniversitesinden Prof. Dr. Leonard Kleinrock’ın matematik metodlarla böyle bir şebekenin nasıl çalışacağını araştırmasını ister.

Aslında Kleinrock paket anahtarlama teorisi üzerine ilk sunumunu 1961’de yazmış ve bu konuyla ilgili ilk kitabı 1964’de basılmış. Kleinrock, Larry Roberts’ı devre-anahtarlama (circuit switching) yerine paket-anahtarlama (packet switching) düzeninin kullanılması için ikna eden kişidir. Paket anahtarlama düzeni ARPANET’in ve daha sonra İnternet’in başarısı için en önemli rolü oynamıştır.

İlk üniversite bilgisayarları 1969’da bağlanmaya başlar ve diğer üniversitelerin katılmasıyla şebeke hızla büyür. 1973 yılında Londra (İngiltere) ve Oslo (Norveç)’deki kuruluşlar ARPANET’e bağlanarak uluslararası şebekeler gerçekleştirilir ve ilk defa ‘İnternet’ terimi kullanılmaya başlanır. 1975’de ARPANET işletmeye hazır olarak ilan edilir. Ben bu yıllarda Waterloo Üniversitesi’nde bilgisayar ağları üzerine önce master sonra doktora çalışmaları yapıyordum. Benim ARPANET ile ilgili ilk sunumum 1977’de Toronto’da toplanan IFIP 77 konferansında olur. Benim araştırmaya katkım bu tür paket anahtarlama şebekelerinde paketlerin akışı ve tıkanıklık kontrolü üzerineydi. Ayrıca benim çalışmalarım Leonard Kleinrock’un kuyruk teorilerini kullanıyordu ve Kleinrock benim doktora tezimin komite üyesiydi.

Bilgisayarların birbirlerine bağlanmalarıyla ilgili araştırma ilk önce ARPA’dan Bob Kahn ve Stanford Üniversitesinden Vint Cerf’ün çalışmalarıyla TCP/IP protokolü geliştirildi.  Ethernet protokolü de 1973 yılında tamamlanarak telsiz yerel ağlarda (Local Area Networks-LAN) kullanılmaya başlandı.

Prof. Dr. Kleinrock ve öğrencileri ARPANET üzerinden 1969 yılında ilk mesaj yollayan kişilerdir. Fakat ilk email / e-posta ARPANET üzerinden 1971’de BBN’den Ray Tomlinson tarafından yollanmış ve Tomlinson @ işaretinin e-posta adresleri için kullanılmasına karar veren kişidir. Bugün 4,6 milyar e-posta kullanıcısı vardır ve @ işareti bu kullanıcıların adreslerini gösterir.

Telekominikasyon, özellikle İnternet benim ileri yıllardaki kariyerimin parçası olduğu için bu konulara bundan sonraki kitaplarda çok daha derin bir şekilde değineceğim. Fakat burada belitmek istediğim, bugün her yerde ve her zaman kullanılan İnternet’in başlangıcı ARPANET ağıdır. Benim doktora çalışmam ARPANET gibi ağlarda mesaj trafiğinin akışı ve tıkanıklığın önlenme yöntemleri üzerineydi. Daha sonraki yıllarda bu tip paket anahtarlama ağlarının gelişmesi ve özellikle mobil şebekelerden İnternet’e ulaşılabilmek için çeşitli girişimlerde rol aldım. Bunlara daha sonra değineceğim.

Laser

Ben Kadıköy Koleji’nde okurken, Fizik derslerinde en ilgilendiğim konulardan biri, yeni keşfedilen LASER (Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation) konusudur. Laser ışın fotonlarını uyumlu bir hüzme şeklinde oluşturulan optik kaynaklardır. 1958 yılında Amerika’da Gordon Gould tarafından icat edilmiş, fakat birçok kişi ve firma bu buluşu yaptıklarını öne sürdükleri için uzun yıllar patent davaları sürmüştür.

İlk başta Laser teknolojisinin birçok asoterik uygulamalarda kullanılacağı düşünülmüş. 1968-1969 yıllarında, gayet geniş ve önemli uygulamalarda kullanılabileceğini okuduğumu ve hatta bazı yazılar yazdığımı hatırlıyorum. Fakat bunların gerçekleşmesi uzun zaman aldı. Laser’ın pratik bir şekilde değişik alanlarda kullanılabilmesi için daha birçok gelişmeler ve buluşlar gerekti. Bugün Laser tıpta,  yazıcılarda,  telekomünikasyonda, savunma sanayiinde, eğlence endüstrisinde değişik uygulamalarda kullanılıyor ve günlük yaşamda çok büyük rolü var.

Sigaranın Zararları

İlk defa 1950’lerde yapılan tıbbi çalışmalar sonucu sigaranın sağlık için çeşitli zararları olduğu görüldü. Bu   zararların en büyüğü akciğer kanseri olarak saptanıyordu. Sigarayla akciğer kanserinin bağlantısı 1950’lerde bulunduysa da Amerika’daki sigara şirketleri ve Türkiye gibi sigaradan büyük gelir toplayan hükümetler bu bağlantıyı kabul etmediler ve bu bilginin yayılmasını önlemeye çalıştılar. Ben ilkokulun son sınıflarındayken 1961-1962 de sigaranın zararlarını öğrendiğimi hatırlıyorum. O zamanlar annem babam çok nadiren, özellikle bir misafir geldiğinde sigara içerlerdi. Ben Kadıköy Koleji’ndeyken, sigara içmek yasaktı ve bazı arkadaşlar yatakhanelerin arkasında sigara içerler, müdür muavini tarafından yakalanırlardı. Ben hayatımda hiç sigara içmedim ve öyle bir istek de duymadım.

Bugün, sigaranın zararları ve akciğer kanseriyle olan bağlantısı çok iyi bilinmesine rağmen, dünyada 1 milyardan fazla insan devamlı tütün içiyor ve 8 milyona yakın insan her yıl sigaranın zararlarından dolayı ölüyor. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)’ne göre, dünyada sigara kullanımının en yaygın olduğu ülke, %39 ile Yunanistan’mış. Türkiye’de ise sigara içme oranı %24 civarında. Fakat Türk erkeklerinde bu oranın %37’den yukarı olduğu belirlenmiş. Yani bugün, her üç erkekden biri Türkiye’de devamlı sigara içiyor. Ayrıca bu bağımlılık hem erkeklerde hem kadınlarda 13 ile 14 yıl yaşam süresini kısaltmakta.

İlk Kalp ve Böbrek Transferleri

Ben Kadıköy Koleji’nin lise ikinci sınıfındayken, bize tek bir yıl Biyoloji dersi vermişlerdi. O yıl, 1967-1968 ders dönemi, insan anatomisiyle ilgili birçok şey öğrendiğimi hatırlıyorum. Benim için hiç unutulmaz bir tıbbi gelişme o sırada oldu. 7 Aralık 1967’de Güney Afrika’da Dr. Christiaan Bernard ilk kez insandan insana kalp transferini yapmıştı. 25 yaşında trafik kazasında vefat eden bir kadının kalbini 53 yaşında bir erkeğe ameliyatla nakletmişti ve bu tıp dünyasında müthiş bir olay olmuştu.  Gerçi ameliyattan sonra kalbin vücut tarafından kabulü için verdiği çeşitli ilaçlar hastada çift zatüreyeye sebep olmuş ve hasta ancak 18 gün yaşıyabilmişti. Fakat bu tıbbi başarıdan sonra hem Dr. Bernard hem de birçok doktor tekniklerini ve ilaçları geliştirip, böyle insandan insana kalp transferlerini çok daha başarılı bir düzeye getirmişlerdir.

Bugün dünyada yılda ortalama 3,500 kişiye, kalp transferi yapılıyor. Ameliyattan sonra yaşama ortalaması ise 15 yıl. Bu tıbbın son 50 yılda ne kadar ilerlediğini gösteriyor. Ayrıca enteresan bir istatistik, eğer kalp transferi kadından erkeğe olursa, bu erkekten erkeğe olan transferlere nazaran % 15 daha zor vücut tarafından kabul ediliyor. Fakat kadınlar için, kadından kadına veya erkekten kadına kalp transferlerinde bir fark olmuyormuş. Gayet ilginç!

İlk başarılı böbrek transferi ise Amerika’da Boston’da 1954’de yapıldı ve transferden sonra alıcı yedi yıl daha yaşadı. Bugün dünyada her yıl 100,000 kişiye böbrek nakli yapılmakta ve alıcılar normal bir yaşam sürüyorlar. Kardeşim Bülent’in küçük kızı, Zülal’in böbrek yetersizliği vardı. 2022 yılında, ablası Didem ona bir böbreğini bağışladı ve Zülal’e başarılı bir operasyon ile böbrek nakli yapıldı. Dolayısıyla Zülal hem ablasının fedakarlığından hem de son 50 yılda tıptaki büyük gelişmelerden faydalanmış oldu. Her ikisine de yaşamlarında sağlıklı ve mutlu nice yıllar dilerim.

DNA ve mRNA

Moleküler biyolojide, 1953 yılında Francis Crick ve James Watson İkili Sarmal (Double Helix) şeklinde olan DNA (DeoksiriboNükleik Asit)’i buldular. DNA çift sarmalı birbiriyle temel eşleşmesi yapan nükleotitler tarafından bir arada tutulan iki nükleik asit molekülüdür. DNA canlıların genetik talimatlarını barındırır.  Crick ve Watson bu keşiflerinden dolayı 1962 Nobel Kimya ödülünü kazanmışlardır. Ben ileri yıllarda genlerle ilgilendim ve bazı araştırmalar yaptım, birkaç kitap okudum. Moleküler biolojiye olan ilgim benim kanser teşhisinden sonra çok daha arttı.

RNA (RiboNükleik Asit)  ise DNA’den üretilen, fakat tek sarmalı olan bir biyomoleküldür. mRNA, mesajcı ribonükleik asit de 1961 yılında birçok araştırmacı tarafından bulunmuş. Bu mesajcı RNA, DNA’lerde bulunan genetik bilgileri hücrelerimizde bulunan proteinlere taşıyan araçtır. Atmış yıl sonra, 2021’de bir kaç ilaç firması bu mRNA’yi kullanarak çok kısa zamanda Covid-19 virüsüne karşı aşı üretmeyi başardılar. Bu firmalardan biri BioNTech, kurucu ortakları  Türk-Alman immünologları Prof. Uğur Şahin ve eşi Dr. Özlem Türeci. BioNTech ve diğer bir şirket, Moderna,  ürettikleri bu mRNA bazlı aşılarla insanlığı büyük bir pandemik felaketinden kurtardılar. Ben de bu mRNA bazlı aşılardan faydalanan biriyim!

1950-1973 Olaylarının Kronolojik Sırası

27 Ocak 1950NATO – Amerika, Kanada ve sekiz Batı Avrupa ülkesi NATO paktını kurar
20 Şubat 1950Amerika – Senatör Joseph McCarthy anti-komünist harekatı başlatır
29 Mart 1950Amerika – RCA ilk renkli televizyonu sergiler
14 Mayıs 1950Türkiye – 1950 Seçimleri, Demokrat Parti iktidarı başlıyor
16 Haziran 1950Türkiye – Ezan okunması Türkçeden Arapçaya çevrildi
21 Haziran 1950Teknoloji – Dünyada ilk bilgisayar satışa sunuldu
17 Haziran 1950Amerika – Chicago’da ilk başarılı böbrek transferi yapılır
25 Haziran 1950Kore Savaşı – Kuzey Kore Güney Kore’yi işgal ediyor, savaş başlıyor
29 Haziran 1950Kore Savaşı – Türkiye Güney Kore’ye yardım edeceğini bildirdi
15 Kasım 1950Doğduğum gün
21 Kasım1950Kore Savaşı- İlk Türk Tugayı Kore’de savaşa katıldı
2 Mayıs 1951Amerika – RCA ilk renkli renkli televizyon sinyallerini yollamayı başarır
20 Eylül 1951NATO – Türkiye ve Yunanistan NATO’ya katılır
8 Şubat 1952 İngiltere – Kraliçe Elizabeth II tahta çıkar
26 Şubat 1952İngiltere – Başbakan Churchill İngiltere’nin atom bombasını açıklar
15 Mayıs 1952Uzay Yarışı – Von Braun insanların Mars’a gidebileceğini öngördü
26 Temmuz 1952Arjantin – Eva Peron (Evita) rahim kanserinden 33 yaşında ölür
20 Kasım 1952Amerika – Başkan Eisenhower, John Foster Dulles’ı Dış İşleri bakanı yapar
5 Mart 1953Sovyetler – Stalin ölür ve Kruşçev Başkan olur
25 Nisan 1953Tıp – James Watson ve Francis Crick ikili sarmal (double helix) şeklindeki DNA’i buldular
8 Mayıs 1953Fransa – Amerikan Başkanı Eisenhower Fransa’nın Vietnam’daki savaşı için yardım yollar
27 Temmuz 1953Kore Savaşı – Ateşkes imzalanarak savaş sona eriyor
14 Ağustos 1953Sovyetler – Hidrojen bombasının varlığını açıkladı
22 Ağustos 1953İran – Amerikan CIA İran’da Musaddık hükümetini devirip Şah Pehlevi’yi başa geçirir
27 Ocak 1954Türkiye – Köy Enstitüleri kapatıldı
1 Mart 1954Amerika – En güçlü Hidrojen bombası testi, Hiroşima’nın 600 misli daha güçlü
31 Mart 1954Vietnam – Fransızların Dien Bien Phu’da büyük yenilgisi
28 Nisan 1954Amerika – John F. Dulles’ın domino teorisi ve Fransanın Vietnam politikasına destek
2 Mayıs 1954Türkiye – 1954 Genel Seçimleri
8 Mayıs 1954Vietnam – Fransızlar Dien Bien Phu’da yenilerek terk eder, 70 yıllık Fransız sömürgeciliği bitiyor
21 Temmuz 1954Vietnam – Fransa Vietnam Ateşkes imzalar, Vietnam 17. paralelle kuzey/güney olarak bölünür
27 Temmuz 1954OrtaDoğu – İngiltere Süveyş Kanalı’nı Mısır’a bırakır, Mısır’daki 72 yıllık sömürgeciliği biter
2 Aralık 1954Amerika Senatosu Joseph McCarthy’i resmen kınar ve onun anti-komünist eylemleri sona erer
18 Nisan 1955Fen – Albert Einstein öldü
14 Mayıs 1955Sovyetler – Sekiz komünist ülkenin katılmasıyla Varşova Paktı imzalandı
6 Eylül 1955Türkiye – İstanbul ve İzmir’de 6-7 Eylül Olayları
9 Mart 1956Kıbrıs – İngilizler Başpiskopos Makarios’u tutuklayıp adadan sınır dışı ederler
15 Mayıs 1956Türkiye – Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) kuruldu
13 Ağustos 1956Türkiye – Ortaokullara din dersi konuldu
31 Ekim 1956OrtaDoğu – İsrail, Fransız ve İngiliz kuvvetleri Süveyş kanalı için Mısır’a hücum ettiler
23 Kasım 1956Sovyetler – Macaristan’daki ayaklanmayı tanklarla bastırdı
29 Kasım 1956OrtaDoğu – Birleşmiş Milletler baskısı altında Fransız ve İngilizler Süveyş kanalından çekilir
25 Mart 1957Avrupa – Altı Avrupa ülkesi Roma Anlaşması’nı imzalıyarak Avrupa Ortak Pazarı’nı kurdular
4 Ekim 1957Uzay Yarışı – Sovyetler Sputnik’i uzaya gönderdiler
27 Ekim 1957Türkiye – 1957 Genel Seçimleri yapıldı
28 Kasım 1957Türkiye – CHP ile Hürriyet Partisi birleşti
1 Şubat 1958Uzay Yarışı – Amerika Explorer I dünya etrafında yörüngeye sokuldu
31 Mayıs 1958Fransa – de Gaulle başbakan oluyor
31 Temmuz 1958OrtaDoğu – Irak’da askeri darbe, Kral Faysal öldürülür, Amerika Beyrut’a 5000 asker yollar
28 Eylül 1958Fransa – Referandumla 5. Cumhuriyet onaylanır ve de Gaulle Cumhurbaşkanı olur
12 Ekim 1958Türkiye – Menderes Vatan Cephesi’ni kurar ve halkı bu cepheye katılmaya davet eder
5 Ocak 1959Uzay Yarışı – Sovyetler Luna roketini Ay’ın ötesine yolladılar
16 Ocak 1959Küba – Fidel Castro Küba’da idareyi ele geçirir
2 Şubat 1959Hindistan – İndra Gandi Kongre Partisinin Başkanı olur
1 Mart 1959Kıbrıs – Makarios üç yıldan sonra Kıbrıs’a döner
4 Mart 1959Uzay Yarışı – Amerikan Pioneer IV roketi Ay’ın ötesine yollanır
1 Mayıs 1959Türkiye – CHP lideri İnönü Uşak’da başına atılan bir taş ile yaralandı
14 Eylül 1959Uzay Yarışı – Sovyetler Luna 2 ile Ay’a ilk sert iniş yaptılar
27 Ekim 1959Uzay Yarışı – Sovyetler Luna 3 ile Ay’ın arka yüzünün resimlerini çektiler
14 Aralık 1959Kıbrıs – Makarios Kıbrıs Cumhurbaşkanı olur
1 Nisan 1960Silahlanma Yarışı- Fransa Afrika Sahrasında ikinci atom bombası testini yapar
18 Nisan 1960Türkiye – Menderes TBMM’de yanlız DP üyelerinden oluşan Tahkikat Komisyonu kurdu
28 Nisan 1960Türkiye – İstanbul Üniversitesi öğrencileri protesto yürüyüşü yaptılar, polis kanlı şekilde bastırdı
1 Mayıs 1960Soğuk Savaş – Sovyetler Amerikan U-2 casus uçağını düşürürler
21 Mayıs 1960Türkiye – Ankara’da Harbiye Okulu öğrencileri protesto yürüyüşü yaptılar, okul kapatıldı
27 Mayıs 1960Türkiye – 27 Mayıs İhtilali / Türkiye’de ilk askeri darbe
16 Ağustos 1960Kıbrıs – İngiliz idaresi sona erer ve Kıbrıs bağımsızlık kazanır
14 Ekim 1960Türkiye – Yassıada mahkemeleri başladı
9 Kasım 1960Amerika – Kennedy Başkan seçilir
6 Ocak 1961Türkiye – Kurucu Meclis çalışmalarına başlar
17 Ocak 1961Amerika – Eisenhower’ın veda konuşmasında ‘askeri-endüstriyel’ işbirliğine karşı uyarma
1 Mart 1961Amerika – Başkan Kennedy Barış Gönüllüleri programını başlatır
12 Nisan 1961Uzay Yarışı – Sovyetler uzaya giden ve dünya çevresinde dolaşan ilk insan, Yuri Gagarin
25 Nisan 1961Küba – Domuzlar Körfezi çıkartması yenilgiyle sonuçlanır
5 Mayıs 1961Uzay Yarışı – Amerikan Alan Shepard uzaya çıkan ilk Amerikalı astronot, 15 dakikalık bir uçuş
9 Temmuz 1961Türkiye – 1961 Anayasası referandum % 61.7 oyla kabul edilir.
31 Ağustos 1961Soğuk Savaş – Doğu ve Batı Berlin’i bölen “Berlin Duvarı” inşa edildi
17 Eylül 1961Türkiye – Adnan Menderes idam edildi
15 Ekim 1961Türkiye – 1961 Genel Seçimleri
26 Ekim 1961Türkiye – Orgeneral Cemal Gürsel Türkiye’nin 4. Cumhurbaşkanı seçilir
14 Kasım 1961Vietnam – Amerikan askeri danışmanlarının sayısını 16 bine çıkar
20 Kasım1961Türkiye – İnönü başkanlığında CHP-AP koalisyon hükümeti kurulur
14 Ocak 1962Uzay Yarışı – Amerikan Mariner II Venüs’ün ilk yakın çekim fotoğraflarını gönderir
20 Şubat 1962Uzay Yarışı – Amerika uzayda ilk dünya etrafında dolaşan Amerikalı, John Glenn
22 Şubat 1961Türkiye – Talat Aydemir’in darbe girişimi önlenir
12 Ağustos 1962Uzay Yarışı – Sovyetler iki kozmonot iki kapsül aynı zamanda uzayda, yeni bir rekor
25 Ağustos 1962Uzay Yarışı – Amerika Mariner II roketini Venüs gezegenine yollar
12 Eylül 1962Uzay Yarışı – Amerika Başkanı J.F. Kennedy’nin “Biz Aya Gideceğiz” konuşması
27 Ekim 1962Küba – Sovyetler Küba’daki füzelerin çıkarılmasını Türkiye’deki Amerikan füzelerine bağlar
3 Aralık 1962Türkiye – Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı kabul edildi
21 Mayıs 1963Türkiye – Talat Aydemir’in ikinci darbe girişimi önlenir, tutuklanır
11 Haziran 1963Vietnam – Budist rahip Güney Vietnam yönetimini protesto için kendini yakarak intihar eder
19 Haziran 1963Uzay Yarışı – Sovyetler uzaya giden ilk kadın, Valentina Tereşkova
26 Haziran 1963Amerika – Kennedy’nin Berlin’deki “Ben bir Berlinliyim” konuşması
28 Ağustos 1963Amerika – Martin Luther King’in “Benim bir rüyam var” konuşması
22 Kasım 1963Amerika – John F. Kennedy Dallas’da öldürüldü
21 Şubat 1964Türkiye – İsmet İnönü’ye başarısız bir suikast girişimi oldu
1 Mayıs 1964Türkiye – TRT kuruldu
7 Ağustos 1964Vietnam – Amerika Kongresi Tonkin Körfezi olayından dolayı Johnson’a savaş yetkileri verir
7 Ağustos 1964Türkiye – Hava kuvvetleri jet uçakları Kıbrıs üzerinde ihtar uçuşları yapar
16 Ekim 1964Silahlanma Yarışı – Çin ilk atom bombasını test eder
17 Ekim 1964Sovyetler – Brejnev devlet başkanı olur
11 Şubat 1965Vietnam – Amerikan hava kuvvetleti Kuzey Vietnam’ı bombalamaya başlar
13 Şubat 1965Türkiye – 1965 bütçesi TBMM’de reddedilince Başbakan İnönü istifa eder
18 Mart 1965Uzay Yarışı – Sovyetler ilk uzay yürüyüşü, Alexi Leonov, 10 dakikalık yürüyüş
15 Nisan 1965Vietnam – Amerikan hava kuvvetleri napalm bombaları atıyor
17 Nisan 1965Amerika – Washington’da ilk büyük anti-Vietnam savaşı protestosu
3 Haziran 1965Uzay Yarışı – Amerikan Gemini 4 astronotu Edward White ilk uzay yürüyüşü yapar
6 Temmuz 1965Türkiye – Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) kuruldu
9 Ağustos 1965Singapur – Malezya’dan ayrılıp bağımsız oldu.
10 Ekim 1965Türkiye – 1965 Genel Seçimleri yapıldı
15 Aralık 1965Uzay Yarışı – Amerikan Gemini 6 ve Gemini 7 kapsülleri uzayda randevulaşır
17 Ocak 1966Silahlanma Yarışı – Amerikan B-51 uçağı, H-bombası taşırken İspanya’da kaza yaptı, düştü
19 Ocak 1966Hindistan – Indra Gandi Başbakan olur
28 Mart 1966Türkiye – Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı seçildi
Mayıs 1966Çin – Mao ‘Kültür Devrimi’ni başlatır
28 Mayıs 1966Vietnam – Amerika çapında büyük Vietnam savaşı karşıtı protesto gösterileri oluyor
2 Haziran 1966Uzay Yarışı – Amerikan Surveyor I Ay’a yumuşak iniş yapar, Ay yüzeyinin ilk resimlerini yollar
3 Ağustos 1966Türkiye – Af kanunu ile bütün DP’liler serbest bırakıldılar
27 Ocak 1967Uzay Yarışı – Amerika Apollo 1 Yangını
28 Şubat 1967Türkiye – İlk Anadol marka otomobiller piyasaya çıkar
21 Nisan 1967Yunanistan – Askeri darbe
6 Haziran 1967OrtaDoğu – İsrail ile Araplar arasında 6-gün savaşı başlar
17 Haziran 1967Silahlanma Yarışı – Çin ilk hidrojen bombasını test etti
30 Temmuz 1967Vietnam – Vietnam’a 550 bin daha Amerikan askeri yollanması istenir
16 Ekim 1967Vietnam – Joan Baez protestolar sırasında tutuklanır
7 Aralık 1967Tıp – Dr. Christiaan Bernard ilk başarılı kalp transferini yaptı
8 Aralık 1967Kıbrıs – Yunan askerleri Kıbrıs’tan çekilmeye başlar
13 Aralık 1967Yunanistan – Askeri darbe, kral Roma’ya kaçar
28 Ocak 1968Silahlanma Yarışı – Dört tane H-bombası taşıyan Amerikan uçağı Grönland’da buzlara çarpar
31 Ocak 1968Vietnam – Tet saldırısı başlar
29 Şubat 1968Vietnam – Senatör Robert Kennedy Vietnam savaşının sona erdirilmesini ister
16 Mart 1998Vietnam – My Lai katliamı
4 Nisan 1968Amerika – Zenci insan hakları lideri Martin Luther King öldürüldü
20 Nisan 1968Kanada – Pierre Trudeau başbakan olur
6 Haziran 1968Amerika – Başkan adayı, senatör Robert Kennedy öldürüldü
22 Ağustos 1968Sovyetler – Çekoslavakya’nın işgali
25 Aralık 1968Uzay Yarışı – Apollo 8 uçuşu. Ay’ın etrafında dönüşü ve Ay’dan ilk televizyon yayını
6 Ocak 1969Türkiye – Amerikan büyükelçisi Komer’in arabası ODTÜ’de yakıldı
17 Mart 1969İsrail – Golda Meir İsrail’in ilk kadın başbakanı oldu
28 Nisan 1969Fransa – de Gaulle başkanlıktan istifa eder
20 Temmuz 1969Uzay Yarışı – Amerika Apollo 11 astronotları Armstrong ve Aldrin Ay’a ilk ayak basan insanlar
23 Eylül 1969Türkiye – ODTÜ öğrencisi Taylan Özgür İstanbul’da vurularak öldürüldü
12 Ekim 1969Türkiye – 1969 Genel Seçimleri
29 Ekim 1969Teknoloji – ARPANET aracılığıyla ilk kez iki bilgisayar arasında mesaj iletimi gerçekleştirildi
1 Kasım 1969Ben ODTÜ’de üniversite eğitimine başladım
15 Kasım 1969Vietnam – Dünya çapında anti- Vietnam savaşı protesto gösterileri
24 Kasım 1969Uzay Yarışı – Amerikan Apollo 12 Ay’a iniş yaptı
20 Şubat 1970Türkiye – Boğaziçi köprüsünün inşaatı başlar
30 Nisan 1970Vietnam – Amerika Kamboçya’ya asker yolluyor, savaş genişliyor
18 Mayıs 1970Vietnam – Kent State üniversitesinde Kamboçya protestoları sırasında dört öğrenci öldürülür
29 Haziran 1970Vietnam – Amerika askerlerini Kamboçya’dan geri çeker
27 Kasım 1970Türkiye – Dünyanın 3. büyük opera binası olan Atatürk Kültür Merkezi bütünüyle yandı
15 Aralık 1970Uzay Yarışı – Sovyetler Venera 7 modülü Venüs’e iniş yapar, bir gezegen yüzeyine ilk iniş
29 Ocak 1971Vietnam – Amerikan askeri yargısı My Lai katliamında rol alan askerlerin hepsini suçsuz bulur
6 Mart 1971Türkiye – Polis ve asker ODTÜ’yü kanlı bir şekilde işgal eder
7 Mart 1971Vietnam – 1,000 Amerikan uçağı Laos ve Kamboçya’yı bombalar
12 Mart 1971Türkiye – Ordu ültimatom vererek askeri darbe yapar, Demirel istifa eder, Nihat Erim Başbakan olur
13 Kasım 1971Uzay Yarışı – Amerikan Mariner 9 Mars etrafında başarıyla yörüngeye giren ilk uydu olur
22 Şubat 1972Amerika – Nixon Çin’i ziyaret eder
6 Mayıs 1972Türkiye – Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı idam edildiler
7 Mayıs 1972Türkiye – CHP Genel Başkanlığı’na Bülent Ecevit seçildi
22 Mayıs 1972Türkiye – Nihat Erim’in başbakanlığı sona erer, Ferit Melen Başbakan olur
17 Haziran 1972Amerika – Demokrat Parti’nin Watergate binasındaki ofisine hırsızlar girer, skandalın başlangıcı
7 Aralık 1972Uzay Yarışı – Amerika Apollo 17, son Apollo yolculuğu
1 Ocak 1973Avrupa – İngiltere, İrlanda ve Danimarka Avrupa Ekonomik Topluluğu üyesi oldular
3 Nisan 1973Teknoloji – New York’da dünyanın ilk cep telefon görüşmesi gerçekleştirildi.
6 Nisan 1973Türkiye – Fahri Korutürk Türkiye’nin 6. Cumhurbaşkanı seçildi
9 Ağustos 1973Türkiye – Merkez Bankası dolar alımını kısıtladı
31 Ağustos 1973Ben Türkiye’den ayrılıp, Kanada’ya gitmek için yola çıktım
6 Ekim 1973OrtaDoğu – Arap ülkeleri ile İsrail arasında Yom Kippur savaşı başladı
14 Ekim 1973Türkiye – 1973 Genel Seçimleri yapıldı
29 Ekim 1973Türkiye – İlk Boğaziçi köprüsü hizmete açıldı