Bölüm 5 – ODTÜ Yılları (1969-1973)
Hayatımın bu bölümü sadece dört yıllık bir üniversite eğitimi değildi. Üniversite hayatını sürekli kesintiye uğratan ve dikkati dağıtan siyasi ve öğrenci protesto gösterilerinin ortasında, ben ve sınıf arkadaşlarımın Elektrik Mühendisliği ve Bilgisayar Bilimleri alanında çok zorlu bir eğitimi dört yılda tamamlamayı başarmış olmamız bence bir mucizeydi. Karışıklıklar sadece benim üniversitemde değil, tüm Türkiye’de, hatta tüm dünya çapında oluyordu. Amerika’nın karıştığı Vietnam Savaşı, öğrenci ayaklanması ve protestolarının ana nedenlerinden biriydi. Mayıs 1970’te ABD’nin Ohio eyaletindeki ünlü Kent State katliamı bunun sadece bir örneğiydi.
İşte bu bölüm, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) bu zor dönemden geçerek, sevdiğim bir alanda üniversite diploması almaya çalışırken geçirdiğim dört yılın hikayesidir. Bu dört yılı yaşarken bazen okulu asla bitiremeyecekmişiz gibi düşünürdüm. Örneğin, öğrenci protestoları ve her türlü siyasi sebeplerden dolayı 1972’de sıkı askeri denetim altında yapılan sınırlı bir açılış töreni dışında, ne açılış törenlerimiz ne de mezuniyet törenimiz oldu. Mezun olduk ve mezuniyet cübbeleri giydik ama 1973’te mezuniyet töreni yapılmadı.
Mezun olduktan sonra hiç unutmuyorum, bir sınıf arkadaşım İngilizce bir tabirle bana artık saçlarımızı serbest bırakabileceğimizi söyledi (You can now let your hair down!). Bu, artık istediğimizi yapabiliriz anlamına geliyordu. Türkiye’nin en prestijli teknik üniversitesinden, sevdiğimiz alanda, çok iyi derecelerle, pek çok kesintilere rağmen yıl kaybetmeden dört yılda mezun olmuş, hayatın en zor işini başarmış ve yüksek lisans çalışmalarına başlayabiliriz, demişti arkadaşım. Hayattaki en zor şeylerden birini başardığımızı söylüyordu. Bunların gerçekten gençliğimin en zor dört yılı olduğunu söylemek muhtemelen abartı olmaz.
Bu bölüm aynı zamanda, Türkiye’nin 20. yüzyılda yükseköğretimde yapmış olduğu belki de en önemli ve devrimci girişim olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin hikayesidir. Bu müstesna üniversitenin öğrencisi ve mezunu olmaktan gurur duydum ve duymaya devam ediyorum. Devrim niteliğindeki özelliği nedeniyle bu üniversite ile Türk hükümeti, devleti ve toplumunun belirli kesimleri arasında sürekli bir çatışma olmuştur. Zaman zaman çirkinleşen ve eğitime engel olan bu çatışma üniversitenin kuruluşuyla başlamış ve günümüzde de devam etmektedir. Bu bölümde, orada bulunduğum dört yıl boyunca bu çatışmaya bir pencere açmaya çalışarak, bunun öğrenciler üzerinde yarattığı ve benim bizzat yaşadığım sıkıntıları anlatıyorum.
Daha önceki bir bölümde açıkladığım gibi, Elektrik Mühendisliği benim hedefimdi. Bunun için üç üniversiteyi seçtim, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ), Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ). Her üç okulun giriş sınavları ayrıydı. Dolayısıyla her üç sınava da girdim ve her üç okulun da giriş sınavlarını kazandım. Okulların o yıl kademeli başlangıç tarihleri sayesinde, önce İTÜ’ye kaydolup orayı iki haftalığına denedim. Ardından BÜ’ye kaydolup oradaki derslere de iki hafta gittim. Ekim 1969’un sonunda Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne (ODTÜ) katılmak için Ankara’ya yollandım. ODTÜ’nün geç başlamasının nedeni, öğrenci protestoları ve üniversitenin hükümet tarafından aylarca kapatılmasıydı. Bu konuya daha sonra değineceğim.
ODTÜ Tarihi ve Kurdaş Faktörü
1969 sonbaharında birinci sınıf öğrencisi olarak katıldığımda ODTÜ’nün Ankara şehir merkezine yaklaşık yedi kilometre uzaklıkta 11,000 dönümlük bir kampüsü vardı. Bu üniversite fikri Türkiye’deki ve Orta Doğu’daki gelişmekte olan ülkelerde konut ve planlama koşullarının ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli iyi eğitimli eleman yetiştirmek gereksiniminden doğmuş. Orijinal fikir, 1954’de UNESCO’ya Ortadoğu’daki konut sorununu çözmek için uluslararası bir yüksek öğretim kurumu kurma önerisinde bulunan Birleşmiş Milletler şehir planlama danışmanı Charles Abraham’a aittir.
Bazı müzakerelerden sonra 1956’da 40 öğrenci ve üç öğretmenle Mimarlık ve Şehircilik Yüksek Okulu açıldı. Okula yasal bir statü verildi ve ertesi yıl bugünkü adını aldı. Kapsamı mühendisleri, mimarları ve diğer teknik meslekleri eğitmek için genişletildi. İlk eğitim binası olarak Atatürk’ün savunma bakanı Zekai Apaydın’ın Kızılay’da Milli Müdafaa Caddesi’ndeki üç katlı evi kullanıldı. O zamanlar bu bina Emekli Sandığı’na aitmiş. Daha sonra okul Ankara’daki TBMM kompleksinin arkasındaki geçici barakalara geçti.
Dönemin Türk hükümeti okulu kurmayı kabul etmesine rağmen, eğitim dilinin İngilizce olması, akademik yapının kürsü değil bölüm olması ve dış finansmandan dolayı uluslararası etki potensiyeli nedeniyle toplum içinde okula karşı çıkan birçok gruplar vardı. Aslında ilk yıllarda, bu tür direnişler nedeniyle UNESCO, fonlarını Mısır’ın Kahire kentinde okul kurmak için değiştirmeyi düşündü. Ancak okul, muhtemelen Türkiye’nin stratejik konumu ve Türkiye’nin yeni bir NATO üyesi olması nedeniyle Ankara’da kaldı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Soğuk Savaş’ın şekillenişi yalnız NATO ve Varşova Paktlarının oluşmasıyla kalmamıştı. Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki uzay yarışması bu Soğuk Savaş’ın en fazla bahis edilen yönlerinden biriydi. Diğer bir yarışma, fazla dikkat çekmemekle beraber, bilim ve eğitim alanında idi. Sovyetler, Hindistan’da muazzam bir teknik üniversite açıyor, Prag’da ve Varşova’da aynı şekilde büyük teknik kuruluşlar oluşturuyorlardı. “Size ilim öğreteceğiz, teknik bilgi vereceğiz” adı altında beyin transferi başlatılıyordu. Bu konu Amerikan hükümetinde ve Senato’sunda konuşuluyor, tartışılıyordu.
Türkiye’de ODTÜ kurulurken bu okulun ülkedeki diğer üniversitelerden çok farklı, İngilizce eğitim yapan, mali ve idari yapısı, ders programı ve hatta sınıf geçme yönetimine kadar tüm bir Amerikan modelinin oluşturulması planlanmıştı. Aslında o zamanın Demokrat Parti hükümeti ülkenin ihtiyaç duyduğu teknik elemanların Amerikan üniversite modeli ile daha iyi yetişeceğine inanıyordu. Aynı hükümet, ODTÜ’nün yanı sıra, 1955’de Ege ve Karadeniz Teknik Üniversiteleri’ni kurdu. 1958’de aynı hükümet tarafından, Cumhuriyet’in kuruluşunda statüsü lise seviyesine indirilen, yine bir Amerikan modeli olan ve ‘liberal art college’ olarak tasarlanan Robert Kolej’e ‘teknik yüksek öğretim kurumu’ statüsü verildi.
Ocak 1957’de yayınlanan bir kanunla ODTÜ, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı, İngilizce öğretim dili ve Bakanlar Kurulu tarafından atanan 9 kişilik Mütevelli Heyeti tarafından yönetilen bir üniversite olarak kuruldu. İlk olarak Makina Mühendisliği (1957 Şubat) ve daha sonra İnşaat Mühendisliği (1957), Elektrik Mühendisliği (1958), Kimya Mühendisliği (1958), Fen Edebiyat Fakültesi (1958) ve Maden Mühendisliği (1960) açıldı. Kurulan bu fakülteler için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin avlusunda yeni barakalar inşa edildi ve eğitim bu barakalarda başladı.
Bu ilk yıllarda, her ne kadar ‘yönetim’ bakanlar kurulunun atadığı Mütevelli Heyeti’nin elindeyse de, gerçekte okul yönetimi oldukça Türkiye hükümetinin etkisinden uzak tutulmaya çalışılıyordu. Amerikalı Thomas Godfrey hem Mimarlık Fakültesi Dekanlığı yapıyor hem de üniversitenin “müdürü” olarak görevlendirilmişti. Türk akademisyenlere nadiren üniversite yönetiminde görev veriliyordu. Godfrey, United Nations aracılığıyla ODTÜ’ye gelmişti. 1959 da W.R. Woolrich tekrar UNESCO aracılığıyla “Danışman Rektör” olarak ODTÜ’ye atanmıştı.
O zamanlar üniversitenin en önemli sorunu yeterli mali kaynak aramak olmuş. Birleşmiş Milletler, NATO, CENTO, UNESCO, Ford Vakfı ve daha başka yurt dışı kaynaklar bulmak için Mütevelli Heyeti birçok girişimlerde bulunmuş. Bu gayretler bazı pozitif sonuçlar vermiş ve bu arada Woolrich’in yerine E.S. Burnell atanmış. 27 Mayıs 1960’dan sonra o zamanki Mütevelli Heyeti’nin görevlerine son verilmiş ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakultesi’nin eski Dekanı, Turhan Feyzioğlu ODTÜ’nün ilk resmi rektörü olarak atanmış ve Burnell’in görevine de son verilmiş.
Profesör Feyzioğlu’nun rektörlüğü ancak 5 ay sürmüş, Ocak 1961 de Milli Eğitim Bakanlığına atanınca istifa etmiş. Yerine Profesör Seha L. Meray atanmış, fakat onun da rektörlüğü çok kısa sürmüş ve Ekim 1961’de aniden görevinden ayrılmış.
Kasım 1961’de Mütevelli Heyeti çok uzun, başarılı bir geçmişi olan ekonomist Kemal Kurdaş’I (1920-2011) üniversitenin yeni Rektörü olarak atamış. Kurdaş ODTÜ’ye gelmeden önce koalisyon hükümetinin Maliye Bakanıydı. Daha önce, 1956’dan başlamak üzere, Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund- IMF) için Güney Amerika ülkeleri için danışmanlık yapmış. 27 Mayıs 1960’da sonra Türkiye’nin ekonomisini kurtarmak için Türkiye’ye dönen Kurdaş hem Maliye Bakanlığı yapıyor hem de 1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis’te görev yapıyordu. Böyle başarılı, çok bilgili, ileri görüşlü ve küresel çapta büyük işler başarmış bir liderin ODTÜ rektörlüğüne atanması bu okulun geleceği için inanılmaz bir rol oynamıştır. Kurdaş bu görevde sekiz yıl kalarak, ODTÜ’nün hakiki “Kurucu Rektörü” unvanını almıştır.
Öte yandan, ODTÜ’nün Mütevelli Heyeti birçok yönden eleştirilirse de, 1961’deki bu Mütevelli Heyeti Kemal Kurdaş’ı bu role atamakla fevkalade iyi bir karar vermişler. Benim ODTÜ’yü seçmem, oradan başarıyla mezun olmam ve kariyerimi başlatmam yönünden kendimi hem bu çok değerli rektöre, Kemal Kurdaş’a, hem de onu atayan ileri görüşlü Mütevelli Heyetine borçlu hissediyorum!
Kurdaş rektör olduğunda yeni kampüs yeri tespit edilmişti, fakat bulunan yer bomboş bir kırlık araziydi. Çevrede hiç bir bina yoktu. Mimarlık tasarım yarışması sonucu, Behruz Çinici ve eşi Altuğ Çinici mimar olarak seçilmişlerdi. Fakat bu genç mimarların tasarımı başlangıçta daha düşük seviyeli bir yönetici tarafından reddedilmişti. Ancak, Kurdaş bu mimarlarla tanıştığında o kadar etkilenmiş ki, onların tasarısına hem izin vermiş hem de onları baş mimar yapmış. Kurdaş’ın ileri görüşlülüğünün iyi bir örneği! Çinici’lerin tasarım tezi: “Uluslararası tarzın ve modernizmin bölgesel yorumunu içeren ileriye dönük bir ulusun görünümü” idi.
Kurdaş, rektörlüğünün 1. yılında yeni kampüsün 12 binasının temelini attı. Bu yapılar hem mimarlık hem de inşaat yönünden birçok açıdan devrim niteliğindeydi. Kampüs binalarının çoğunu birbirine bağlayan “servis tünelleri”, kampüs genelinde elektrik, ısıtma, su ve iletişim sağlıyordu. ODTÜ için bir başka ilk, kampüs binalarının yapımında kullanılan “çıplak beton teknikleri”ydi. Birçok bina, özellikle Mimarlık Fakültesi binası, uluslararası mimari ödüller kazandı.
Kampüsün binaları 18 ayda tamamlandı ve Ekim 1963’te üniversite eğitimi TBMM avlusundaki barakalardan bu yeni kampüs binalarına taşındı. Yani ben ODTÜ’ye 1969 Kasım’ında geldiğimde kampüs yaklaşık 6 yaşındaydı ve okul 13 yaşındaydı.
1964 yılında, yani kampus açıldıktan bir kaç ay sonra, Rektör Kurdaş ODTÜ Bilgi İşlem Merkezi’ni kurmuş. Ardından 1967 yılında Dr. Şafak Üzsoy’un öncülüğünde Türkiye’de ilk bilgisayar akademik çalışması olan Bilgisayar Bilimleri Bölümü ve bilgisayar merkezi laboratuvarını kurmuşlar. Rektör Kurdaş’ın ileri görüşlülüğünün ve liderliğinin benim kariyerime olan etkisinin en çarpıcı örneklerinden biridir bu.
Ben katılmadan önce Rektör Kemal Kurdaş’ın başardığı bir diğer önemli şey ise kampüsün ağaçlandırılması ve çevre düzenlemesiydi. Kampüsün inşasından önce mevcut arazi kuraktı. Kurdaş’ın önderliğinde, birçok karşı çıkmalara rağmen, 1962 ile 1969 yılları arasında çoğu öğrenciler tarafından olmak üzere 13 milyondan fazla ağaç dikilmiş, ormanlıklar yaratılmış ve bu 45 km2 lik alan tamamen yeşillendirilmiştir. Bu alan, bu günkü Ankara’nın en rağbet gören piknik yerlerinden biri olmuştur. Ayrıca bu girişim, Kemal Kurdaş, Behruz Çinici (kampusun baş mimarı) ve Alattin Eğemen’e (Ağaçlandırma direktörü) 1995’de Ağa Han uluslararası ödülünü kazandırmıştır.
Kurdaş’ın diğer bir girişimi tarihi harabelerin korunması yönündeydi. Kurulmakta olan ODTÜ Kampüsü’nün içinde olan Yalıncak köyünde yapılan arkeolojik çalışmalar ve kazılarla Ahlatlıbel adlı 2500 yıl öncesine giden tarihi eserler ve harabeler bulunmuş. Bunlar kampus içinde kurulan bir arkeolojik müzede korunmaya başlanmıştır. Ayrıca Kurdaş, Keban barajının yapımı sırasında Başbakan Süleyman Demirel’i ikna ederek, ODTÜ ekiplerinin baraj gölü oluşmadan önce oradaki arkeolojik kazılarla tarihi harabelerin korunmasına ön ayak olmuş.
Kurdaş’ın yaptığı bir diğer kritik gelişme de 1963’de ODTÜ’de İngilizce Hazırlık Okulu’nun kurulması olmuştur. Bu sayede yalnız İngilizce bilen öğrenciler değil, her başarılı öğrenci ODTÜ’ye girebilecek, İngilizce öğrenmeleri gerekiyorsa, bir yıl üniversitenin İngilizce Hazırlık Okulu’na gideceklerdi. Dolayısıyla ODTÜ çok daha büyük bir öğrenci toplumuna hizmet edebilecekti. Ben ODTÜ’ye girdiğimde hazırlık okumam gerekmedi, fakat sınıfımdakilerin çoğunluğu ODTÜ’nün hazırlık sınıfından geliyordu.
Kısacası Kemal Kurdaş ODTÜ’yü ODTÜ yapan rektör olarak anılmalıdır.
1969 sonbaharında ben okula geldiğimde, ODTÜ’de yaklaşık 5400 öğrenci ve 670 kadar öğretim üyesi vardı. Bunların yaklaşık yarısı, 2600’ü Mühendislik Fakültesi’ndeydi. Mühendislik Fakültesi’ndekilerin %90’ı erkek, %10’u kızdı. Bu erkek-kız öğrenci oranı muhtemelen dünyadaki bütün mühendislik fakültelerinde aynıdır. Enteresan olanı mühendislikteki kızların çoğunluğu Elektrik Mühendisliği’nde, bir kısmı da Kimya Mühendisliği bölümlerindeydi. Ayrıca, yabancı öğrenciler nüfusunun yaklaşık %10’unu oluşturuyordu ve çoğunlukla Lübnan, Ürdün, Pakistan ve İran’dan geliyordu.
Ben 1973’de mezun olduktan sonra, üniversite önemli ölçüde büyüdü. 2020 yılında öğrenci nüfusu beş kat artarak 27.000’i geçmiş. Buna 94 farklı ülkeden gelen 1700 yabancı öğrenci de dahildir. Ayrıca bugün dünya çapında 100.000’den fazla ODTÜ mezunu bulunmaktadır. Bu mezunlar, üniversitenin kuruluşundan 75 yıl sonra, dünyanın hemen hemen her ülkesine yayılmışlar. Ben bu üniversitenin bir mezunu olmaktan gurur duyuyorum.
Ben ODTÜ’ye Gelmeden Önceki Siyasi Ortam
1960’ların sonlarında, Türkiye’deki ve özellikle Ankara’daki siyasi ortam çok karışıktı ve üniversiteler bu karışıklığın ve kargaşanın tam ortasındaydı. Bütün üniversitelerdeki öğrenciler ve bazı öğretim üyeleri protesto eylemlerine girişmişlerdi. ODTÜ öğrencileri ve öğretim üyeleri katılımlarında belki daha aktif ve daha agresifdiler. Daha da önemlisi, bazı üniversiteler, özellikle ODTÜ, hükümet ve devlet içindeki muhafazakar güçler tarafından fazla bağımsız, fazla liberal, fazla sosyalist olarak görünüyor ve hedef alınıyordu.
1968’den itibaren Türkiye’deki siyasi çalkantılar daha hızlandı. Hükümet, Başbakan Süleyman Demirel’in başkanlığındaki merkez sağ parti tarafından yönetiliyordu. 1968’de Avrupa ve ABD’de şekillenen ve biraz da Vietnam Savaşı’nın tetiklediği gençlik protestoları Türkiye’ye de sıçramıştı. İlk büyük üniversite öğrenci protestoları Haziran 1968’de Ankara Üniversitesi öğrencilerinin dersleri boykot etmesiyle başladı. Bu boykot hareketini diğer fakülteler ve üniversiteler izledi. İlk olarak, eğitimi boykot şeklinde olan olaylar, daha sonra siyasi protestolara dönüştü. Solcu öğrenci grupları ile sağcı öğrenci grupları çatışmaya başladı. Bu çatışmalar adam kaçırma, cinayet vb. olaylarla kanlı bir hal aldı ve iş çığırından çıktı.
Vietnam Savaşı’nın önemli bir tetikleyici faktör olduğu Türkiye’deki çalkantıların ortasında, ABD hükümeti, 1968 yılının son aylarında Robert Komer’i Türkiye’ye büyükelçi olarak atadı. Robert Komer, Vietnam’daki görevinden yeni geliyordu. Oradaki görevi CIA’in Vietnam’daki Phoenix programıydı ve bu program çerçevesinde 20.000’den fazla Vietnamlının öldürüldüğü söyleniyordu. Bazı kaynaklar bu sayının 70 bin civarında olduğunu bildiriyordu. Başkan Johnson’ın, “Vietnam Kasabı” diye adlandırılan bu kişiyi Türkiye’ye büyükelçi olarak göndermeyi uygun görmesi büyük talihsizlikti. Kesinlikle bir diplomat gibi görünmüyordu!
Robert Komer, Ankara’daki elçilik görevinde ancak birkaç ay kaldı, fakat çok olumsuz olaylara neden oldu. Ocak 1969’un başlarında ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş ile bir görüşme için ODTÜ’yü ziyaret ediyordu. Toplantı gizliydi, öğrenciler tarafından bilinmiyordu, sadece İçişleri Bakanlığı’nın haberi vardı. Kendisi ODTÜ kampüsünde toplantıdayken, rektör binasının önünde arabası ateşe verildi. ODTÜ Rektörü Kurdaş’ın aktardığına göre, İçişleri Bakanlığı yetkilileri kendisini telefonla arayıp yangını haber vermişler, bir grup solcu öğrencinin arabayı yaktığını ve polisin kampüsün kapısına geldiğini içeri girmek için izin istediklerini söylemişler. Rektör Kurdaş kampüse girmelerine izin vermemiş. Daha sonraki röportajlarında Kurdaş, Komer’in arabasının yakılmasından Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)’nın sorumlu olduğuna inandığını ve bu bahaneyi kullanarak kampüse girerek solcu öğrencileri aramak veya başka amaçlar için kullanmaya çalıştıkları görüşünü belirtmiş. Ancak medyaya yansıyan büyükelçinin arabasını yakmakla sorumlu bir grup solcu ODTÜ öğrencileri olduğuydu. Bu olay, Robert Komer’in ABD’ye geri dönmesini ve birçok daha talihsiz olayı tetikledi. Kemal Kurdaş birkaç ay sonra rektörlükten istifa edecek ve ODTÜ’de 1969 Sonbahar döneminin açılışı iki ay sonraya, Kasım 1969’a ertelenecekti. Bu gelişme benim ODTÜ’ye Eylül yerine Kasım’da başlamama neden oldu.
Komer’in arabasını yakma olayına karışmakla (büyük ihtimalle haksız yere) suçlanan ODTÜ öğrencilerinden biri de Mustafa Taylan Özgür’dü. Solcu öğrenci örgütlerine katılan ikinci sınıf öğrencisiydi ve Komer olayından sonra tutuklandı ve iki ay cezaevinde kaldı. Serbest bırakıldıktan sonra 24 Eylül 1969’da İstanbul’da bir cenazeye ve protestoya katılmıştı. Sivil kıyafetli bir polis memuru tarafından vurularak öldürüldü. Bu polis memuru, Komer’in arabasını yakmakla suçlanan ODTÜ öğrencilerinin bir listesini cebinde taşıyordu. Yani bu açıkça bir ODTÜ öğrencisine karşı işlenen intikam cinayetiydi. Bu olay ODTÜ kampüsünde bir dizi huzursuzluğun başlangıcı oldu. Öğrenciler, polis ve üniversite yönetimi, özellikle 20 Kasım 1969’da istifa ettiğini açıklayan Rektör Kemal Kurdaş arasında ciddi sürtüşmeler yaratmış. ODTÜ Üniversitesi Mütevelli Heyeti henüz hükümet tarafından atanmadığı için, üniversite uzun bir süre rektörsüz kaldı.
Kasım 1969’da birinci sınıf öğrencisi olarak ODTÜ’ye girdiğimde sosyal ve politik ortam buydu. O yıllarda muhtemelen solcu ya da merkez sol politik görüşlerim vardı ve kesinlikle Vietnam Savaşı’na karşıydım. Ancak herhangi bir siyasi hareketin, öğrenci protestolarının veya boykotların içinde yer almadım. Öğrenmeye kendimi vermiştim ve derslerimde başarılı olmaya odaklanan bir öğrenciydim. Siyasi faaliyetlerde çevremde olup bitenleri takip ediyordum, ama öyle ya da böyle dahil olmuyordum. Bu konuya daha sonra tekrar değineceğim.
Teyzemlerde Kalışım
Belki kayıtlara geç kaldığım için ya da daha doğrusu birinci sınıfa kayıt yaptırmak için Ankara’ya geç geldiğim için yurtlarda benim için yer yoktu. İlk geldiğimde sadece dört yurt binası vardı ve hepsi doluydu. Ancak, inşa edilmekte olan iki yeni yurt vardı, Yurt 5 ve 6, bir sonraki yılın başlarında tamamlanması planlanıyordu ve ben hangisi daha önce tamamlanırsa ona kayıt oldum.
Ancak o zamanlar Ankara’da yaşayan üç teyzem vardı. Annem, Güler teyzemin oğlu Aydın da ODTÜ’ye gittiği için Güler teyzemde kalmanın uygun olacağını düşünmüştü. Aydın, Elektrik Mühendisliği’nde benden bir yıl öndeydi. Bana elektrik mühendisliğini ve özellikle ODTÜ’yü seçmemde kısmen ilham veren kişi Aydın olmuştur. Yatak odasını Aydın’la paylaşıp, sabahları birlikte üniversiteye otobüsle gidebilirdik. Güler Teyze ve eşi Şakir eniştenin onayı ile birinci sınıfa başladığımda, Kasım 1969’da Güler teyzenin apartman dairesine yerleştim.
Güler teyzem ve Şakir eniştem, her ikisi de çalışıyorlardı. Güler teyzem sanat ve ev ekonomisi öğretmeni, Şakir enişte ise Milli Eğitim Bakanlığı’nda üst düzeyde yöneticiydi. Onlarla kaldığım süre boyunca teyzemden çok eniştemle konuştuğumu hatırlıyorum. Başka bir bölümde bahsettiğim gibi, Şakir eniştemi hem seviyor hem de saygı duyuyordum.
Öğle yemeklerini ve bazen de akşam yemeklerini üniversite kafeteryasında yiyordum. Fakat, zaman zaman akşam yemeklerinde teyzem ve ailesine katılıyordum. Çamaşırlarımı da orada yıkıyordum. Teyzem siyasi yönden çok aktifti. Birkaç yıl sonra emekli olunca Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) katıldı ve 1979’da bu partinin Kadın Kolu Başkanı oldu.
Kuzenim Aydın uzun boylu, yakışıklı ve çok akıllı bir gençti. Benim mezun olduğun Kadıköy Koleji’ne benzer, Ankara Koleji’nden mezun olmuştu. İyi İngilizce biliyordu. Benim gibi çalışkan bir tip değildi, ama sanatsal bir yönü vardı, özellikle klasik filmlere ilgi duyuyor ve bazı sanat etkinliklerine katılıyordu. Neden elektrik mühendisliği dalını seçtiğini hep merak etmişimdir. Bana bir mühendislik ya da bilim adamı tipinden çok, sanat, kültür veya siyaset gibi konulara odaklanmış biri olarak görünürdü.
Aydın’ın en çok ilgilendiği konuların başında siyaset geliyordu. Özellikle sol görüşlü öğrenci grupları ile çeşitli öğrenci etkinliklerinde aktif olarak yer aldı. Öğrenci aktivizmine inanıyor ve çeşitli öğrenci protestolarına katılıyordu. Siyasi görüşlerinin çoğunu olmasa da bazılarını paylaşmış olabilirim. Ancak üniversitedeki zamanımı derslerime odaklanarak daha iyi değerlendirmek istedim. Ayrıca, öğrenci protestolarının çoğu, karşıt gruplar arasında olduğu kadar öğrenciler ve güvenlik güçleri arasında da oluyordu ve sık sık şiddet de içeriyordu. Kesinlikle herhangi bir şiddet eylemine karışmak istemiyordum.
Aydın, bu öğrenci siyasi faaliyetlerine katılmam için beni hiçbir zaman zorlamadı veya etkilemedi. Soyadı benim soyadımdan farklıydı ama çoğu öğrenciler akraba olduğumuzu biliyordu. Aydın dört yıllık Elektrik Mühendisliği programını, ders dışı öğrenci aktivizmine rağmen hiç yıl kaybetmeden bitirdi. Sınıflarını geçmek için ne gibi notlar aldığını hatırlamıyorum, ama derslerinde başarılıydı ve hocalarıyla arası çok iyiydi. Mezuniyetten birkaç yıl sonra, Nisan 1976’da, ben eşim Jeelee ile evlenmeden birkaç ay önce kız arkadaşı Feryal ile evlendi.
Güler Teyzemin ayrıca benden 10 ay büyük olan Ayla adında bir kızı var. Ankara’da Yükseliş Koleji adlı özel bir üniversitenin mimarlık fakültesine başlamıştı. Kendinden birkaç yaş büyük, ODTÜ’den Kılıç Uyanık adında bir mimarlık öğrencisiyle arkadaşlık yapıyordu. Kasım 1971’de nişanlandılar ve törenlerine Ünsoy ailesini temsilen annemle birlikte ben de katıldım. Birkaç yıl sonra evlendiler.
1969 yılına kadar yılbaşında hep ailemle birlikteydim ve annemin isteği yönünde hep yeni yıla uyanık ve ayakta girerdik. Ama ilk kez 31 Aralık 1969’da ailemle beraber değildim, teyzemlerin evinde kalıyordum. Ne yaptığımızın ayrıntılarını hatırlamıyorum, ama sanırım normal bir akşam yemeği yedik ve gece yarısını beklemeden yattık. Dolayısıyla ben 1970 yılına uyuyarak girdim!
ODTÜ’ye Başlamak
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne kuzenim Aydın Gürpınar ile birlikte Kavaklıdere’deki duraktan üniversite otobüsüne binerek başladım. Kırmızı renkli, Amerika’dan bağışlanan üniversite otobüsleri, bundan önce Amerika’da et taşımak için kullanıldığı haberi ortaya yayıldığından, öğrenciler arasında “Et Arabaları” olarak adlandırıldı. Bu ne kadar doğru bilmiyorum, ancak otobüsler dışardan bakınca kesinlikle biraz et ürünü taşıyan soğutmalı araçlara benziyordu.
Bu “Et Arabaları” ile ilgili iyi bir şey, çok küçük ve güçlü pencereleri olan oldukça sağlam inşa edilmiş olmalarıydı. Bu otobüslere bir veya iki kez muhalif öğrenci grupları taş ve sopalarla saldırdı ve otobüsler öğrencilere hiç bir zarar görmeden kaçmayı başardı.
Bu otobüsler, Kavaklıdere, Çankaya, Kızılay, Cebeci, Bakanlıklar ve Bahçelievler gibi şehrin çeşitli semtleri ile üniversite kampüsü arasında çalışıyordu. Bu semtlerden bazılarında otobüs beklemenin biraz riskli olduğunu hatırlıyorum. Karşıt öğrenci protestoları ve öğrenci grupları arasında şiddet eylemleri vardı. ODTÜ otobüs durakları bu çatışmaların bazılarının hedefi olmuştur. Et Arabaları, 1972 yılından itibaren aşamalı olarak kullanımdan kaldırılmış ve yerlerine daha düzgün otobüsler getirilmiştir.
Kuzenim Aydın Elektrik Mühendisliği ikinci sınıf öğrencisiydi ve ben Mühendislik Fakültesi birinci sınıf öğrencisiydim. Farklı zamanlarda başlayan farklı sınıflarımız vardı. Bu yüzden, sabahların çoğunda o hala uykudayken ben erkenden kalkıp otobüs durağına yürüdüğümü hatırlıyorum. Ayrıca Aydın uyumayı çok severdi ve derin uykusu vardı. Bu yüzden çoğu zaman Kavaklıdere’den otobüse tek başıma binerdim. Daha sonraki haftalarda, aynı otobüse binmek ve otobüste birlikte oturmak için diğer sınıf arkadaşlarımla zaman ayarlaması yapmıştık.
Hocam
ODTÜ’ye gelir gelmez fark ettiğim bir şey, herkesin birbirine “Hocam” diye hitap etmesiydi. Hocam Türkçe’de birçok anlama gelebilir, fakat burada “öğretmenim” anlamına geliyordu. Bir bakıma Japonca’daki “Sensei” gibi uzmanım, üstadım, üstün bilgisi, yeteneği veya ustalığı olan hürmet duyulan bir kimse anlamına kullanılıyordu. Ancak bu ifade yalnız öğrenciler ve öğretim görevlileri için değil, şoförler, hademeler, aşçılar, kütüphane personeli için de kullanıyordu. Yakın arkadaşlar birbirlerine isimleriyle hitap ediyorlar, ama öğrencilerin diğer öğrencilere “Hocam” diye hitap etmesi geleneksel bir hal almıştı. Hatta üniversite dışından birinden “Hocam” lafını duyarsanız, o kişinin ya ODTÜ öğrencisi ya da ODTÜ mezunu olması mümkündür. Bugün bile bu ifadeyi duyduğumda o kişinin ODTÜ’den olduğunu tahmin edebiliyorum.
Hocam teriminin kullanılmasının bir gerekçesi, herkesin herkesten öğreneceği bir şeyin olmasıydı. Tek yapmamız gereken, insanları dinlemek ve sunacak bir şeyleri olduğu sürece onların bilgilerinden, tecrübelerinden faydalanmaktır. Aynı zamanda, karşınızdaki kişinin geniş tecrübeleri nedeniyle size katkıda bulunacak, size öğretecek bir şeyleri olduğundan dolayı bir saygı gösterme ve tanıma yöntemidir.
Bu “Hocam” kavramı ODTÜ’nün ötesine geçmiş olabilir ve bugün Ankara’daki diğer öğrenciler veya üniversitelerden mezun olanlar da bunu kullanıyor olabilir. Bugün yaşım büyük olduğu için özellikle hiçbir arkadaşım için bu terimi kullanmıyorum ama birçok kişi bana “Mehmet Hocam” diye hitap ediyor ki bu herhalde uygun bir saygı ifadesi.
“Hocam” ifadesinin ODTÜ’nün eski Mimarlık Fakültesi öğrencilerinden biri olan Sinan Cemgil tarafından başlatıldığı ve daha sonra yayıldığı öne sürülüyor. Sinan’ın kendisine hoca deniliyordu ve etrafındaki herkese hocam diye hitap ederek herkesten öğrenecek bir şeyleri olduğunu ifade ediyordu. Sinan Cemgil, Ocak 1969’da ODTÜ kampüsünde ABD Büyükelçisi Komer’in arabasının yakılması olayına karışmak ile suçlanan, akıllı ama aynı zamanda politik olarak da çok aktif bir insandı. Gerilla faaliyetleri olan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) bir üyesiydi. Mart 1971 askeri darbesinden sonra, Mayıs 1971’de jandarmalarla silahlı çatışmada 26 yaşında, çok genç bir yaşta öldürüldü. Ancak onun “Hocam” ifadesi bugün hala yaşıyor!
Bilim Ağacı
ODTÜ kampüsünün açılışından sonra, 1965 yılında Kemal Kurdaş üniversite için bir Atatürk Anıtı yarışması başlatmış. Kurdaş tarafından seçilen anıt önce kampüs girişinin sağındaki tepenin doruğuna yerleştirildi. Fakat çevredeki ağaçların büyüyüp onu kapatması üzerine sonraki yıllarda giriş kapısının yanına taşındı.
Temel Taşoğlu ve Ersen Gürsel tarafından yapılan bu anıt, Türkiye’de Atatürk ve devrimlerini soyut olarak anlatan ilk heykeldir. Yıkık ve viraneye dönmüş bir Anadolu şehrinde, dinamik ve güçlü bir kök üzerine atom bombasının mantar şeklinde patlamasını andıran Atatürk ve devrimleri anlatılmak istenmiş. Heykelin her ucu Atatürk’ün devrimlerini sembolize ediyor.
Rektör Kemal Kurdaş, 1966’da bu anıt yerine konulurken ODTÜ’nün bütünüyle bir bilim ağacı olduğunu belirterek Türkiye’de modern anlamda bilimin, teknolojinin ve yeni bir zihniyetin başladığını anlattığı için bu anıta “Bilim Ağacı” adının verilmesini önermiş ve anıt o günden bu yana “Bilim Ağacı” olarak anılmaktadır.
Üniversite Yönetimi (1969-1973)
ODTÜ’nün gerçek “kurucu rektörü” Kemal Kurdaş, üniversitenin ödüller kazanan kampüsünü inşa ettirdikten, fakülteleri ve bölümleri büyüttükten, bilgisayar merkezini ve bölümünü kurduktan ve 12,5 bin dönüm kırlık araziyi ağaçlandırdıktan sonra Kasım 1969’da istifa ederek ODTÜ’den ayrıldı. Uzun, 8 yıllık rektörlüğü ODTÜ’nün dünya çapında ünlü bir üniversite olmasında en önemli rolü oynamıştır. Kurdaş’ın kendini ODTÜ’ye adamış olarak yapmış olduğu katkılar o kadar çoktur ki bu üniversitenin ilerde Kurdaş üniversitesi olarak görülmesi ve o şekilde adlandırılması bile mümkündür.
ODTü’ye birinci sınıf öğrencisi olarak katılmamdan bir hafta sonra, Kemal Kurdaş ODTÜ’den ayrıldı. Ayrılmayıp, rektörlükte devam etseydi veya edebilseydi, çok iyi olurdu. Ondan sonra hiç bir rektör onun kadar başarılı olamadı.
ODTÜ yönetimi ile ilgili yasal düzenleme, o dönemde diğer üniversitelerin idaresinden daha kısıtlayıcı hükümler içeriyordu. ODTÜ, hükümetin siyasi etkisinden bağımsız değildi. Rektörünün atanması da dahil olmak üzere, üniversitenin yönetimini denetleyen Mütevelli Heyeti üyeleri hükümet tarafından atanıyordu. Kemal Kurdaş’ın istifasının ardından Mütevelli Heyet, bir süre sonra Prof. Dr. Mustafa Parlar’ı yeni Rektör olarak seçti. O zamanlar Prof. Dr. Mustafa Parlar Mühendislik Fakültesi Dekanıydı. Aynı zamanda Elektrik Mühendisliği Bölümü’nde de profesördü. Nedenini hatırlamıyorum ama öğrenci topluluğu ve fakültenin çoğunluğu bu atamaya karşı çıktı ve Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erdal İnönü’nün rektör olmasını istediler ve boykot tehdidinde bulundular. Prof. Dr. Mustafa Parlar gayet başarılı, özellikle Elektrik Mühendisliği Bölümü’ne büyük katkılarda bulunmuş bir lider kişiydi. Onun hakkında daha sonra bazı detaylar vereceğim.
Parlar’ın istifasının ardından Mütevelli Heyet, bir süre sonra Erdal İnönü’yü Rektör olarak atadı. Erdal İnönü ODTÜ fakültesinin Mütevelli Heyeti’ne önerdiği üç adaydan biriydi. Eylül 1970’te önce geçici Rektör, ardından temelli Rektör olarak atandı. Ancak, kimin atanacağı konusundaki bu tereddütlü durum, üniversite yönetiminin çoğu zaman dümensiz olmasına yol açtı ve bu durum neredeyse bir yıl sürdü. Bu her ne kadar üniversitenin gelişmesini aksatmışsa da, bizim eğitimimizi olumsuz etkilemedi.
Prof. Dr. Erdal İnönü teorik fizikçi olmasının yanı sıra Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra Türkiye’nin 2. Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü’nün ikinci oğluydu. Yumuşak huylu, alçak gönüllü, gösterişi sevmeyen, esprili bir insandı. Genellikle öğrenciler ve okulun akademik personeli arasında çok popülerdi. Mütevelli Heyeti’nin atanmasını onaylamak istememesinin sebeplerinden biri, belki de ana nedeni, komite üyelerinin sağcı hükümet tarafından atanması ve babası İsmet İnönü’nün solcu muhalefet partisinin başkanı olmasıydı.
Prof. Dr. Erdal İnönü’nün rektör olarak atanmasıyla ilgili tüm dramın ardından, üniversitede eğitim hayatı 1971 Mart olaylarına ve eğitimimizi kesintiye uğratan çalkantılara kadar yaklaşık altı ay sürdü. Daha sonraki bir bölümde bu konuya daha fazla değineceğim.
Öte yandan, Erdal İnönü, ODTÜ’den sonra aktif politikaya atıldı, üç kez İzmir’den milletvekili seçildi, iki defa Başbakan vekilliği, uzun süre Dışişleri Bakanlığı yaptı. Sol partiler arasında bölünmelerden sonra, 1995’de, CHP tekrar bir araya gelince, Erdal İnönü “Onursal Genel Başkan” seçildi. Bir süre Sosyalist Enternasyonal’in Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. 2007 yılında tedavi gördüğü Houston’da kan kanserinden vefat etti.
Erdal İnönü’nün Mart 1971’de rektörlükten istifa etmesinin ardından, zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, ODTÜ rektörü olarak emekli bir subayı atamak istedi. Dolayısıyla yeni hükümet, Haziran 1971’de emekli Orgeneral Şefik Erensu’yu üniversitenin yeni rektörü olarak atadı ve 4 ayı aşkın bir süre kapatılan üniversite, 27 Temmuz’da öğretime açıldı. Orgeneral Erensu’nun görev süresinin başlamasının ardından öğretim üyeleri arasında çeşitli istifalar ve görevden uzaklaştırılmalar oldu. Öğrenci faaliyetleri tamamen yasaklanmadıysa da kısıtlandı ve üniversite bir tür askeri kontrol altında alındı.
Şefik Erensu’nun üniversite rektörlüğü görevi Mart 1972’ye kadar sürdü ve bu tarihte İnşaat Fakültesi’nden Prof. İsmet Ordemir yeni rektör olarak atandı. Ordemir, mezuniyetime kadar üniversitenin rektörü olarak kaldı.
Sekiz yıl rektörlük yapan ve ODTÜ’yü şekillendiren ve büyük katkılarda bulunan Kemal Kurdaş’tan sonra, benim üniversite yıllarım olan 1969-1973 süresinde, dört tane rektör değişti. Maalesef hiç birinin üniversitede kalıcı bir etkisi veya katkısı olmadı. Bunun en büyük nedeni günün hükümetinin seçtiği Mütevelli Heyeti’nin hatalı kararlarıdır. Benim mezuniyetimden sonra gelen rektörler için daha sonraki bir bölümde görüşlerimi belirteceğim.
Kafeterya ve Lokantalar
1969’da başladığımda, ODTÜ’nün çok verimli ve nezih bir kafeteryası vardı. Fiyatların çok uygun olduğunu düşünüyordum ve öğle yemeğimi, bazen de akşam yemeğimi kafeteryada yiyordum. Ayrıca arkadaşlarla buluşmak ve onlarla sosyalleşmek için gayet uygun bir yerdi.
Pek çok öğrencinin kafeteryadaki yemeklerin seçimlerini ve kalitesini eleştirdiğini biliyordum. Seçenekler sınırlıydı ama kaliteyi Ankara’da ortalama bir lokantada yiyebileceğinizden daha kötü bulmazdım. Kafeteryanın konum açısından çok uygun, fiyat ve kalite açısından makul olduğunu düşünürdüm.
Kafeteryada geleneksel yemek “Kuru Fasulye” ve “Pilav” idi. Kuru Fasulye, zeytinyağı, soğan ve salça veya domates sosu ile yapılan haşlanmış fasulye yemeğidir. Aslında Türkiye’nin milli yemeklerinden biridir. Pilav veya bazen bulgur ile beraber sunulur. İlginçtir ki sonraki yıllarda ODTÜ mezunları etkinliklerinde aileler o yıllarda ODTÜ yemekhanesinde geçirdiğimiz günleri anmak için ana yemek olarak kuru fasulye ve pilav hazırlarlar.
ODTÜ kafeteryasında popüler olan diğer yemekler ise çeşitli çorbalar, börek, köfte, sulu köfte, kadınbudu köfte, kebap ve patates kızartmasıydı. Bol bol ayran içtiğimi, çeşitli öğünlerde yoğurt yediğimi ve meyveleri sevdiğimi hatırlıyorum. Tatlılar arasında samsa tatlısı da vardı. Sonuç olarak, tabldot denilen tüm yemek servisi çok makul bir fiyata, yaklaşık 1 TL.’ye yeniliyordu. ODTÜ kafeteryasının o zamanlar üniversitenin avantajlarından biri olduğunu düşünürdüm!
Yurtlarda kalırken, özellikle hafta sonları bir akşam Ankara’ya ya bira içmeye veya akşam yemeği yemeye gittiğimizi hatırlıyorum. Arkadaşlarla bira içmek için en popüler yer, Kızılay semtiydi. Piknik lokantası, menemen dediğimiz domates, biber ve zeytinyağı ile çırpılmış yumurtadan oluşan basit bir yemekle bira içtiğimiz, en sevdiğimiz bir yerdi. Piknik lokantaları 50 yıl sonra bugün hala popüler bir yer. Bir diğer gittiğimiz yer ise Gima mağazasının en üst katıydı.
O zamanlar Türkiye’deki tek bira markası olan Tekel, devlet tarafından üretiliyordu. Seçenek ya da rekabet yoktu, ama hepimiz Tekel birasını severdik. 1890’dan beri Türkiye’de üretilen Avrupa tarzı lager biraydı. Son yıllarda hükümet, devlet işletmelerini elinden çıkardığı için Tekel bira da özel bir şirkete satılmış ve eski tadı kalmamış.
Ziyaret ettiğimi hatırladığım en popüler lokanta, menüsünde her türlü kebap olan Kebab 49’du. Burada en iyi fakat en pahalı kebap İskender Kebabıydı. Ancak biz öğrenciler, en çok lahmacun yediğimizi hatırlıyorum. Bu çok daha ucuzdu ve iki parça lahmacun ve bir bardak ayranla doyardık. Diğer popüler seçenekler ise kıymalı pide veya değişik köfte çeşitleri idi. Birini yemeğe götürmek istesem onu Kebab 49’a götürürdüm. Aslında kardeşim Bülent Ankara’ya geldiğinde onu Kebab 49’a götürdüğümü ve lahmacun ile ayran aldığımızı hatırlıyorum. Kebap 49, elli yıl sonra hala Ankara’nın popüler kebap yeri ve 2018’de Ankara’ya yaptığımız son ziyarette eşimi Kebab 49’a götürdüm ve bu sefer İskender Kebap yedik!
ODTÜ öğrencisiyken ziyaret ettiğimiz bir diğer yer ise Ankara’daki ARI Sineması’ydı. Bu sinema salonu yeni açılmıştı ve muhtemelen o zaman Türkiye’nin en büyük olmasa da en modern sinemalarından biriydi. 1970’lerin Love Story, Patton, Airport ve Planet of Apes gibi filmleri bu salonda izlediğimi hatırlıyorum.
Yurtlar
Kasım 1969’da ODTÜ’ye başladığımda dört adet öğrenci yurt binası vardı. İki yeni yurt binası inşaat halindeydi. Mevcut yurtların birinci ve ikincisinde 12 kişilik büyük odalar vardı. Yurt 3 ve 4’de bir odaya dört öğrenci düşüyordu. Yurt ücreti aylık 80 liraydı. Fakat tüm yurtlar doluydu ve bu yüzden ilk dönem Güler teyzemin evinde kalmak zorundaydım.
Ancak, ilk yılın ikinci döneminin başında, Mart 1970’de iki yeni yurdun inşaatı bitmişti ve o sırada 5 Numaralı Yurt’a geçmeyi başardım. O yurttaki odalar dört kişilikti, iki ranza, çalışma masaları, kitap rafları ve dört kişilik dolap vardı. Fakat bir kaç ay sonra, Yurt 5’i kız yurdu yaptılar ve biz erkekler 6. yurda taşındık. 4. katta, kuzeye bakan, 421 numaralı odaya yerleştik. Odayı Ufuk Güçlü, Zekai Kutan ve Ali Nazilli ile paylaşıyordum. Birbirimizi Kadıköy Koleji’nden tanıyorduk, özellikle Zekai ve Ufuk, Kadıköy Koleji’nden benle aynı yıl mezun olmuşlardı. 1973 yazında ODTÜ’den mezun olana kadar ben bu yurt odasında ve bu arkadaşlarla beraberdim.
Her yurt binasında çalışma ve okuma odaları ve birinci katta masaların bulunduğu küçük bir yemek alanı/ kantin ve çamaşırhaneler vardı. Ara sıra çalışma odasını kullanmıştım. Ancak sigara içen öğrencilerden dolayı çalışma odası bana pek çekici gelmezdi. Bu yüzden derslerimin çoğunu yatak odamızda ya da kütüphanede yapmaya gayret ettim.
Yurtlara ilişkin kural ve düzenlemeler öğrenci yönetim kurullarına bırakılmıştı. Bunun sonucu olarak DEV-GENC adlı solcu öğrenci grubu, 1. Yurt’un bir çok odalarını kontrolü altına almıştı. Bu, 1971 Mart’ında karşılaştığımız sorunlardan biri oldu.
Fakülte binalarından yurtlara doğru yürürken, 15.000 kişilik büyük bir futbol stadyumu, 1.500 kişilik büyük bir spor merkezi binamız ve küçük bir alışveriş alanımız vardı. Stadın adı Devrim Stadyumu’ydu ve tribünde büyük harflerle Devrim yazılıydı. Futbol oyunlarının yanı sıra atletizm müsabakalarında da kullanılmıştır. Spor salonunda basketbol, voleybol, jimnastik, judo, güreş, tenis, halter ve masa tenisi imkanları vardı. Kampüsün diğer kısımlarında da bazı futbol, basketbol ve voleybol sahaları vardı.
Yurtların yanındaki alışveriş alanı yıllar içinde önemli ölçüde genişledi. Ancak biz oradayken öğrenci merkezi, berber, kuru temizleme, banka ve postane olduğunu hatırlıyorum. Bu alışveriş alanı sadece öğrencilere değil, kampüsün içindeki lojmanlarda ikamet eden öğretim üyelerine de hizmet veriyordu. Buradaki postaneyi bol bol kulladığımı çok iyi hatırlıyorum
Bugün kampüs genelinde çeşitli binalarda 7000 öğrenci kapasiteli yurtlar, fakülte için misafirhaneler ve bungalovlar bulunmaktadır.
Eymir Gölü
Benim katıldığım özel bir kampüs spor etkinliği, ana kampüsten yaklaşık 20 km uzaklıkta, ancak üniversite kampüs alanı içinde bulunan Eymir Gölü’nde yüzmekti. ODTÜ Türkiye’de kampüsünde göl olan tek üniversitedir. Uzunluğu ortalama 4 Km, eni 0.25 Km, S harfi şeklinde 9 Km’lik çevresiyle gayet güzel ve temiz bir göldür. Kemal Kurdaş’ın 1960’lardaki ağaçlandırma girişimleriyle gölün etrafındaki kıraç arazi ve gölün çevresi yemyeşil bir hale gelmiştir.
Eymir Gölü, plaj ve kayıkhanelerin yanı sıra güzel kumsallara sahipti ve yüzmek, kürek çekmek, balık tutmak ve piknik yapmak için ideal bir yerdi. Ben bu plajları özellikle üçüncü ve dördüncü sınıf yıllarında, yaz aylarında kullandım. Buraya arkadaşlarla piknik yapmaya da gittik. Bu konuya daha sonra değineceğim.
Bugün Eymir Gölü yalnız ODTÜ öğrencilerine değil, tüm Ankara halkına açılmış. Plajlar ve spor tesislerinin yanı sıra, göl çevresinde bisiklet yolları, kafeler ve restoranlar da varmış. Kendine özgü faunası ve florası ile muhteşem bir doğal güzellik olmuş.
ODTÜ’de Briç Oyunları
Briç, ODTÜ öğrencileri arasında son derece popüler bir oyundu. Kampüs çevresindeki yurtlarda ve dinlenme alanlarında briç oynayan çok sayıda grup görebilirdiniz. Çoğu insan rahatlamak, sosyalleşmek ve belki de zihinsel uyarım için briç oynuyordu. Ben ikinci yılımda briç oynamayı öğrendim ve geri kalan yıllarda çeşitli arkadaşlarla sık sık oynadım.
ODTÜ’deki Briç Kulübü, kampüsün en popüler öğrenci kulüplerinden biriydi ve hala da öyledir. Kulüp, düzenlenen turnuvaların yanı sıra briç kursları da verirdi. ODTÜ briç takımının son yıllarda çeşitli ulusal şampiyonluklar kazandığını duyuyorum.
ODTÜ’de popüler olan kağıt oyununun poker değil de, briç olması çok ilginçtir. Briçin çok daha fazla yetenek gerektirdiğine ve şanstan çok yeteneğe bağlı olduğuna inanırım. Aslında briç bir zeka ve düşünce oyunu olarak mantıklı ve matematiksel bir oyundur. Analitik düşünmeyi gerektirir ve stratejik planlama yapmak zorunludur. Ayrıca iki kişi arasında çok iyi iletişim, briçte başarının sırrıdır. Briç kendine özgü kuralları, yasaları olan, bilimsel yöntemlere dayalı olarak oynandığından kişinin zihinsel değerlendirme yapma yeteneğini geliştirir, hafızasını güçlendirir. Sosyal yönden briç masasında başlayan dostluklar kalıcı olur.
Bununla birlikte, bazı üniversitelerde satranç kulüpleri ve satranç turnuvaları olur. Ben satranç oynamayı yıllar önce Kadıköy Koleji’ndeyken öğrenmiştim. ODTÜ’de de briç oynamayı öğrendim. Ancak, ODTÜ’den sonra briç oynama fırsatım hiç olmadı ve bir şekilde briç oynamayı unuttum. Emekli olduktan sonra, tekrar briç oynamak istediğimde, iyi ortaklar bulmakta zorluk çektim.
Mühendislik Aletlerim
1970’de bilgisayar, laptop, tablet veya akıllı telefon yoktu. O zamanlar hesap makinemiz bile yoktu. İlk basit elde taşınan hesap makineleri, 1974’ten sonra, ben ODTÜ’den ayrıldıktan sonra piyasaya çıktı. Ancak, mekanik bir analog bilgisayar gibi olan Slide Rule adlı bir cihaz kullanıyorduk. Öncelikle çarpmalar, bölmeler için, ayrıca üsler, kökler, logaritmalar, kareler, küpler gibi fonksiyonlar ve Sin, Cos, Tan, vb. gibi çeşitli trigonometrik fonksiyonlar için kullanılıyordu. Bir slide rule, sırasıyla çarpma veya bölme için sayıların sayısal üslerini ekleyerek veya çıkararak çalışır. Böylece çarpılacak veya bölünecek sayılar logaritmik değerlerine dönüştürülür ve üsleri toplanır veya çıkarılır.
ODTÜ’deyken aldığım belki de en pahalı araçlardan biri Alman yapımı Aristo marka slide rule’du. ODTÜ’de bulunduğum dört yıl boyunca bu slide rule’u kullandım. Hewlett Packard’ın HP-35’i gibi elde taşınan hesap makinelerinin 1974’te sonra yaygın olarak kullanılmasıyla slide rule’lar biraz arkaik hale geldi. Ancak, slide rule’umu duygusal nedenlerle bu tarihe kadar sakladım! Anladığım kadarıyla bazı küçük uçaklarda pilotlar bir çeşit slide rule’u hala kullanıyorlar!
İlk yıl aldığım diğer aletler, T-kare, üçgenler, düzensiz eğriler ve pergel takımı gibi mühendislik çizim aletleri idi. Bunları nasıl kullanılacağını Mühendislik Tasarımı dersinde öğrendik ve onlarla birçok projeyi tamamladık. T-karemi büyük olduğu için koruyamadım ama pergel takımımı bugüne kadar saklamışım!
Bugün, mimari veya mühendislik çizimleri için bilgisayarlarda veya tabletlerde her türlü uygulamaya sahipsiniz. Ancak, bu mekanik araçları kullanmak çok eğlenceliydi ve size araçların ister mekanik ister bilgisayar tabanlı olsun, sadece birer araç olduğunu hatırlatıyor. En önemli şey insanın kendi yaratıcılığı ve oluşturduğu yeniliktir.
İlk Dönem
ODTÜ’ye kayıt olurken bana 5241 nolu öğrenci kimlik numarasını ve birinci sınıfa ait kimlik kartını verdiler. Bu kimlik numarası dört yıl boyunca bende kaldı.
Birinci sınıf, tüm mühendislik öğrencileri için ortak bir yıldı ve muhtemelen 120-150 kişiydik. İlk dönem boyunca Matematik, Fizik, Kimya, Mühendislik Tasarımı ve İngilizce olmak üzere beş ders almamız gerekiyordu.
Bütün dersler İngilizce olarak veriliyordu. Matematik, Fizik ve Kimya dersleri Fen fakültesinin amfitiyatro salonunda veriliyordu. Fizik ve Kimya için laboratuvar seanslarımız da vardı. Mühendislik Tasarımı’nı bir atölye ortamında çalışıyorduk. İngilizce dersleri de küçük sınıflarda öğretiliyordu.
Kendimi derslerime oldukça adadığımı söyleyebilirim. Ders programında gösterildiği gibi oldukça yoğun bir programımız vardı. 30 saatten fazla ders+laboratuvar çalışmaları vardı. Benim dersler dışında en az o kadar saat ders çalışmam gerekiyordu. Yani, toplam olarak haftada 70 saat çalışıyordum.
Bugün on üç mühendislik bölümü olmasına rağmen, o zamanlar altı farklı mühendislik bölümü vardı. Elektrik Mühendisliği dışında İnşaat, Kimya, Makina, Metalurji ve Maden Mühendisliği Bölümleri vardı. Ancak, Endüstri Mühendisliği, Petrol Mühendisliği ve birkaç tane daha mühendislik bölümleri planlanıyordu.
İkinci yılda gitmek istediğimiz bölümü seçmemiz bekleniyordu ve birinci sınıfın ilk dönemindeki notlarımız, ilk tercihimizin verilip verilmeyeceğini belirlemek için kullanılacaktı. Elektrik Mühendisliği Bölümü’nün en popüler ve girilmesi en zor bölüm olduğu söyleniyordu. Bu nedenle birinci sınıfın ilk döneminde çok iyi notlar almam gerekiyordu.
İlk dönem Güler teyzemde kaldığım için kampüs kütüphanesinde çalışmaya karar vermiştim. O zamanlar ODTÜ çok modern, işlevsel, kitap ve süreli yayınlarla zengin bir kütüphaneye sahipti. Muhtemelen Orta Doğu’da ABD Kongre Kütüphanesi sınıflandırma şemasına göre düzenlenen ilk kütüphaneydi. 1969 yılında ODTÜ’ye katıldığımda 100.000 ciltten fazla kitap ve 1000’den fazla teknik süreli yayın vardı. Kütüphane teknik kitaplar ve süreli yayınlar açısından oldukça zengindi Üniversitedeki çalışmalarım boyunca pek çok kitap ve yayın ödünç aldığımı ve kullandığımı hatırlıyorum. Binada derslerimin dışında bireysel çalışmalarım için kullandığım bir kişilik masalar vardı. Ayrıca birkaç sınıf arkadaşımla katıldığım öğrenci grup çalışmaları için geniş masalar da vardı.
İlk yıl sınıfları soyadlarına göre düzenlenmişti. Soyadımın Ünsoy olması nedeniyle birinci sınıf öğrencilerinin son grubundaydım. Soyadlarından dolayı, Behçet Sarıkaya, Meral Yalçın, Kadri Vural, Recep Sayar, birinci sınıf derslerinde ve laboratuvarlarda benimle birlikte olduğunu hatırladığım birkaç sınıf arkadaşımdı.
Fen-Edebiyat Fakültesi’nde ilk yıl Matematik, Fizik ve Kimya gibi dersler o fakültenin profesörleri tarafından verilirdi. Amfitiyatroda verilen bu derslerden sonra, sınıftan bir kaçımızın kütüphaneye gittiğimizi, büyük bir masa aldığımızı ve birlikte çalıştığımızı hatırlıyorum. Bazı öğrenciler İngilizce hazırlık yıllarından arkadaştılar. Matematik, fizik ve kimya terimlerinin İngilizceleri onlar için yeniydi. Ben ve bazı arkadaşlarım İngilizce tedrisatlı okullardan geldiğimiz için böyle bir sıkıntımız yoktu. Matematik, fizik ve kimya ödevleri üzerinde beraber çalışmak için bazı çalışma grupları kurduk. Fizik ve Kimya Laboratuvarlarında da partnerlerimiz vardı. Benim fizik dersinde laboratuvar partnerim Meral Yalçın’dı. Meral akıllı, çalışkan ve derslerine odaklı bir kızdı, ODTÜ’nün hazırlık sınıfından geliyordu ve İngilizcesi pek mükemmel değildi.
Bu arada, Meral ile fizik laboratuvarında çekilen fotoğrafta ikimiz de çok güzel giyinmiş görünüyoruz. Fakat o yıllarda ODTÜ’deki çoğu öğrenciler çok güzel giyinirdi. En azından birinci sınıftayken, derslerimin çoğunda kravat ve ceket giydiğimi hatırlıyorum.
Matematik, mühendislik için, özellikle elektrik mühendisliği için, en kritik derstir. Fizik veya kimyadan çok daha soyut olduğundan öğrencilerin çoğu matematik dersinde zorlanır. Ben matematikte gayet iyi durumdaydım ve bu bana elektrik mühendisliğinde başarılı olabileceğime dair güven veriyordu. Kullandığımız ders kitabı, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) matematik profesörü George Thomas tarafından yazılmış en popüler matematik kitaplarından biriydi. O kadar güzel bir kitaptı ki bugüne kadar saklamışım.
Müfredatın çoğunlukla İngilizce olduğu 7 yıllık Kadıköy Koleji’nden geldiğim için bu yılki İngilizce dersleri benim için inanılmaz derecede kolaydı. Ancak öğrencilerin yarısından fazlası ODTÜ İngilizce Hazırlık Okulundan geliyordu, yani bir önceki yıl İngilizceyi yeni öğrenmişlerdi ve bu dersin amacı onların İngilizcelerini geliştirmeye yönelikti. Behçet Sarıkaya ve Meral Yalçın gibi sınıf arkadaşlarım ODTÜ Hazırlık okulundandı.
ODTÜ’de öğrencilerin derslerdeki başarıları ve sınıf geçme düzeni Amerikan üniversitelerde kullanılan sistemin aynısıdır. Örneğin,
AA – Mükemmel (Excellent) 4.00
BA – Pek İyi (Very Good), 3.50
BB – İyi (Good), 3.00
CB – Oldukça iyi (Fairly Good), 2.50
CC – Avaraj (Average), 2.00
Ve bunun gibi.
Öğrencilerin başarı durumu bu notların dersin kredisiyle çarpılıp toplanması ve ortalamasının alınması ile tespit edilir. Bu not ortalamasına Grade Point Average (GPA) denir. GPA yalnız derslerden ve sınıfları geçmek için değil, aynı zamanda burslar alabilmek, mezun olabilmek ve yüksek eğitime devam edebilmek için de çok kritiktir.
GPA hesaplamalarına doğru yolda başlamak için özellikle birinci dönemden ve ilk yıldan itibaren iyi notlar almanız gerekir. İlk yıl notlarınız çok iyi değilse, sonraki yıllarda genel not ortalamanızı yükseltmek zor olacaktır. Bu nedenle, birinci dönem ve birinci yılda başarılı olmak için kapsamlı bir çalışma gerekiyor diye düşünüyordum. Birinci dönemin sonunda BB olan Mühendislik Tasarımı dışındaki tüm derslerden AA aldım ve GPA ortalamam 4.00 üzerinden 3.86 idi.
Birinci Yılın İkinci Dönemi
Birinci dönemin sonunda Elektrik Mühendisliği’ne hak kazandım. Böylece 1970 yılının Mart ayında bir elektrik mühendisliği öğrencisi olarak birinci sınıfın ikinci dönemine başladım. Teyzemin evinden çıkıp üniversite yurduna yerleştikten sonra derslerimde çok daha verimliydim. Şehirden gidip gelmek zorunda değildim. Yurdun ikinci katında mükemmel bir çalışma salonu vardı. Odamda, kütüphanede veya yurttaki çalışma salonunda çalışabiliyordum. Bu yüzden ders çalışmak için birçok seçeneğim vardı.
Derslere gelince, Matematik, Fizik ve Kimya ile İngilizce’nin devamı vardı. Ama en ilginç ders, adını ne yazık ki unuttuğum Amerikalı bir eğitmenin verdiği Dijital Bilgisayarlara ve Programlamaya Giriş (Digital Computers and Introduction to Programming) dersiydi. 1970’de bilgisayarlar çok yeniydi. O zamanlar bilgisayar konusunda bir eğitim ve kariyer seçip seçmeyeceğimden emin değildim. Ancak, bilgisayar ve bilgisayar programlama hakkında bilgi edinmek benim için çok ilgi çekiciydi. Bu ders sırasında Fortran dilini kullanarak bilgisayar programlamayı öğrendim. Bu, benim öğrendiğim ilk bilgisayar dili oldu. Bundan sonraki yıllarda birçok bilgisayar dili öğrenecektim.
FORTRAN (Formula Translator) terimi Formül Çevirisinden gelir ve özellikle bilimsel hesaplamalar ve mühendislikle ilgili bilgisayar programlama için uygun bir programlama dilidir. İlk olarak 1957’de bilgisayar bilimcisi John Backus’un önderliğinde IBM tarafından geliştirildi. İlk üst düzey bilgisayar programlama diliydi. Ben hayatım boyunca Fortran kullanarak pek çok programlar yazdım.
Bugün Fortran, özellikle teknik, mühendislik ve bilimsel topluluklarda bir programlama dili olarak hala popülerliğini koruyor ve NASA’nın birçok uzayla ilgili projelerinde, meteoroloji projelerinde kritik ve önemli rolü var. Yapılandırılmış programlama, dizi programlama, modüler programlama, nesne yönelimli programlama, eşzamanlı programlama ve paralel hesaplama yetenekleri gibi birçok yeni özellik ile genişletilmiştir. Uzayda yıldızların ve galaksilerin astrofiziksel modellemesinin büyük ölçekli simülasyon projeleri, Fortran 2018 olan Fortran’ın en son sürümlerine dayanmaktadır.
1970 yılında, programlama işlemlerinde, mantıklı düşünmede ve çeşitli mühendislik ve diğer problemleri çözmek için Fortran programları ve alt rutinleri oluşturmada yetenekli olduğumu kavradım. O zamanlar biz Fortran programını yazdıktan sonra, bilgisayar merkezine göndermek üzere kart destesini hazırlamak için delikli kart makineleri kullanıyorduk. Bu programları “toplu” modda çalıştırmak için bir IBM System 360 / 40-F işlemcisi vardı. Sonuçları ertesi sabah çıkış kutularında kağıtlara basılmış olarak alırdık.
Fortran’da çok kullanılan bazı kurgular DO loops ve IF/THEN işlemleriydi. Bu kurguları aracılığıyla pek çok programlar yazdığımı hatırlıyorum. Fakat Fortran 90 ile bu tip işlemler ortadan kalkmış ve nesne uygulamaları onların yerini almış.
Bu bilgisayar ve Fortran dersini aldıktan sonra, bilgisayarlar hakkında daha çok şey öğrenmek istediğimi anladım. 1970 başlarında bana Fortran’ı öğreten bu ilk ders bir bakıma benim bilgisayar kariyerimin başlangıcı oldu. ODTÜ Bilgi İşlem Merkezi’nin kurucusu ve eski hocalarımızdan olan Bülent Epir, benim bilgisayar bilimi eğitimini seçmemde kilit rol oynamıştır.
Birinci yılın ikinci döneminde tüm derslerden AA aldım ve böylece birinci yılın sonunda GPA ortalamam 4.00 üzerinden 3.93’e yükseldi.
ODTÜ’de Bilgi İşlem Merkezi
Ben ODTÜ’ye gelmeden çok önce, Haziran 1965’te, Rektör Kemal Kurdaş’ın önderliğinde ODTÜ Bilgi İşlem Merkezi’ni kurmak için son teknoloji bir bilgisayar sistemi olan IBM 1620’yi satın almışlar. Bülent Epir merkezin yeni direktörü olmuş ve bu yeni sistemin satın alınıp kurulmasına öncülük etmiş. Bu sistem 32 Kbyte (veya 16 Kword) bir makineydi ve o zamanlar Orta Doğu ve Balkanlar’daki en büyük bilgisayar sistemi olarak kabul ediliyordu.
Nisan 1969’da, ben ODTÜ’ye gelmeden altı ay önce, Bilgi İşlem Merkezi IBM 1620’yi yepyeni bir IBM System 360 model 40 ile değiştirmişti. Duyduğum bir hikaye, ODTÜ ve Hacettepe Üniversitesi’nin başlangıçta ortak bir bilgisayar merkezi kurmayı düşündükleriydi. Ancak hem Kemal Kurdaş hem de Hacettepe Üniversitesi Rektörü İhsan Doğramacı, yeni bilgisayar sisteminin kapasitesinin %60’ına sahip olmak istemiş. Sonuç olarak anlaşamamışlar ve her üniversite kendi yoluna gitmiş. ODTÜ IBM System 360/40 ve Hacettepe Üniversitesi biraz daha küçük Boroughs B3500 System’ini satın almış.
O dönemde Orta Doğu ve Balkanlar’ın da en büyüğü olan ODTÜ’nün bilgisayar sistemi, 64 Kbyte çekirdek belleğe, daha sonra 20 Mbyte versiyonuna dönüşen 5 Mbyte’lık iki manyetik diske ve iki manyetik teyp makinesine sahipti. Ayrıca kampüsün çevresinde birkaç yazıcı, birkaç delikli kart makinesi ve üç uzak terminal vardı.
Bilgisayar, Fortran, Cobol ve PL-1 dahil olmak üzere programlama dilleri için çeşitli derleyicilerle DOS (Disk İşletim Sistemleri) altında çalışıyordu. Bu bilgisayar sistemi ve işletim sistemi dünya çapında nispeten yeniydi, sadece 4 yıl önce Kuzey Amerika’da pazarlaması başlamıştı.
Bilgi İşlem Merkezi ve Bilgisayar Bilimleri Bölümü personeli, ODTÜ’nün ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra, Üniversite dışındaki kuruluşlar için de servis veriyordu, onlara bilgisayar programlarının nasıl yazılacağını öğretiyor ve bilgi işlem ihtiyaçları konusunda danışmanlık yapıyordu. Ankara, devletin başkenti ve merkezi olduğu için, devlet kurumlarına öncelik veriliyordu. Ayrıca 1970’li yıllarda devlet dairelerinde ve kurumlarında herhangi bir ana bilgisayar satın alınması için onayı gereken teknik otoritelerden biri de ODTÜ Bilgisayar Bilimleri Bölümü’ydü.
Elektrik Mühendisliği Bölümü
İkinci sınıfa geçtikten sonra, resmen Elektrik Mühendisliği eğitimi başladı ve Elektrik Mühendislik Bölüm’’nün öğrencisi oldum. Daha önce de belirttiğim gibi, ODTÜ’de Amerikan üniversitelerinde olduğu gibi Bölüm sistemi vardır. 1960’larda bu Türkiye’de çok yeniydi, çünkü hemen hemen diğer bütün üniversitelerde Kürsü sistemi kullanılıyordu.
ODTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümü 1958’de üniversitenin kuruluşundan iki yıl sonra, çok kısıtlı olanaklarla kurulmuş ve ilk mezunlarını 1962 yılında vermiş. Bölümün kurucu başkanı Mustafa Parlar’ın yönetiminde ve özellikle 1963’de yeni kampus açıldıktan sonra büyük gelişmeler olmuş. Öğretim üyesi kadrosu çeşitli yollarla geliştirilmiş, laboratuvar ve kütüphane olanakları büyütülmüş ve doktora programı 1966 yılında başlatılarak, 1970 yılında, ilk doktora mezunlarını vermeye başlamıştı.
Dolayısıyla ben ikinci sınıf öğrencisi olarak Elektrik Mühendisliği Bölümü’ne geldiğim yıl, iki türlü genç öğretim üyesi vardı. Yurt dışında eğitim görüp, doktoralarını alıp Türkiye’ye dönenler ve ODTÜ’de doktoralarını yeni bitirenler. Prof. Dr. Mustafa Parlar doktora programını yürütürken ve öğretim kadrosunu oluştururken dünya standartlarını kullanmış. Parlar’ın tüm eğitimi Amerika’da geçmiş (BS – Illinois Institute of Technology, MS – Northwestern University ve Doctor of Electrical Engineering – Polytechnic Institute of Brooklyn). 1970 yılında Elektrik Mühendisliği öğretim kadrosu bir profesör (Mustafa Parlar, aynı zamanda, Mühendislik Fakültesi Dekanıydı), birkaç doçent, birçok yardımcı prof ve doktoralarını yapmakta olan birçok öğrenci asistanlardan oluşuyordu.
Yine Mustafa Parlar’ın liderliğinde ve yurt dışında doktora derecelerini alıp dönen öğretim üyelerinin bilgi aktarımı aracılığı ve girişimleriyle birçok araştırma dalında laboratuarlar kurulmuş ve ben bunlardan üçüncü ve dördüncü sınıflarda geniş şekilde yararlandım. Aynı zamanda, gelişmekte olan Türkiye’deki elektrik ve elektronik endüstrisi ile yakın ilişkiler kurularak hem onların ihtiyaçlarına göre bir eğitim programı izlemek, hem de Ar-Ge yönünde endüstriyle beraber çalışmak öngörülmüş. 1970’lerde Türk Elektrik Kurumu (TEK) bu endüstri kuruluşlarının başında geliyordu. İlerde de anlatacağım gibi, ben ve birkaç arkadaşım 2. sınıftan sonra yaz stajımızı TEK’de yaptık.
İkinci Yıl (1970-1971)
İkinci yıl, 1970-1971 dönemi ODTÜ’de geçirdiğim en zor zamandı. Kısmen yoğun ders çalışması nedeniyle, ancak çoğunlukla çeşitli öğrenci etkinlikleri ve kampüs yaşamındaki aksaklıklardan dolayı ikinci yılı sağ salim bitirmemiz bir mucizeydi.
Dersler yönünden, bütün yıl boyunca, dört farklı ders kategorisinden ders alıyordum. Birincisi, Matematik Bölümü tarafından verilen Complex Calculus ve Differential Equations dersleriydi. Bunların her ikisi de, gayet zor, çok soyut, fakat elektrik mühendisliği için gerekli derslerdi. Bu matematik problemleri üzerinde çok çalıştığımızı hatırlıyorum.
İkinci grup ders, Elektrik Mühendisliği fakültesi tarafından verilen elektrik mühendisliğine giriş dersleriydi. System Science (I ve II), Electric Circuits, Circuit Theory (I ve II), Logic Design (I ve II), Electromagnetic Theory ve Semiconductor Devices derslerini içeriyordu. Bunlar bizi elektrik mühendisliğine hazırlayacak derslerdi. Bunlardan bazılarının laboratuvar seansları da vardı.
Üçüncü grup, Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nden, aldığım Digital Computer Programming I ve II dersleriydi.
Son grup, mezuniyet öncesi almamız gereken seçmeli derslerdi ve ben ikinci yıl Felsefe Bölümü tarafından sunulan Symbolic Logic / Sembolik Mantık I ve II derslerini seçtim. Bu ders daha sonra Elektrik Mühendisliği Bölümü’nden almam gereken Probability Theory ve Random Variables derslerine hazırlık amaçlıydı.
İkinci yılda aldığım bu derslerin bahsetmeye değer birkaç ilginç yönleri vardı.
Sistem Bilimleri I ve II, Dr. Özay Hüseyin Oral tarafından verildi. Özay Hüseyin Kıbrıslı Türk’tü ve o yılın başında Elektrik Mühendisliği doktorasını ODTÜ’de aynı bölümde tamamlamıştı. Dolayısıyla biz onun Sistem Bilimleri’ndeki ilk öğrencileri olduk. Bu ders, bizden önce daha kıdemli bir profesör tarafından üç dönemde veriliyormuş. Ancak Özay bu dersi, ikinci yılda iki dönem, üçüncü yılda iki dönem olmak üzere dört bölüme ayırmış. Ayrıca daha geniş sistem perspektifi ve kapsamlı laboratuvar kısımlarıyla gayet genişletmiş. Bu derslerin büyük faydası soyut olarak kağıt üzerinde gösterilen sistemlerin somut olarak laboratuvarlarda gerçekleştirilebilmesi idi. Biz bu dersler aracılığıyla bu bilgi ve yeteneği öğrendik. Ben Özay’ın Sistem Bilimi derslerinde hem ikinci hem de üçüncü sınıfta çok başarılı oldum. Özay beni severdi, mezuniyet balomuza gelmişti ve benimle karşılıklı göbek atmıştı. Benim o zamanlar fazla bir göbeğim yoktu, fakat o gayet kısa boylu ve göbekliydi! Mezuniyetimizin ardından Elektrik Bölümünün dekanı oldu ve onu takiben ODTÜ rektör yardımcısı oldu. Özay, daha sonra Ankara Bilkent Üniversitesi’nin kurucularından biriydi ve son olarak Kuzey Kıbrıs Gazimagosa’daki Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin Kurucu Rektörü olmuş. Sanırım kısa süre önce Kıbrıs’ta görevinden emekliye ayrılmış.
Esen Özkarahan ODTÜ Bilgisayar Bilimleri Bölümü’ne yeni gelmişti ve bize düşük seviyeli programlama dili olan IBM System 360 Assembly dilini ve ardından yapılandırılmış yüksek seviyeli diller olan COBOL ve PL-1 dillerini öğretmişti. Düşük seviyeli programlama dilleri genellikle bir bilgisayarın donanım bilgileri ve kısıtlamaları ile ilgilenen dillerdir. Yüksek seviyeli programlama dillerinin aksine bu diller insanlar tarafından kolayca okunabilir değildir. Düşük seviyeli programlama dilleri daha çok assembly ve makina kodundan (machine code) oluşmaktadır. Düşük seviyeli bir dil aynı zamanda bir bilgisayarın ana dili olarak da bilinir. Öte yandan, yüksek seviyeli diller bilgisayarın donanımından ve mimarisinden bağımsız olarak kullanıcı dostu yazılımlar oluşturmaya yardımcı olan programlama dilleridir. Bizim birinci sınıfta öğrendiğimiz Fortran yüksek seviyeli programlama dillerinin en erken ve en iyi örneğidir.
Esen Özkarahan bize bilgisayarlarla ilgili başka dersler de verdi. Bizim mezuniyetimizden sonra Kanada’ya gitmiş ve Toronto Üniversitesi’nde profesör olmuş. Daha sonra Türkiye’ye dönüp İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nün kurucu başkanı olmuş. 1999’da erken yaşta vefat ettiğini öğrendim ve çok üzüldüm. Ben, bilgisayar ve bilgisayar programcılığına olan ilgimi, bilgimi ve sevgimi Prof. Dr. Esen Özkarahan’a borçluyum. Onun genç yaşta hayattan ayrılması çok büyük bir kayıptır.
Profesör Özkarahan’ın bize öğrettiği COBOL (COmmon Business Oriented Language) özellikle ticaret alanında ve iş yerlerinin yönetimiyle ilgili konularda kullanılan üst düzeyli bir bilgisayar programlama dilidir. İlk defa 1959’da geliştirimiş olmasına rağmen hala bugün bir çok ticari kuruluşlarda, özellikle bankalarda kullanılmaktadır. Bunun bir nedeni 2001 yılında Microsoft’un bazı yazılım ürünleriyle COBOL programlama dilini desteklemesidir.
Circuit Theory / Devre teorisi dersi de öncelikle diferansiyel denklemleri kullanmaktan dolayı benim için çok ilgi çekiciydi. Kendimde teorili derslere karşı hem daha bir ilgi hem de rahatça anlayabilme yeteneği görüyordum. Üniversitenin dördüncü yılında, üç uzmanlık alanı arasında seçim yapacaktık: (i) elektrik enerjisi mühendisliği, (ii) elektronik mühendisliği ve (iii) bilgisayar / kontrol mühendisliği. Elektrik enerjisi mühendisliğini çoktan elemiştim ama elektronik ve bilgisayar kontrolü arasında karar verememiştim. Bu devre teorisi dersi ve mantık tasarımı, elektroniğe yönelik bir eğitim ve kariyer seçimi için dikkate değerdi. Devre teorisi için izlediğimiz ders kitabı, Kaliforniya Berkley Üniversitesi’nden çok seçkin iki elektrik mühendisliği profesörü, Charles Desoer ve Ernest Kuh tarafından yazılmıştı.
Electromagnetic Theory / Elektromanyetik Teori dersi Dr. Nezif Tepedelenlioğlu tarafından verildi. Elektrik enerjisi mühendisliğinin yanı sıra elektronik ve anten tasarımını da içeriyordu. Daha sonra bu konunun bilgisayar tasarımlarıyla, özellikle çekirdek bellekler ve diğer bilgisayar depolama aygıtlarıyla da ilgili olduğunu öğrendim. Takip ettiğimiz ders kitabı Case Institute of Technology’den iki elektrik mühendisliği profesörü Robert Plonsey ve Robert Collin tarafından yazılmıştır.
Symbolic Logic dersini gayet enteresan bir öğretim üyesi, Teo Grumberg tarafından veriliyordu. Genellikle matematik mantığın uygulama alanıdır. Önermeler, yani yanlış veya doğru yargı ifadeleri, sembolleştirilip, matematiksel bir şekilde gösterilebilir. Bu tip bilgiler hem elektrik / elektronik tasarımlar için, hem de bilgisayar programlanmasında kullanılan ifadeler için geçerlidir. Dolayısıyla bu mantık dersi benim için özellikle bilgisayar programları yazmada çok faydalı oldu.
İkinci yılın ilk döneminde çok başarılıydım ve dönem sonunda, bütün derslerimden AA’lar aldım. Böylece GPA not ortalamam 4.0 üzerinden 3.95’e yükseldi. Ancak, ikinci dönemde, bir sonraki bölümde anlatacağım gibi çok büyük olaylar yaşadık ve öğretimde ciddi kesintiler oldu. Bir bakıma nasıl oldu da o yılı kaybetmedik diye düşünüyorum ve kendimizi bir yerde şanslı sayıyorum. İkinci dönemde aldığım altı dersin birkaçından BB ve BA aldım ve böylece ikinci yılın sonunda GPA not ortalamam 3.84’e düştü.
Mart 1971 Olayları
Mart 1971’de üniversitedeki tüm çalışmalarımız durma noktasına geldi. Üniversite için bir nevi dönüm noktası oldu. Ancak buna yol açan olaylar birkaç yıl değilse de birkaç ay öncesine dayanmaktadır. Sağcı öğrenci grubu, Ülkücüler ve solcu gruplar, Devrimciler veya DEV-GENC arasındaki şiddet, çok sayıda tutuklanmalar, yaralanmalar ve ölümlerle devam ediyordu. Polis ve hükümete bağlı diğer güvenlik güçlerinin, ülke genelinde birçok üniversite kampüsünde sağcı grupların yanında yer aldığı ve solcu öğrenci gruplarına saldırdığı ve tutukladığı görülüyordu.
Öğrenci protestolarının sadece Türkiye ile sınırlı olmadığını, tüm dünyada yaşandığını belirtmek gerekir. Vietnam’da Amerikan’ın başlattığı savaş, dünya çapındaki öğrenci protestolarının ana tetikleyicilerinden biriydi. 4 Mayıs 1970’de Ohio Ulusal Muhafızlarının Vietnam savaşını protesto eden Kent Üniversitesi öğrencilerine ateş açması ve dört öğrenciyi öldürmeleri hem Amerika Birleşik Devletleri’nde hem de Avrupa’da ciddi yankılar uyandırdı.
Türkiye’de solcu öğrenci örgütü Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) 1969’da iki gruba ayrılmıştı. Bir grup daha barışçıl direniş, protesto ve boykot peşindeyken, ikinci grup Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) adını aldı. THKO daha çok gerilla benzeri direniş faaliyetleri arıyordu. Bu grubun bazı üyeleri 1970 kışında gerilla eğitimi için Filistin’e gitmişler. Aynı zamanda THKO üyesi olan ODTÜ öğrencilerinin bir kısmı ODTÜ’nün 1. yurdunda 201 ve 202 nolu odalara yerleşmişlerdi. Eylül 1970’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Deniz Gezmiş, ODTÜ öğrencisi olmamasına rağmen, gelip ODTÜ’nün bu 1. yurduna 201 ve 202 nolu odalardaki gruba katılmış. Öte yandan DEV-GENÇ içinde bu gruplar bir araya gelip direniş hareketlerini koordine etmek istemişler ancak başarılı olamamışlar. Bunun üzerine THKO üyeleri, bir kısmı ODTÜ öğrencisi, bir kısmı diğer üniversitelerden olmak üzere çeşitli silahlı mücadele eylemleri planlamaya başladılar. Bunlar daha çok şehir gerilla eylemleri gibiydi.
22 Aralık 1970’de Bozkurtlar veya Ülkücüler olarak bilinen aşırı sağcı öğrenci grubu, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi olan bir DEV-GENÇ üyesini tabancayla vurdu ve bu öğrenci bir hafta sonra hastanede hayatını kaybetti. DEV-GENÇ bu öğrencinin ölümünde polisin rolü olduğu görüşündeydi. Öldüğü akşam, Deniz Gezmiş ve diğer birkaç THKO üyesi, bir arabayı çalıp Ankara’da bir polis karakoluna kurşun sıkarak birkaç polisi yaralamışlar. Daha sonra arabayı ODTÜ kampüsüne bırakmışlar. THKO bu olayı silahlı mücadelenin başlangıcı, polis de ODTÜ’nün bu tür olaylara karışmasının başlangıcı olarak değerlendiriyorlardı.
THKO’nun “mücadelesi” için paraya ihtiyaçları vardı. Bundan dolayı 11 Ocak 1971’de bir başka çalıntı araba ile İş Bankası’nın Ankara’daki bir şubesini soymuşlar ve çalıntı arabayı tekrar ODTÜ kampüsüne bırakmışlar. Ertesi gün 2000 jandarma ve polis, ODTÜ üniversitesine ve yurtlara baskın düzenleyerek Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını aradı ama bulamadı. Üniversite dört günlüğüne kapatıldı ve tüm yurtlar boşaltıldı ve ben yine o süre boyunca Güler teyzemin evinde barınmak zorunda kaldım.
Üniversite açıldıktan birkaç gün sonra, THKO üyelerinin saklandığı özel bir evin kapısı çalınmış. Gelenler eve haciz konması için o işle görevli kişilermiş. Çok garip bir tesadüf olmuş. Evdeki THKO üyeleri bu yetkilileri silahsızlandırıp, bağlayarak evden kaçmışlar. Bunun üzerine yine üniversitemize polis baskını yapıldı ve tüm okul kordon altına alındı. Ancak THKO üyeleri spor merkezinin yer altı ısıtma tünellerine girmişler ve yine polis ablukasından kaçmayı başarmışlar!
12 Şubat’ta silahlı bir banka soygunu daha olmuş, bu kez Ziraat Bankası’nın Ankara’daki bir şubesi soyulmuş. Polis bu soygunun da Deniz Gezmiş ve diğer THKO üyelerini tarafından yapıldığını söylüyordu. 15 Şubat’ta Deniz Gezmiş ve arkadaşları bir Amerikan mühimmat deposunu soymaya çalışmışlar, ancak mühimmat bulamamışlar ve bir Amerikalı çavuşu kaçırıp sorgulamak üzere ODTÜ yurtlarına getirmişler. Ertesi gün Amerikalı çavuşu serbest bırakıyorlar ama bu olay yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada son derece olumsuz bir görüntü yaratılmış oldu. ABD Senatosu’nda ODTÜ’ye eğitim yardımını kesmeye dair tartışmalar başlamış.
4 Mart 1971 günü sabahı, Deniz Gezmis ve birkaç THKO üyesi arkadaşları, gece yarısı saat 01.00 sıralarında, biri subay ve üçü asker olmak üzere dört Amerikan Hava Kuvvetleri personelini arabalarını bloke ederek pusuya düşürüyorlar ve rehin alıyorlar. Askerlerin iadesi için fidye talep ediyorlar, hem de tebliğlerinin TRT’de yayınlanması istiyorlar. Ancak o günkü hükümet herhangi bir müzakere veya bekleme düşüncesinde değildi. Ben ve pek çok öğrenci derslerimize odaklandığımız için bu olup bitenlerden çok az haberdardık, hatta hiç haberimiz yoktu diyebilirim.
5 Mart sabahı saat 03.00’te yaklaşık 2 bin polis ve 5 bin jandarma zırhlı araçlarla ODTÜ kampüsünü kordon altına almış. Gecenin karanlığında kampüsün yurtlar bölümüne yaklaşıyorlar. Ben ve üç oda arkadaşım 6. yurttaki odamızdaydık. Odamız 4. katta ve kampüsün girişine yani polis ve jandarmanın gelmekte olduğu yöne bakıyor. Bu operasyonuna çok sayıda askeri helikopter ve bazı uçaklar da katılmış. Hepimiz etrafımızdaki büyük gürültüyle uyandık, ne olup bittiğini anlayamadık.
Üniversite Rektörü Erdal İnönü yurtlara gelmiş ve polisle öğrenciler arasında barışcıl bir çözümü aramış. Öğrenci temsilcisi Tayfun Mater ve yetkililer, kaçırılan Amerikan askerlerinin kampüste olmadığını, jandarmaların ve askerlerin aramalarında bir mahsur görmediklerini, fakat polislere güvenmedikleri için yurtlara girmesine izin vermek istememişler. Ancak sağcı hükümetin İçişleri Bakanı, öğrencilerle müzakere yapılmaması ve öğrencinin taleplerinin reddedilmesi talimatı vermiş. Bunun üzerine ordu komutanı Albay Mehmet Öztoprak öğrencilerle anlaşamayınca saat 05.45’te askeri harekata başlamış. Herhalde THKO üyesi olan birkaç öğrenci 2. ve bizim 6. numaralı yurtların çatılarında bazı basit tüfeklerle dizilmişler. Ordunun makineli tüfekleri ile öğrencilerin birkaç tüfeği arasında mermiler uçuşmaya başladı.
Biz odamızda dördümüz yataklarımızın altına saklandık. Ancak makineli tüfek mermileri 40 cm kalınlıktaki tuğla duvarlardan ve pencerelerden geçiyor, binada ve odalardaki duvarlardan sıçrıyordu. Birçok öğrenci, çift duvarlarla çok daha fazla korunan merdivenlerin olduğu yere saklandı. Bu son derece dengesiz silahlı çatışmada vurulmamamız, yaralanmamamız veya ölmememiz bir mucizeydi. Bu ilk silahlı çatışma yaklaşık 45 dakika sürdü ve bizim odamıza da birçok kurşun isabet etti.
Daha sonra öğrenci temsilcisi Tayfun Mater’in saat 6.30 sıralarında cesurca kafeterya alanına yürüdüğünü ve orduyla ateşkes için görüştüğünü öğrendik. Açılan ateş sonucu 30’a yakın öğrenci yaralanmıştı. 2 numaralı yurtta bulunanlar ambulanslarla hastaneye kaldırıldı. Ancak, bizim yurdun çatısında bir öğrencinin acilen hastaneye götürülmesi için helikoptere ihtiyacı olmuş. Fakat askerler veya polisin bunu kabul etmemesi üzerine bu öğrenci kan kaybından dolayı ölmüş. Ayrıca, bir jandarma askerinin ve seyirci durumunda olan bir kafeterya aşçısının öldüğünü de sonradan öğrendik. Hastanelere de 30’dan fazla yaralı öğrenci götürülmüş.
Önce jandarmanın binaları iyice aramaları için yurt odalarımızda olmamızı istediler ve binalardan çıkmamıza izin vermediler. Biz aç bir şekilde saatlerce odalarımızda oturduk, bekledik. Ancak aradıkları kimseyi, kaçırılan Amerikalı havacıları ve THKO üyelerini bulamadılar. Daha sonra öğrendiğimize göre topu topu beş tane, onlar da üniversite bekçilerine ait silahlar bulmuşlar!
Daha sonra ordu komutanı Albay Mehmet Öztoprak’ın sabah kalp krizi geçirdiğini, aniden vefat ettiğini ve kuvvetlerin komutasını başka birinin devraldığını öğrendik. Bunun üzerine öğleden sonra, arama çalışmalarına 2000 polisin de katılacağını hoparlörler ile duyurdular ve herhangi bir direnişi olmaması için uyardılar. Fakat neredeyse hiç bir direniş olmamasına rağmen yurt binalarını tekrar makineli tüfeklerle taramaya başladılar. Bu yaklaşık 20 dakika sürdü. Daha sonra yurtlardaki tüm öğrencilere, yani yaklaşık 2000 kişiye tek sıra halinde binaları boşaltma talimatını verdiler. Uymazsak havan ateşi açabilecekleri konusunda bizi tehdit ettiler. Jandarmalar tarafından oluşturulan insan koridorundan tek sıra halinde bir kısmımız futbol sahasına, bir kısmımız da spor merkezine yürüdük. Korkmuştuk, açtık ve çoğunlukla neler olduğunu bilmiyorduk. Tek sıra yürürken birçok öğrenciye askerlerin tüfeklerinin dipçikleri ile vurduklarını gördüm. Bazılarına daha da kötü muamele edilmiş olabilir. Ben bir fiziki zarar görmeden spor merkezine ulaştım!
Futbol sahasında ve spor merkezinde hepimiz tek tek sorguya çekildik. Yüzlerce öğrenciyi alıp ODTÜ otobüsleri ile Kızılay’daki Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne naklettiler. Anladığım kadarıyla bunların pek çoğu dövülmüş ve 50 kadar öğrenciyi tutuklamışlar.
Oda arkadaşlarım ve ben spor merkezinde nispeten güvendeydik. Hiçbirimiz askerler veya polis tarafından kötü muamele görmedik. Aslında askerlerin bize yememiz için biraz yiyecek bile verdiklerini hatırlıyorum. Ancak, tüm bu askeri ve polis harekatı başarısız bir operasyondu. Kaçırılan Amerikan askerlerini bulamadılar. Aradıkları THKO üyelerini de yakalayamadılar. Bunlar ya ODTÜ yurtlarında değillerdi ya da kaçmayı başardılar.
İlginç bir şekilde, dört Amerikalı havacı, üç gün sonra, 8 Mart’ta herhangi bir zarar görmeden serbest bırakıldı. Ancak, bu olayın şok dalgaları devam etti. Üniversite hemen kapatıldı ve kampüste arama birkaç gün devam etti. Üniversite Mütevelli Heyeti, üniversitenin akademik kurullarını feshetti ve 10 Mart’ta üniversite rektörü Erdal İnönü istifa etti.
İki gün sonra, 12 Mart’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dört üst düzey generali Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra vererek Süleyman Demirel hükümetini istifaya zorladı. Bu, hükümetten istifa etmesini isteyen bir muhtıralı darbeydi ve gerçek bir askeri güç gösterisi olmadan Demirel buna uydu ve hükümet istifa etti. 5 Mart’ta bizim ODTÜ’de yaşadıklarımız, 12 Mart darbesinin tek nedeni ya da ana nedeni değildi, ama böyle bir darbeyi körükledi. Ülkede önemli bir huzursuzluk yaşanıyordu, siyasi partiler çıkmaza girmişti ve hükümet kaosla baş edemiyordu.
Demirel’in yerine gelen Prof. Nihat Erim liderliğinde teknokrat bir hükümet kuruldu. Yeni hükümet, ilk 3’ü İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere 11 ilde sıkıyönetim ilan etti. Huzursuzluk devam ederken, hükümet tarafından ciddi ve sert önlemler alındı. Tüm gençlik örgütleri yasaklandı ve çok sayıda tutuklama yapıldı. Deniz Gezmis ve bazı arkadaşları sağ olarak yakalandı. Diğer birçok THKO üyesi silahlı çatışmalarda öldürüldü. İsrail konsolosu 17 Mayıs 1971’de kaçırıldı. Bunu bahane ederek, hükümet sadece solcuları değil, liberal ve ilerici eğilimlere sahip yüzlerce öğrenciyi, genç akademisyeni, yazarları, sendikacı ve İşçi Partisi aktivistlerini gözaltına aldı ve bunların büyük bir kısmı işkence gördü. Ayrıca İsrail konsolosunun dört gün sonra öldürüldüğünü öğrendik.
Sonraki iki yıl boyunca, her iki ayda bir yenilenen sıkıyönetim ile baskı devam etti. 1961 Anayasası’nın bazı temel liberal parçaları, istismar edildikleri gerekçesi ile geri çekildi veya yürürlükten kaldırıldı. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Ankara’daki bir villayı işkence merkezine çevirdi, Amerikan CIA tarafından eğitilmiş kişileri kullanarak yapılan işkenceler yüzlerce ölüm veya kalıcı yaralanmayla sonuçlandı. Bu işkencelerin bazıları darbeden kısa bir süre sonra tutuklanan ünlü gazeteci Uğur Mumcu tarafından belgelendi. Ancak Uğur Mumcu’nun kendisi de Ocak 1993’te arabasına konan bombayla öldürüldü. Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı yargılanarak idama mahkum oldular. Muhalefetin itirazlarına rağmen, üçü bir yıl sonra, Mayıs 1972’de asılarak idam edildi.
1973 yazında, ben Türkiye’den ayrılıp Kanada’ya gitmeden hemen önce, bu askeri destekli hükümet siyasi hedeflerinin çoğunu gerçekleştirmişti. Anayasada devletin sivil topluma karşı güçleri artırılmış, her türlü muhalefeti hızlı ve acımasız şekilde çözecek özel mahkemeler kurulmuş, üniversitelerin özerkliğine son verilmis, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin radikalizmi engellenmiş, radyo, televizyon ve gazete serbestlikleri kısıtlanmış ve çok güçlü bir Milli Güvenlik Kurulu oluşturulmuştu. Sendikalar pasifleştirilip ideolojik bir boşlukta bırakılmıştı. 12 Mart 1971 darbesinden sonra 14 ay başbakanlık yapan Prof. Dr. Nihat Erim, emekli olduktan sonra kendisi de Temmuz 1980’de suikaste uğrayarak öldürüldü.
Dolayısıyla, 1961 Anayasası’yla yaşanan liberal Türkiye dönemi 12 Mart 1971 askeri darbesiyle sona erdi. Bu 12 Mart bir bakıma demokrasiye olan bir darbeydi. Bu konuda her halde düzinelerce kitap yazılmıştır. Fakat bunların hemen hepsi bu 12 Mart darbesinin kansız bir şekilde ve hiçbir askeri harekat olmadan başarıldığını söyler. İşin enteresan tarafı, bundan 7 gün önce, yani 5 Mart’taki askeri harekatta binlerce asker ve polis rol almış, pek çok kan dökülmüş ve ben bu olan biteni üniversitede masum bir öğrenci olarak izlemiştim!
1973 yazında, Türkiye’den ayrıldığım sıralarda, Türkiye siyaset sahnesinin durumu işte buydu.
İlk Yaz Stajı ve Elektrik Üretimi
Eğitimime dönersek, elektrik mühendisliği için dört haftalık ilk yaz stajının elektrikle ilgili bir alanda olması önerilirdi. İkinci yaz stajı ihtisas konusu üzerine olabilir, ancak ilk stajın elektrik mühendisliği alanında olması tercih edilirdi.
Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) 1970 yılında Türkiye çapında elektrik enerjisinin üretimi, iletimi ve dağıtımı amacıyla kurulmuştu. ODTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümü’nden birçoğumuz ilk yaz stajı için TEK’e başvurduk. Bunun için bir sınava girdiğimi hatırlamıyorum, ancak ODTÜ’de derslerden aldığımız notları ve GPA averajlarını sunmuştuk sanırım. Galiba yalnız üç öğrenciyi seçtiler, ben, Meral Yalçın ve Nilgün Günalp kabul edilmiştik. Stajımızı Ankara’da Kızılay semtindeki ofislerinde ve iletim istasyonlarında yaptık.
O dönemde Türkiye’de elektrik üretiminin çoğu kömürlü termik santraller ve hidroelektrik santrallerden yapılıyordu. Yapım aşamasında olan ve kısa süre içinde şebekeye bağlanması beklenen birkaç hidroelektrik barajı vardı. Bu barajlardan elektrik üretimi üzerine çalıştığımı hatırlıyorum. O dönemde devam eden en büyük proje, Fırat nehri üzerindeki Keban barajı ve hidroelektrik santraliydi. Bu, o zamanlar Türkiye için en büyük hidroelektrik üretimi olacaktı. O zamandan beri Fırat nehrinin üst kısımlarında iki büyük santral daha kurdular, bu nedenle Keban bugün 1330 MW kapasite ile üçüncü büyük baraj durumuna düştü.
Keban barajı ile ilgili bir başka ilginç şey de, bu barajın inşasının arkeolojik, tarihi, mimari, etnografik ve sosyal yönlerini inceleyen ODTÜ fakülteleri tarafından yürütülen çeşitli projeleri vardı. Arkeolojik projeler Rektör Kemal Kurdaş zamanında başlatılmıştı. Bu yaz stajı sırasında, biz elektriğin üretimi ve dağıtımı da dahil olmak üzere elektrik mühendisliği yönlerini kısaca inceledik.
Ayrıca elektrik gücünün aktarım planlamasını, kademeli transformatörlerin konumlarını ve aşamalarını, özellikle şehirlerdeki dağılımı için voltaj düşürme yöntemlerini de inceledim. Yaz stajımın sonunda bir rapor hazırlayıp Elektrik Mühendisliği Bölümüne teslim ettiğimi hatırlıyorum.
Bu arada Türkiye’deki elektrik üretimine ve tüketimine değinmek istiyorum. Benim çocukluğumda ve sonraki yıllarda Türkiye’de elektrik kesilmeleri olurdu. Bu tip kısıntılar büyük ekonomik zararlara yol açar. Bu kesintilerin arkasında bir çok nedenler vardı. Birincisi, üretimin çoğu doğal gaza bağlı olduğu için doğal gaz yetersizliği elektrik üretim yetersizliği yaratıyor. Yenilenebilir enerji açısından, özellikle güneş enerjisi potansiyeli açısından Türkiye’nin güney ve güneydoğu bölgeler çok uygun. Fakat yeteri kadar güneş enerjisi üretimine yatırım yapılmıyor. Ayrıca bölgesel üretim-tüketim dengesizliği vardı. Doğu Türkiye’de yüksek üretim, az tüketim, batı Türkiye’de ise az üretim fakat yüksek tüketim vardı. Bu durumu dengeleyecek ulusal elektrik şebekesi yetersiz olduğundan, batıdaki büyük şehirlerde ve endüstri merkezlerinde elektrik kesintileri oluyor ve bunlar büyük zararlara yol açıyordu.
Ayrıca, küresel ısınmayla mücadele için karbonsuz bir enerji politikası izlemek gerekiyor. Dolayısıyla yakın gelecekte bütün elektrik üretiminin yenilenebilir kaynaklardan (güneş, rüzgar), hidroelektrik ve nükleer santrallardan yapılması gerekecektir. Fabrikalardaki üretimler, binaların ısıtılması, soğutulması, tarım ve hayvancılık ve elektrikli araçların şarj edilmesi hepsi çok daha fazla elektrik gücünü gerektirecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin diğer ülkeler gibi bu geleceğe hazırlanması lazım.
Üçüncü Yıl (1971-1972)
Üçüncü yıl benim için ODTÜ’de muhtemelen en kolay yıldı. Derslerimde iyi bir düzen oluşturmuştum, profesörlerle iyi bir ilişki kurmuştum ve öğrenciler arası çatışmalar sona ermişti. TÜBİTAK bursu ve Bilgisayar Merkezi’nde 3. sınıfın ikinci döneminde başlayan öğrenci asistanlığı ile maddi olarak da daha iyi durumdaydım.
Bu, elektrik mühendisliğine odaklandığım yıldı. Dersler olarak System Sciences (III ve IV), Introduction to Electromagnetic II, Electronics (I ve II), Electromagnetic Energy Conversion (I ve II) ve Introduction to Probability and Random Variables’ı içeriyordu.
Elektronik dersi benim için en ilginç olanlardan biriydi. MIT’den iki profesör, Paul Gray ve Campbell Searle tarafından yazılan ders kitabını kullanıyorduk. Prof. Paul Gray uzun süre MIT’nin rektörlüğünü yapmış değerli bir insan. Transistör 20 yıl kadar önce 1949’da Bell Laboratuvarlarında William Shockley ve iki arkadaşı tarafından icat edilmişti. Elektrik ve elektronik alanında yepyeni transistör uygulamaları ortaya çıkıyordu, çok heyecan verici ve pek çok Ar-Ge konusunun olduğu bir alandı. Daha sonra odaklanacağım bilgisayar donanımlarında transistörler en önemli rolü oynuyordu.
Electromechanical Energy Conversion / elektromekanik enerji çevrimi dersleri elektrik motorların prensipleri, çeşitleri, güçleri ve verimlilikleri üzerineydi. O zamanlar pek fazla ilgimi çekmemesine rağmen, daha sonraları bazı küçük elektrik motorlarla uğraşıp pratik olarak bir çok şey öğrendim.
Seçmeli ders olarak tekrar Symbolic Logic III ve Quantum Logic aldım. Bu dersler de Teo Grumber tarafından veriliyordu. Enteresan tarafı, bu dersleri almamın bir nedeni de Prof Grumber tarafından verilmiş olmasıydı. Onun bu derslerinden hem pek çok şey öğrendiğimi, fakat aynı zamanda çok ilginç bulduğumu ve zevk aldığımı hatırlıyorum.
Elektrik Mühendisliği derslerinin yoğunluğundan dolayı Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nden ek ders alamadım. Ancak ikinci dönem Bilgi İşlem Merkezi’nde çalışıyordum, bu da bana bilgisayar sistemleri konusunda geniş bir deneyim kazandırdı. Sonra da belirteceğim gibi ben artık bilgisayar programcılığında ustalaşıyordum.
Bir dersten BB hariç, tüm derslerimden en yüksek notu AA almayı başardım ve böylece üçüncü yılın sonunda kümülatif not ortalamam 3.85’e yükseldi.
ODTÜ Bilgi İşlem Merkezi’nde Çalışma
Nisan 1972’den Haziran 1973’e kadar ODTÜ Bilgi İşlem Merkezi’nde 15 ay Öğrenci Asistanı olarak çalıştım. Aşağıda belirttiğim gibi 1972 yazında birkaç ay ara vererek, yaz eğitimi için İstanbul’da IBM’de staj yaptım. Onun dışında ODTÜ Bilgi İşlem Merkezinde haftada en az 10 saat, fakat birçok haftalar çok daha fazla saat çalışıyor, çeşitli görevler yapıyordum.
Ana görevim, birinci ve ikinci sınıf öğrencilerine bilgisayar programlarında yardımcı olmaktı. Bizim ofis saatlerimiz vardı ve bilgisayar programlarıyla problemleri olan öğrenciler bu ofise gelir ve biz onların programlarını görüşür ve problemlerini çözmeye çalışırdık. Öğrenciler programlarını Fortran, COBOL, PL-1 ve IBM System 360 Assembly dillerini kullanarak yazıyorlardı. Ben bu dillerin hepsini öğrenmiş olduğum için bütün bu programlama problemlerinde yardımcı olabiliyordum.
ODTÜ Bilgi İşlem Merkezindeki bu çalışmam bir çok yönden benim için muazzam faydalıydı. Birincisi bu benim için önemli gelir kaynağı olmuştu. İkincisi bir çok uzun süreli ve iyi arkadaşlar edindim. Belki de en önemlisi bu bilgisayar programlama dillerindeki yeteneklerimi çok miktarda arttırdı ve ben bu programlama dillerinde usta oldum diyebilirim.
Ayrıca bazı derslere öğretim üyesinin asistanı olarak katılmıştım. Bu derslerde öğrencilerin ne gibi sorular sordukları konusunda notlar aldığımı, ne gibi problemlerle karşılaştıklarını öğrendiğimi hatırlıyorum. Görevlerimin arasında bazı bilgisayar kullanım kılavuz belgeleri hazırlamak da vardı. Bazı programlama ödevlerini gözden geçirip not verdiğimi de hatırlıyorum.
Bu öğrenci asistanlığının son yılında, ben ve diğer öğrenci asistanlar, bölümün satın almaya çalıştığı yeni bilgisayar sisteminin gereksinimlerinin belirlenmesinde fikir alışverişinde bulunmuştuk.
ODTÜ Bilgi İşlem Merkezi’nde birlikte çalıştığım bir çok arkadaşım oldu. Elektrik Mühendisliği Bölümü’nden olan arkadaşlarıma daha sonra değineceğim. Fakat burada, bu çalışma sırasında edindiğim arkadaşlardan bahsetmek istiyorum.
Bu arkadaşlardan ilki Masood Tariq. Onunla ilk kez 1972 sonbaharında Bilgi İşlem Merkezi’nde tanıştım. Benden bir yıl gerideydi. Pakistanlı bir öğrenciydi ve Pakistan’dan Türkiye’ye küçük VW arabasıyla kara yoluyla gelmişti. Çok zeki, çalışkan bir öğrenciydi ve yakın arkadaş olduk. Türkçe öğrenmeye de çalışıyordu. Masood ile olan dostluğum çok uzun, 38 yıl sürdü. İkimiz de ODTÜ’den mezun olduktan sonra eşlerimizle evlenmeye karar verirken bir araya gelip uzun uzun konuşmuştuk. Ben eşim Jeelee ile evlendikten ve Kanada’ya yerleştikten sonra Masood da evlendiği eşi Semra ile Kanada’ya geldi, yerleşti. Aynı Kanada şirketlerinde, Bell Northern Research (BNR) ve Northern Telecom (NT) şirketlerinde beraber çalıştık. Masood NT’de Genel Müdür yardımcılığına kadar yükseldi, Londra’da, Hong Kong’da NT için büyük başarılar kazandı. Eşi Semra ile beraber iki kızları oldu, Anika ve Sena. Maalesef onu kalın bağırsak kanserinden2010’da kaybettik. Masood gayet iyi kalpli, alçak gönüllü, yardımsever bir insandı. Onu erken yaşta kaybetmemiz çok acı oldu.
Abdullah Tansel benden bir yıl ilerde, İdari Bilimler Fakültesi öğrencisiydi ama bilgisayar bilimleri üzerine yüksek lisans yapmayı planlıyordu. Daha sonra MBA yapmak için Kaliforniya’ya gitmiş. ODTÜ’ye geri dönüp bilgisayar bilimleri üzerine master ve doktora yapmış ve ardından son 35 yılı aşkın bir süredir New York’ta CUNY’de profesör olarak çalışmakta. Son yıllarda sosyal medya aracılığıyla tekrar görüşüyoruz.
Ümit Karakaş Elektrik Mühendisliği öğrencisiydi, benden bir yıl ilerde, bilgisayar bilimleri alanında yüksek lisans yapıyordu. Ümit de çok zeki, çalışkan ve yardımsever bir insandı. Onunla çalışırken çok iyi anlaştığımızı hatırlıyorum. Mezun olduktan sonra ilişkimizi devam ettirdik. Hacettepe Üniversitesi’nde doktorasını yaptıktan sonra Türkiye’deki çeşitli üniversitelerde akademik kariyer sürdürdü. Önce Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde, daha sonra İstanbul’da Bahçeşehİr ve Kültür Üniversiteleri’nde bilgisayar bilimleri dalında öğretim görevlisi olarak çalıştı, profesörlüğe yükseldi ve son yıllarda emekli olduğunu öğrendim.
Çalıştığım diğer kişiler arasında Müslim Bozyiğit, Mahmut Eroğul ve Gültekİn Özsoyoğlu vardı. Mahmut, makina mühendisliği öğrencisiydi fakat bilgisayarlara müthiş tutkunluğu vardı. Bilgisayar donanımı ve yazılımı yönünden çok bilgiliydi ve kariyerini bilgisayar merkezlerinde çalışmak üzere seçmiş ve bu konuda uzman olmuştu. 47 yıl sonra bir WhatsApp grubunda Müslim ve Mahmut ile yakın zamanda bağlantı kurdum ve ODTÜ’deki yıllarımızı hatırlamaya çalıştık.
Gültekin Özsoyoğlu, sınıf arkadaşım Meral Yalçın ile evlendi ve ikisi beraber Kanada’da doktora yaptılar. Daha sonra, Cleveland, Ohio’da Case Western Üniversitesi’nde profesör olarak akademik bir kariyer sürdürdüler. Gültekin ve Meral bizi Ottawa’da ziyarete gelmişlerdi, bizim de onları Cleveland’da ziyaret ettiğimizi hatırlıyorum.
IBM İstanbul’da Yaz Eğitimi ve RPG Dili
Üçüncü dönem yaz stajı için İstanbul’da IBM şirketine başvurdum. Staja kabul edilmem için bir sınava girmem gerektiğini söylediler. Bunun üzerine Haziran 1972’de IBM’in Ankara’daki ofisinde sınava girdim. Birkaç gün sonra, 14 Haziran 1972’de İstanbul’daki ofislerinde mektup geldi ve bana 15 Temmuz’da başlamak üzere iki aylık bir yaz stajı teklif ettiler. Bu staj için bana aylık maaş olarak 1.000 TL vereceklerdi.
O zaman IBM’in İstanbul ofisi Gümüşsuyu semtindeydi. Ben Moda’dan Kadıköy’e yürüyor, vapura binip Karaköy’e, otobüsle Gümüşsuyu’na gidiyordum. Bu yaz stajında sanırım ODTü’den benimle birlikte Ufuk Çağlayan ve Artuna Aysun arkadaşlarım da vardı. Ufuk’un deniz manzaralı bir ofiste oturduğunu hatırlıyorum. Daha sonra Ufuk Boğaziçi Üniversitesi’nde uzun süre profesörlük yaptı, herhalde orada da Boğaz manzaralı ofisi vardı!
IBM, o zamanın en büyük ve en önemli bilgisayar şirketiydi. Aslında, IBM terimi ve bilgisayar terimi, Xerox ve fotokopi veya Singer ve dikiş makinelerine benzer şekilde birbirinin yerine kullanılıyordu. DEC (Digital Equipment Corporation), Honeywell, Burroughs, NCR, Univac ve CDC (Control Data Corporation) gibi birkaç bilgisayar şirketi daha vardı. Ancak IBM, en büyük ana bilgisayar şirketiydi. 1964’ten başlayarak çeşitli modellerle System 360’ı piyasaya sürmüşlerdi ve 1960’ta en yaygın bilgi işlem platformu haline geldiler. 1970’den başlayarak, System 370 serisini de benzer şekilde farklı modellerle takip ettiler. Aslında, teknoloji tarihinde ancak birkaç ürün, IBM System 360/370’in küresel çalışma şekli ve her ülkedeki kuruluşlar üzerinde bu kadar muazzam bir etkisi olmuştur. IBM System 360/370, Ford’un Model T otomobili ve Boeing’in ilk jet uçağı 707 ile birlikte tarihin en büyük üç iş başarısından biri olarak gösterilirdi. Sistem 360/370, takip eden yirmi yıl boyunca bilgisayar endüstrisine egemen olmuştur.
IBM’e staja geldiğimde, ODTÜ’deki derslerimin yanı sıra IBM 360/40 bilgisayar sisteminin bulunduğu ODTÜ Bilgi İşlem Merkezi’nde öğrenci asistanı olarak çalışmaya başladığım için System 360’ı zaten gayet iyi biliyordum. Ayrıca 360 Assembly dili, Fortran ve COBOL programlama dillerini de gayet iyi bir şekilde öğrenmiştim. Bu yazlık staj sırasında bana iş uygulamaları için kullanılan üst düzey RPG dilinde programlamayı öğrettiler. RPG, IBM için özel bir dildi ve diğer birkaç programlama dilini bildikten sonra RPG dilini öğrenmek çok kolay oldu.
RPG (Report Program Generator) bilgisayar programlama dilinin ana amacı birçok veri dosyalarından alınan bilgilerle raporlar hazırlamaktır. IBM önce bu dili 1401 sistemleri için 1959 yılında geliştirmiş. Daha sonra System 360’a uygulanmış. İş dünyasında o kadar popüler olmuş ki, diğer bilgisayar şirketleri, Digital VAX, Sperry Univac, Honeywell, Siemens, HP, ICL ve hatta Singer Business Systems RPG programlama dilini desteklemeye başlamışlar. Daha sonraki yıllarda RPG II, RPG III ve RPG IV geliştirilmiş ve en son 2010 yılında IBM RPG Open Access yazılımı piyasaya sürülmüş.
RPG programlamayı öğrendikten sonra birkaç IBM Sistem Mühendisi (System Engineer -SE) ile çalıştım. Bir çok Türk şirketlerle ilgili projeler vardı ve bunlar için RPG programlar yazılıyordu. Ben böyle birkaç projeye yardımcı oldum. Projelerden birinin büyük bir fabrika/ürün tesisi, diğerinin ise bir şehir/belediye idaresi olduğunu hatırlıyorum. Bir de hükümet/askeri proje vardı ama ben o projede aktif olarak yer almadım.
En çok beraber çalıştığım SE, Tokay Or adında genç bir adamdı. O ve ben birkaç kere beraber öğle yemeğine gitmiştik. O zamanlar Tokay bekardı. Anladığım kadarıyla daha sonra IBM tarafından Suudi Arabistan’a gönderilmiş, orada uzun yıllar çalışmış, Suudi Arabistan’da başka bir yabancıyla evlenmiş, sonra onunla irtibatımı kaybettim. İsmet Seymen de resmi olarak benim amirim olan bir diğer SE’ydi. Onunla birkaç inceleme ve görüşme yaptığımı hatırlıyorum ama İsmet bey daha çok pazarlama ve satış odaklıydı.
Bu yaz stajı benim küresel bir ABD şirketindeki ilk işimdi. Bu tür şirketlerin nasıl çalıştığı, çalışanlara nasıl davranıldığı ve kurumsal üretkenliğin, verimliliğin, tazminatların ve bu tür kuruluşların genel kültürünün önemi hakkında çok şey öğrendim.
Tokay Or da dahil olmak üzere IBM Türkiye’deki yöneticilerimin bana önerdiği şey, Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’ne (UoW) gitmeyi düşünmemdi. IBM ve UoW arasındaki işbirliğine, UoW’de ortaklaşa geliştirilen Watfor ve Watfiv programlama dillerine ve bilgisayar bilimi bölümünün gücüne, yalnızca Kanada’da değil, tüm Kuzey Amerika’da bilgisayar bilimi için birinci sınıf okul olduğuna dikkati çektiler. Bu tavsiye, ODTÜ’deki son yılımda UoW’ye başvurmamın temel nedeniydi. Hatta ertesi yıl, 1973 Eylül’ünde UoW’ye gittiğimde IBM Türkiye yöneticileri, IBM araştırma bursu almama ön ayak oldular. Bu IBM bursu bilgisayar alanındaki eğitim ve daha sonraki kariyerim için önemli bir destek oldu. Bu nedenle o zamanki IBM Türkiye’ye minnettar olduğumu belirtmek isterim.
Dördüncü Yıl (1972-1973)
ODTÜ’deki son yılım üç farklı etkinliklerle geçti. Derslerimden en iyi notlarla ve en yüksek GPA averajıyla bitirip mezun olmak istiyordum. Son yıl olduğu için bir çok sosyal etkinlikler, piknikler ve Türkiye çapında geziler planlanmıştı. Ayrıca lisansüstü çalışmalarıma devam etmek için yurt dışındaki çeşitli üniversitelere başvuruyor ve gerekli sınavlara giriyordum.
Dördüncü yılımızla ilgili ilginç bir şey, ilk kez Ekim 1972’de resmi bir açılış töreni yapmamızdı. ODTÜ Rektörü Prof. İsmet Ordemir’in Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı davet ettiği açılış töreni, üniversite stadyumunda sıkı askeri kontrol altında gerçekleştirildi. Pek fevkalade bir şey olmadı, fakat Cevdet Sunay’ı gördük ve çok kısa bir konuşma yaptığını hatırlıyorum.
Elektrik Mühendisliği son yılı dersleri açısından bilgisayar kontrolünü seçmeye karar vermiştim. Bu seçeneğe yönelik dersler arasında Control Systems (I ve II), Logical Design (I ve II), Electronics (III), Digital Computers and Programming Systems yer alıyordu. Ayrıca yüksek lisans programından Computer Systems, Programming Languages ve Systems Programming olmak üzere üç ders alıyordum, son ikisi Bilgisayar Bilimleri Bölümü tarafından veriliyordu. Bu yüzden çok ağır bir ders yüküm vardı, özellikle yüksek lisans programından olan dersler oldukça zordu.
Computer Systems dersi, gelişen bilgisayar yapıları, işlemciler, bellek konularını kapsıyordu. I/O cihazları, sanal makineler (VM) ve yeni IBM 370 System’ini öğrendik. Dr. İsmet Güngör ve Dr. Erol Arkun tarafından verilen Systems Programming dersinde bize I/O programlama, bellek yönetimi, işlemci yönetimi ve bilgi yönetimi yapmayı öğrettiler. Bu dersler ben bir yıl sonra University of Waterloo’da bilgisayar bilimleri üstüne master yaparken çok faydalı oldu.
Dr. Esen Özkarahan tarafından verilen Programming Languages dersinde Algol, PL-1 ve Liste işleme dilleri (örn. SLIP) dahil olmak üzere birçok yapılandırılmış programlama dili öğrendim. Algol (Algorithmic Language) komut bazlı bilgisayar programlama dilleri ailesidir. 1958’de Amerikalı ve Avrupalı bilgisayar bilim adamları tarafından oluşturulmuş ve önce Algol 60, daha sonra da Algol 68 olarak yayınlanmış. Biz Algol 68 dilini öğrendik ve onunla programlar yazmıştık.
Bence çok ilginç olan bir şey de, öğretmenlerimizin çoğunun genç kimseler olması, doktoralarını yakın zamanda, çoğunlukla yurtdışında tamamlamaları ve öğrettikleri konulara çok hevesli olmalarıydı. Buna ek olarak, nispeten genç olduklarından çok arkadaş canlısı ve ilgiliydiler. Bizim sorularımızı yanıtlamada çok yardımcı oluyorlardı. Onları yurtdışındaki lisansüstü eğitim fırsatlarını araştırma bakımından da çok yararlı bulmuştum.
Ayrıca dördüncü yılın ikinci döneminde bir mezuniyet projem vardı. Projem mini bilgisayarlar, özellikle Digital Equipment Corporations’ın (DEC) PDP mini bilgisayar serisi üzerineydi. Elektrik Mühendisliği Bilgisayar Bilimleri Laboratuvarında PDP-8 makinemiz vardı. 6 bitlik karakterler kullanan 12 bitlik bir kelime mini bilgisayardı. Bu nedenle bir kelimenin içinde iki karakter olurdu. PDP, Programlanmış veya Programlanabilir Veri İşlemcisi anlamına gelir. PDP-8’imiz 4K kelimelik belleğe, basit ama oldukça güçlü makine düzeyinde komut setine ve ana giriş/çıkış aygıtı olarak kağıt banta sahipti. Projemde, PDP-8’in bazı makine dili programlamasını oluşturdum. Ancak programın ne başardığını hatırlamıyorum! Projemin, Elektrik Mühendisliği Bölümünün almaya çalıştığı PDP-11’e de değindiğini hatırlıyorum. PDP-11, 16 bitlik bir mini bilgisayardı! ODTÜ’de PDP-11 üzerinde çalışma şansım olmadı, ancak Eylül 1973’te Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’ne geldikten sonra üzerinde çalıştığım mini bilgisayarlardan biriydi ve özellikle Unix İşletim Sistemini kullanarak PDP-11 programları yazmıştım.
ODTÜ’deyken elektrik mühendisliği ve bilgisayar bilimleri üzerine birçok önemli ders kitabı almıştım. Hemen hemen hepsini bu güne kadar sakladım. Gurur duyduğum üç ciltlik ders kitaplarından biri, Stanford Üniversitesi Profesörü Donald Knuth tarafından yazılan Art of Computer Programming’di. Bir anlamda bu kitaplar, o zamanların en önemli “bilgisayar programlama” kitaplarıydı. Özellikle bu kitapların birinci cildi bilgisayarlar için önerdiği algoritmalar bakımından çok faydalıydı, bir çok yönden yararlandığımı hatırlıyorum. İkinci cilt sayısal ve sembolik algoritmaları kapsıyordu ve üçüncü cilt de sıralama ve arama algoritmalarına odaklıydı.
Ayrıca ODTÜ’nün son yılında zorunlu bir “seçme” dersimiz vardı: History of Turkish Revolution / Türk İnkilap Tarihi (I ve II). Bu ders 1923 de Cumhuriyetin kuruluşundan zamanımıza kadar geçen devrimleri, olayları ve gelişmeleri kapsıyordu. Bu ders İngilizce olarak veriliyordu ve dersin özellikle Orta Doğu’nun diğer ülkelerinden gelen öğrenciler için gayet faydalı olduğunu düşünürdüm.
Son yıldaki derslerimin çoğundan AA notu aldım ve GPA olarak 4.00 üzerinden 3.85 kümülatif not ortalaması ile ODTÜ’den mezun olmayı başardım. Dört yıl önce, 1969’da ODTÜ’ye giriş sınavını beşincilikle kazanmıştım. 1973’de ODTÜ’den mezun olurken böyle bir başarı sıralaması yoktu. Fakat 3.85 kümülatif GPA ile ben muhtemelen en yüksek not alan ilk on mezun arasındaydım.
Lisansüstü İçin Planlar
Üniversitede dördüncü yıla başlarken üç karar vermiştim. Öncelikle bilgisayar tasarımı, bilgisayar ağları ve bilgisayar programlama gibi bilgisayarlar üzerine kariyer yapmak istiyordum. Bu konulardaki çalışmalarımı sürdürmek için, ikinci kararım, yüksek lisans ve doktora çalışmalarına devam etmekti. Bilgisayarlar hakkında daha fazla bilgi edinmeye çok istekliydim ve lisansüstü çalışmanın bana bu fırsatı vereceğini biliyordum. Akademik bir kariyer mi yoksa kurumsal bir kariyer mi seçeceğimden emin değildim ama teknik bilgimi ilerletme konusunda kararlıydım. Bunu başarmak için “acceptance” ve burs alabilirsem, lisansüstü çalışmalarımı yurtdışında sürdürmeye karar vermiştim. Lisansüstü çalışmaları için ODTÜ’de kalmaya pek isteğim yoktu. Genel not ortalamam son derece iyi olarak kabul edilen 3.85 civarındaydı ve bu yüzden yurtdışındaki birkaç üniversiteye kabul edilebileceğime dair güvenim vardı. Asıl mesele, burs veya asistanlık şeklinde de mali yardım alıp alamayacağımdı.
Böylece, son dönemin başında, Şubat 1973 civarında, ABD üniversitelerine başvurmak için bir gereklilik olan GRE’ye (Graduate Record Examination) kaydoldum ve sınava girdim. Ayrıca İngilizce dil yetenekleri için TOEFL sınavına başvurdum ve girdim. Sonunda Fulbright Eğitim Burslarına da başvurdum.
Aynı zamanda, Amerika ve Kanada’daki çeşitli üniversiteleri değerlendirdim. ABD’de iki üniversiteyi seçtim, Boston’daki Massachusetts Institute of Technology (MIT) ve Kaliforniya’daki Stanford Üniversitesi. Kanada için Toronto’nun 100 Km batısındaki Waterloo Üniversitesi’ni seçtim.
1973 Mayıs ayında GRE, TOEFL ve Fulbright Bursu yazılı sınavından çok iyi notlar aldım. Üniversitelere ODTÜ kümülatif not ortalamam 3.85 olan puanlarla başvurdum.
Fulbright, sözlü mülakattan sonra aradıkları niteliklerden bir veya ikisi yönünden beni uygun görmediklerini söyleyerek beni geri çevirdiler. MIT’de yabancı öğrenciler için kota sistemi kullandıklarını ve benim bu kotaya giremediğim için ret cevabı verdiler.
Waterloo Üniversitesi, Temmuz ayının başlarında olumlu yanıt verdi ve Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nde yüksek lisans programına kabul edildiğimi bildirdiler. Ayrıca ilk yıl için IBM Kanada’dan bir burs ve üniversitede öğretim asistanlığı vererek yeterli finansal desteği sağladılar. Henüz Stanford Üniversitesi’nden haber alamamış olsam da Waterloo Üniversitesi’ne gitmek için hazırlanmaya başladım. Öğrenci pasaportu için başvurdum, uçak seyahati düzenlemelerini araştırdım ve Türkiye’den ayrılmadan önce kişisel işlerimi düzene soktum.
İyi ki Stanford Üniversitesi’ni beklememişim. Stanford Üniversitesi beni Elektrik Mühendisliği Bölümü’nde yüksek lisans programına kabul etmesine rağmen herhangi bir maddi yardımda bulunmadılar. Ayrıca kabul mektupları da benim İstanbul’dan Kanada’ya gideceğim gün, yani çok geç geldi. Sanırım Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’ne gitmem nasipmiş!
ODTÜ‘de Piknik Gezileri
Daha önce de belirttiğim gibi ODTÜ kampüsünün bir ucunda, piknik yapmak, yüzmek ve dinlenmek için mükemmel bir yer olan Eymir Gölü bulunmaktadır. ODTÜ, Türkiye’de kampüs alanında göl bulunan tek üniversitedir. S harfi şeklindeki bu göl kürek yarışları, balık tutma ve su sporları için de ideal bir yerdir. ODTÜ’de okuduğum üçüncü ve dördüncü yılda Elektrik Mühendisliği’nden sınıf arkadaşlarımla birkaç kez Eymir Gölü’ne piknik, yürüyüş yapmak ve yüzmek için gittik. Bu piknik gezileri sırasında çekilmiş birçok fotoğraflar var.
Bizim bu 50 yıl önceki piknik gezilerimiz bugün Amerikan üniversitelerde rastladığımız içkili, çılgın pikniklerden veya partilerden çok farklıydı. Ben bizim ODTÜ pikniklerinde içki içtiğimizi hatırlamıyorum. Ayrıca, aşırı hareketlerin olduğunu veya erkeklerle kızlar arasında uygunsuz hareketler olduğunu da hatırlamıyorum. Sanırım hepimizde bir olgunluk vardı ve birbirimize karşı saygılı davranıyorduk. Hiç kavga veya ciddi bir tartışma olmamıştır.
Tekrar belirtmek isterim ki benim ODTÜ’ye gelmemden önce, rektör Kemal Kurdaş’ın liderliği ve gayretleriyle gölün çevresi tamamen ağaçlandırılmış. Bizim piknikler sırasında bu ağaçlar çok gençti. Bugün Eymir Gölü’nü ziyaret ettiğinizde büyük bir çam ormanı görüyorsunuz. Bunu Kurdaş’ın ve binlerce ODTÜ öğrencisinin gayretine borçluyuz.
ODTÜ Arkadaşlarımla Akdeniz Gezisi
1973 baharında, dördüncü yılımızın sonunda, Elektrik Mühendisliği’nden dördümüz, Murat Kayı, Semih Bilgen, Ufuk Çağlayan ve ben bir haftalığına Akdeniz kıyılarında bir geziye çıktık. Murat ve Semih’in Kimya Mühendisliği Bölümü’nden kız arkadaşları vardı ve her ikisinin ismi de Füsun’du. Bize katılmanın yanı sıra, Füsun’lar iki kız arkadaşını daha getirdiler. Böylece yolculuğa dört erkek ve dört kız olarak çıktık. Yolculuk sırasında bize başka bir çift daha katıldı, bu yüzden grubumuzda 5 erkek ve 5 kız olmak üzere on kişi olduk. Enteresandır ki hepimiz 22-23 yaş civarındaydık.
Önce Ankara’dan İzmir’e otobüsle gittik. İzmir’de güzel bir yerde yemek yedikten sonra, İstanbul’dan gelmekte olan Akdeniz isimli yolcu gemisine bindik.
Bu benim Akdeniz gemisiyle ile yaptığım ikinci seyahatimdi. İlki 1969’da Kadıköy Koleji’nden mezun olduğumda, Kadıköy Koleji’nden arkadaşlarla yaptığım geziydi. Akdeniz gemisi, Türk Deniz Yolları için Almanya’da bir tersanede inşa edilmiş ve 1955 yılında hizmete başlamış. Dolayısıyla Akdeniz gemisi daha genç sayılacak yaşdaydı. Ayrıca, daha önceden tanıdığım bir gemiye geri dönmek beni hem heyecanlandırdı hem de inanılmaz bir rahatlık hissettim. Daha sonraki yıllarda, 1996’da bu Akdeniz gemisini İstanbul Teknik Üniversitesi için “üniversite gemisi”ne çevirmişler. Sonra da müze gemisi yapılmış. Maalesef 2015’te, 60 yıllık hizmetten sonra hurdaya çıkarılmış!
İki kişilik bir kabin bileti almıştık, gerisi güverte biletleriydi. Eşyalarımızı ve değerli şeyleri kabinde bırakıp, hepimiz geceleri güvertede uyuyorduk. Biraz şarap içtikten sonra uykuya dalmak nispeten kolaydı. Yandaki resimde siyah gözlüklü olan benim. Genel olarak, güvertede, açık havada, açık denizde bu uyku deneyiminden son derece keyif aldığımızı hatırlıyorum.
Gemi akşamları yol alıyor, gündüzleri ise limanlarda duruyordu. İlk liman durağımız, Efes, Didim, Milet ve Pamukkale gibi önemli tarihi yerlere yakın bir tatil beldesi olan Kuşadası’ydı. Kuşadası o zamanlar yolcu gemileri için ideal limanlardan biri haline gelmişti. Ancak bu gezi sırasında fazla zamanımız olmadığı için Kuşadası’nın dışına çıkıp bu tarihi yerleri ziyaret etme fırsatımız olmadı.
Sonraki uğradığımız iki liman, Bodrum ve Marmaris’ti. Bodrum’da hep beraber meşhur Bodrum kalesini ve müzesini gezdik. Marmaris’de sahilde yüzerek vakit geçirdik. Ayrıca sahilde yiyecek ve içecek bir şeyler yedik. Ayrıca gece güvertede yemek için gemiye bazı yiyecek ve içecekler getirdik. Ertesi gün uğradığımız liman, M.Ö. 4. yy’da dağa oyulmuş çok sayıda kaya mezarıyla ünlü Fethiye oldu. Ancak bu kasabada çok kısa bir süre kaldık ve pek fazla birşey yapamadık.
Daha sonra Akdeniz gemisi bizi Antalya şehrine ve ardından Alanya’ya götürdü. Antalya’da önce Düden Şelalelerini ziyaret ettik. Aşağı Düden Şelalesi Akdeniz’e dökülüyor. Burası Antalya’da görülecek en güzel yerlerden biri.
Antalya’da öğleden sonra yüzmek için Lara plajına da gittik ve plajda yüzerek epey eğlendik. Lara Plajı, Antalya’ya en yakın ve en popüler plajlardan biridir. Plaj çok temiz ve deniz suyu da çok berraktır.
Akdeniz sularının daha yüksek bir tuzluluğu vardır, bu da bir yandan yüzmeyi çok daha kolaylaştırır, ancak buna alışkın değilseniz gözlerinizi yakabilir. Yüksek tuzluluğun nedeni Akdeniz’in ana okyanuslara kapalı olması ve ayrıca nehirlerden gelen yağmur ve tatlı suların fazla miktarda buharlaşmasıdır.
Alanya o zamanlar çok küçük bir kasabaydı. Biz tavsiye üzerine ünlü Damlataş Mağarası’nı görmeye gittik. Bu şahane mağaranın içini dolaştık. Damlataş Mağarası 15 bin yılda oluşmuş sarkıt ve dikitlerle doluydu, yerler çok kaygan ve havası çok nemli ve serindi.
Bir sonraki limanımız, Türkiye’nin o zamanlar Akdeniz kıyılarındaki önemli bir liman olan Mersin oldu. Kısıtlı zamanımızda, Mersin sahilinden yaklaşık 1000 metre açıkta olan, Kız Kalesi olarak adlandırılan küçük bir adayı ziyaret etmeyi seçtik. Ada geçmişte korsanlar tarafından kullanılmış ve kale muhtemelen 11-12. yüzyıldaki ilk Haçlı Seferleri’nden sonra Bizanslılar tarafından yapılmıştır. Ermeniler ayrıca 13. yüzyılda kaleyi restore edip yeni binalar inşa etmişler. Kız Kalesi turunu yaptık ve toplu fotoğraf çektik.
Akdeniz gemisi ile son gece yolculuğunu Mersin’den Hatay ilinin liman kenti olan İskenderun’a giderken yaptık. Oldukça yorgunduk, bitkindik ve haftanın sonuna gelmiştik. Vapurun oturma holünde çekilen fotoğraf bu yolculuktan sonra ne kadar yorulduğumuzu gösteriyor.
Ertesi sabah İskenderun’a vardık. Hatay, Türkiye’nin en güneydeki, Suriye sınırında olan ili. O zamanlar Suriye ile olan ilişkiler normaldi ve sınırda barışçıl bir ortam vardı. İskenderun M.Ö. 333 yılında Büyük İskender tarafından kurulmuş ve İskenderiye adını almış, tarihte çok önemli ve kritik bir liman kenti olmuş. Dolayısıyla çok zengin bir tarihi geçmişe sahip. Aynı zamanda mükemmel plajları, stratejik önemi olan limanı ve sanayi merkezleri vardı.
Akdeniz gemisine İskenderun limanında veda ettikten sonra İskenderun şehrinde biraz zaman geçirebildik. Ancak hem yorgunluk hem de parasızlıktan o akşam Adana’ya otobüsle hareket ettik. Adana’da hemen Ankara otobüsüne bindik ve Konya üstünden ertesi sabah Ankara’ya vardık.
Bu Akdeniz gezisinin benim için üç enteresan yönü vardır. Birincisi ODTÜ’den mezuniyetimi kutlamak istiyordum. Dört yıl önce nasıl Kadıköy Koleji’nden mezun olduktan sonra böyle bir gezi yapmışsam, ODTÜ’den sonra da bu şekilde kendime bir tatil hediyesi vermiş oluyordum. İkincisi Türkiye’nin Akdeniz sahillerinde görmek istediğim ve merak ettiğim bir çok tarihi ve tabi güzellikler vardı ve böyle bir gezi bana bu fırsatı verdi. Üçüncüsü, belki en önemlisi, Türkiye’den ayrılıp, lisansüstü eğitim için yurt dışına gideceğimi biliyordum ve Türkiye’ye tekrar ne zaman dönebileceğimi ise bilmiyordum. Dolayısıyla bu Akdeniz turu benim için belki Türkiye’ye veda turu gibi oldu ve bu konuyu arkadaşlarla tur sırasında konuştuğumu hatırlıyorum.
Mezuniyet Balosu
Mezuniyet töreni yapıp yapmama konusu üniversite yönetiminin yetkisindeydi. Fakat biz mezun olan öğrenciler olarak kendimiz için şenlik düzenleyebiliyorduk. Biz de Elektrik Mühendisliği mezunları olarak 25 Haziran akşamı Ankara Çankaya Bulvar Palas’ta mezuniyet balosu düzenledik. Mezuniyet Balosu’nu organize eden belirli sınıf arkadaşlarının kim olduğunu hatırlamıyorum. Ama iyi yemek, bol bol içki içmek ve canlı müzik eşliğinde dans etme fırsatımız oldu.
Bu Mezuniyet Balosu’nda Meral Yalçın ile beraberdim. Bunu bir beraber çıkma teklifi olarak adlandırır mıyız emin değilim, ama birlikte gitmeyi önermiştim ve balo sırasında birlikteydik. Bütün final sınavları bittiği için çok rahatlamıştım ve eğlenmeye hazırdım.
Bu resimlerde de görebileceğiniz gibi, alkol oranı %45 civarında olan rakı içiyordum. Buz ve suyla karıştırıldığı için süt gibi görünüyor. Aslında, rakıya bu yüzden aslan sütü de denir.
Okul sırasında derslerimi çalışmaya çok odaklıydım. Ama bu balo sırasında, tamamen eğlenerek bu dört yılın acısını çıkarmaya çalışıyordum. Özellikle dans pistinde, kızlı ve erkekli bir daire oluşturup birbirimizin ellerini tutarak ve adımlarımıza dikkat ederek halay çekiyoruz!
Dört dönem Sistem Bilimleri hocamız olan ve mezuniyetimiz sırasında Elektrik Mühendisliği Bölüm Başkanı olan Profesör Özay Hüseyin ile de karşılıklı göbek atmışız. İlginçtir ki, ben o zamanlar çok formdayken hocamızın kocaman bir göbeği vardı!
Bu balo sırasında bol bol sohbet edildiğini hatırlıyorum. Balodan sonra hepimiz ayrılıp kendi yollarımıza gidecektik. Birbirimizi tekrar ne zaman bir daha görme imkanı olacaktı? İşin gerçeği, bir çok arkadaşı en son bu baloda gördüm!
Mezuniyet
Daha önce de belirttiğim gibi, maalesef mezuniyet törenimiz olmadı. Üniversite yönetimi tüm öğrenci etkinliklerini sıkı bir şekilde kontrol etmesine rağmen, mezuniyet töreninin öğrenci protestolarını tetikleyebileceğinden korkuyordu. Bu nedenle mezuniyet törenimiz olmadı. Bu çok talihsiz bir durumdu. Ancak mezuniyet cübbelerini giyip onlarla bir gün geçirmemize izin verildi. Bu da bize bu mezuniyet cübbeleri ile fotoğraf çekme fırsatı verdi. Bu nedenle, 25 Haziran’da onlarla hem kişisel hem de grup fotoğrafları çektik.
Bir enteresan şey bu resimlerin renkli olmasıydı. Benim ODTÜ’de çekilen diğer resimlerim hep siyah-beyazdı. Mezuniyet resimlerimizin renkli çekilecek olması, ortama bir şenlik havası kattı. Elektrik Mühendisliği Bölümü’nün önünde üzerimizde cübblerimizle sıralanarak resim çektirmemiz çok değerli bir anı olmuştur. Ayrıca sadece erkek arkadaşlarla ve erkekli kızlı gruplar olarak çeşitli resimler çektirdik.
Bu resimler için ne kadar ücret ödediğimi hatırlamıyorum. Fakat herhalde epey pahalıydı, çünkü o zamanlar renkli resim, fiyatının yüksek olması nedeniyle çok özel durumlarda çekilirdi.
Birçok sınıf arkadaşımız, mezuniyet töreni olmadığı için Türkiye’nin değişik yerlerine, kendi şehirlerine, dönmüşlerdi. Yalnız Ankara’da oturanlar veya Ankara’da işi olanlar kalmıştı. Bu nedenle, resimlerde maalesef bir çok arkadaş görünmüyor.
Babam, benim mezuniyet törenim dolayısıyla İstanbul’dan atlayıp Ankara’ya geldi. Ankara’da emeklilikle ilgili bazı işleri de vardı. Onunla beraber önce Emel teyze ve Hakkı eniştemi ziyaret için Hasanoğlan’a gittik, resimler çektik. Şakir eniştem de bizimle beraber Hasanoğlan’a gelmişti. Babam ve iki eniştemin, Hakkı ve Şakir eniştemin bir arada olması çok güzel bir tesadüf olmuştu. Daha sonra, Emel teyzemin kızı, kuzenim Pınar Arıkan babamla beraber ODTÜ’ye geldiler. Üzerimde mezuniyet cübbesi ile onlarla resim çektirdim. Pınar ile ben aşağı yukarı aynı yaştayız ve aramız o yıllarda çok iyiydi. Hem babamın hem de Pınar’ın ODTÜ’ye gelip, mezuniyetimin bir parçası olması beni çok memnun etmişti.
ODTÜ’den Arkadaşlar
Ben ODTÜ’de okurken pek çok arkadaş edindim. Fakat 1973’de mezun olduktan hemen sonra Türkiye’den ayrıldım. Ayrıca, bilgisayar bilimlerini seçtiğim için Elektrik Mühendisliği sınıf arkadaşlarından bir derece kopmuş oldum. Bugüne kadar bazılarıyla bağlantımı devam ettirdim. Diğer arkadaşlarla arada bir görüşme olanaklarım oldu. Son yıllarda, 45. mezuniyet yıldönümü için bir araya geldiğimizde de birçok arkadaşlarla temas etme fırsatını buldum. Ayrıca sosyal medyayı kullanarak, WhatsApp aracılığıyla ODTÜ arkadaşlarımla bağlantımı sürdürüyorum. Arada bir Zoom görüşmelerimiz de oluyor.
Burada ODTÜ’den olan bazı arkadaşlarımı ilk isim sırasıyla veriyorum ve ne yaptıklarını, bildiğim kadarıyla, belirtmek istiyorum. Arkadaşlarımın birçoğundan daha önceki bölümlerde bahsettiğim için burada tekrarlamadım. Ayrıca bu listede eksikler var, çünkü herkesin hikayesini bilmiyorum veya detaylara girmek mümkün değil.
- Ali Özenci – Ali, ELBA Bilgisayar ve IBM de çalıştı, Peoplise şirketini kurdu ve çok başarılı bir iş hayatı olduğunu öğrendim.
- Ali Vardar – Ali, 20 yıldan fazla süre IBM Türk’de yazılım üzerine çalıştı. Ondan sonra bilgisayar ve özellikle yazılım üzerine danışmanlık yapmaya başladı, halen de devam ediyor.
- Artuna Aysun – Artuna, mezuniyetten sonra, Elektrik ve Elektronik Mühendisliği üzerine master yaptı, kendi şirketini kurdu ve çok başarılı bir iş adamı olmuş.
- Asuman Doğaç – Asuman, bizim mezuniyetimizden sonra ODTÜ’de Bilgisayar Bilimleri üstüne master ve doktora dereceleri aldı, Kaliforniya’da UCLA üniversitesinde doktora-üstü çalışmalar yaptı, Türkiye’ye dönüp ODTÜ’de profesör olarak çalışmaya başladı. 36 yıl bu görevde bulundu. Bu arada, ODTÜ’nün Teknokenti’nde bir yazılım ve araştırma şirketi, SRDC (Social Research and Demonstration Corporation) kurdu ve çok başarılı oldu. SRDC’nin genel müdürü olarak çalışmaya devam ediyor. Ben her Ankara’ya gidişimde Asuman’la görüşme fırsatım olmuştur. Bir keresinde beni ODTÜ’de bir sunum vermeye davet etmişti.
- Behçet Sarıkaya – Behçet, herhalde bağlantımın devamlı olduğu en yakın arkadaşımdır. Behçet, biz mezun olduktan sonra, ODTÜ’de kalıp Bilgisayar Bilimleri üzerine master yaptı. Ben Jeelee ile evlenip Kanada’ya yerleştikten sonra, o da Nursen ile evlendi ve bizi takiben Kanada’ya geldi. Montreal’de McGill Üniversitesinde doktora yaptı. Sonra Montreal’deki Concordia Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Daha sonra Türkiye’ye döndü ve Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde bilgisayar bilimleri konusunda ders veriyordu. 1992’de Jeelee ve ben Tokyo, Japonya’ya taşınınca, Behçet de eşi Nursen, yeni doğan oğlu Deniz ve kızı Didem ile beraber Japonya’ya geldiler ve Aizu Üniversitesinde ders vermeye başladı ve bu yedi yıl sürdü. Bu arada biz Amerika’ya gelmiş ve Dallas’a yerleşmiştik. Behçet ve ailesi bizi takiben Dallas’a geldiler ve Behçet Alcatel’in Dallas ofisinde çalışmaya başladı. Çalışmaları uluslararası IP standartlaşmalarına odaklanmıştı. Alcatel mali sıkıntılar dolayısıyla işten çıkarmalar yapınca, Behçet Kanada’nın kuzeyinde, St George’da bir Üniversite’de iş buldu ve ailece oraya taşındılar. Fakat ertesi yıl Behçet tekrar Dallas’da Huawei’de iş buldu ve aile Dallas’a döndü. Yakın yıllarda Behçet Huawei’den emekli oldu.
- Bülent Koyunpınar – Mezun olduktan sonra Bülent ile bağlantım kesildi. Fakat 45. mezuniyet yıldönümünde tekrar buluştuk ve sosyal medya ile görüşebiliyoruz.
- Cengiz Dede – Bizden bir yıl sonra mezun oldu, bir süre değişik elektrik şirketlerinde çalıştıktan sonra 1980’de savunma sanayine yönelik yazılım, donanım ve danışmanlık yapan ONUR şirketini kurdu ve 40 yılda bu şirketi başarılı bir şekilde büyüttü.
- Dinçer Çağın – Mezuniyetten sonra Dinçer’le bağlantımız koptu, fakat 45. Mezuniyet yıldönümünde tekrar karşılaştık. Bana Kıbrıs’da bir asansör şirketi olduğunu ve şirketin başında çalıştığını söylemişti.
- Erol Sezer – Erol, bizim mezuniyetimizden sonra ODTÜ’de elektrik ve elektronik mühendisliği üzerine master ve doktora yaptı. Daha sonra Kaliforniya’da Santa Clara’da UCSC üniversitesinde ve daha sonra Suudi Arabistan’da Dhahran şehrindeki üniversitede öğretim görevlisi olarak çalıştı. Sonra Türkiye’ye dönüp ODTÜ ve Bilkent Üniversiteleri’nde Doçent ve Profesör olarak görev yapmış. Son yıllarda Bahçeşehir Üniversitesi ve daha sonra Yaşar Üniversitesi’nde Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölüm Dekanı olarak çalışıyor.
- Güven Özbilgin – Güven, ODTÜ’de elektronik mühendisliği üzerine master yaptıktan sonra Manchester Üniversitesi’nde doktora yaptı ve Türkiye’ye dönüp uzun süre Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak ders verdi ve son yıllarda Samsun’da Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde profesör olarak çalışıyor
- Hayrettin Köymen – Hayrettin, önce telekomünikasyon dalında ODTÜ’de master, sonra Birmingham Üniversitesi’nde sualtı akustikler konusunda doktora yaptı. Türkiye’ye dönüp ODTü’nün yeni açtığı Mersin kampusünde Deniz Bilimleri Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Sonra Bilkent Üniversitesi’ne geçti ve orada profesör olarak çalışmaya devam ediyor
- İsmet Erkmen – bizim mezuniyetimizden sonra İsmet, ODTÜ’de elektrik ve elektronik mühendisliği üzerine hem master hem de doktora yaptı. ODTÜ’de öğretim görevlisi olarak başladı, profesör oldu, bölüm başkanlığı yaptı. ODTÜ’de araştırma ve ders vermeye devam ediyor
- Kadri Vural – Kadri, Caltech (California İnstitute of Technology) de master ve doktora yaptı. Rockwell şirketinde ve daha sonra Teledyne şirketinde çalıştı. Son yıllarda NASA’ya danışmanlık yaptı ve yeni kurulan genç bir şirketin bir yöneticisi olarak çalışıyor. Kadri ile sık sık görüşme fırsatımız olmuştur.
- Mehmet Şahinoğlu – Mehmet, ODTÜ’den mezun olduktan sonra İngiltere’de Manchester Üniversitesi’nde master ve Texas A&M Üniversitesi’nde doktora yaptı. Case Western Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydi. Sonra Alabama’da Troy Üniversitesi’nde ve daha sonra Auburn Üniversitesi’nde profesör olarak çalışıyordu. Beni birkaç yıl önce telefonla arayıp uzun uzun konuştuk ve bana kitap yazma konusunda birçok tavsiyelerde bulundu.
- Mehmet Türken – Mezuniyetten sonra Mehmet Türken ile olan bağlantım kesildi, ancak 45. mezuniyet yıldönümünde tekrar buluştuk, Ankara’da evini ziyaret ettik, eşi Nurhayat ile tanıştık. Elektronik malzemeleri ve aletleriyle ilgili çok başarılı bir şirket, MEMS (Microelectromechanical Systems) kurmuş ve uluslararası imalat ve ticaretiyle uğraşıyor.
- Mehmet Zeydanlı – Mehmet Zeydanlı, ODTÜ’nün son yılında elektrik enerjisi konusunu seçmişti. Mezuniyetten sonra Ankara’da birçok elektrik şirketlerinde çalışmış. 45. mezuniyet yıldönümünde tekrar buluştuk
- Melek Diker Yücel – Bizden sonra Melek, ODTÜ’de Elektrik ve Elektronik Mühendisliği üzerine master ve doktora yaptı ve öğretim görevlisi olarak ODTÜ’de çalışmaya başladı ve yakın zamanda emekli oldu.
- Meral Yalçın Özsoyoğlu – Meral, bizim mezuniyetimizden sonra ODTü’de Bilgisayar Bilimleri üzerine master yaptı, sonra Kanada’da Alberta Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimleri üzerine doktora yaptı. ODTÜ’den Gültekin Özsoyoğlu ile evlendi. Sonra Case Western Reserve üniversitesi’nde profesör olarak çalışmaya başladı ve 40 yıldan fazladır aynı görevde çalışmaya devam ediyor.
- Reşit Ünal – Reşit, mezuniyetten sonra Missouri Üniversitesi’nden Elektrik Mühendisliği üzerine master ve doktora yaptı. Bir süre bağlantımız kesildi, fakat son yıllarda tekrar sosyal medya aracılığıyla ilişki kurduk. Şimdi Virginia’da Old Dominion Üniversitesi’nde profesör olarak çalışıyor.
- Semih Bilgen – Semih, mezuniyetten sonra Rensselaer Polytechnic Üniversitesi’nde master ve Kanada’nın Manitoba Üniversitesi’nde doktora yaptı. ODTÜ’de uzun yıllar profesör olarak çalıştı. Yeditepe Üniversitesi ve Okan Üniversitesi’nde Bölüm başkanı ve dekan olarak görev yaptı.
- Serpil Ayaslı – Serpil, mezuniyetten sonra, ODTÜ’de Fizik üzerine master ve astrofizik üzerine doktora yaptı. Sonra Massachusetts Institute of Technology (MIT)’de post-doc çalışmalarında bulundu. Yalçın Ayaslı ile evlendi. Beraber Ayaslı Grubunu kurdular. MIT’in Lincoln laboratuvarında uzun süre grup lideri olarak çalıştı, radar mühendisliği üzerine ödüller aldı.
- Tevfik Çalış – Tevfik, mezuniyetten sonra ODTÜ’de Bilgisayar Bilimleri üzerine master yaptı, uzun yıllar IBM’de çalıştı. Daha sonra İstanbul’da birçok bilgisayar firmalarında görev yaptı. Emekliye ayrılıp North Carolina’nın Charlotte şehrine yerleşti. Sosyal medya aracılığıyla görüşüyoruz.
- Ufuk Çağlayan – Ufuk, bizim mezuniyetimizden sonra ODTÜ’de Bilgisayar Bilimleri üzerine Master yaptı, sonra Northwestern Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği ve Bilgisayar Bilimleri üstüne doktora yaptı. Bir süre Almanya’da bilgisayar bilimleri alanında araştırmacı olarak çalıştıktan sonra İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi’nde profesör olarak çalışmaya başladı ve 25+ yıl bu görevde kaldı. Ben ve eşim Jeelee Ufuk’u Boğaziçi Üniversitesi’nde birkaç defa ziyaret ettik. Ufuk daha sonra İzmir’e taşındı ve Yaşar Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimleri Bölümünün hem başkanı hem de profesör olarak ders veriyor. Ufuk bazı sağlık sıkıntıları atlattı, fakat üniversitedeki görevine devam ediyor.
- Ufuk Güçlü – Ufuk, benim Kadıköy Koleji’nden arkadaşımdır. ODTÜ’de Makina Mühendisliğinde okuyordu fakat yurtta aynı odadaydık. Mezuniyetten sonra Ford Otosan’da çalışmaya başladı ve Genel Müdür Baş Yardımcılığına kadar yükseldi. Daha sonra Gemi Yapım Sanayii ve Deniz Taşımacılığı firmasında Genel Müdür oldu. Halen teknik konularda danışmanlık yapıyor.
- Zekai Kutan – Zekai, benim Kadıköy Koleji’nden arkadaşımdır. ODTÜ’de Makina Mühendisliğinde okurken üç yıl yurtta aynı odada kaldık. Makina Mühendisliğinde lisanstan sonra master yapmış. Tümosan firmasında traktör sektöründe çalışmaya başlamış. Daha sonra sırasıyla Hema Traktör, John Deere, Hattat Tarım, Şahsuvaroğlu ve Hasel firmalarında mühendis, yönetici, Yönetim Kurulu Üyesi ve Danışman olarak görev yapmış. Son yıllarda elektrikli traktörler konusunda uzman ve danışman olarak uğraşıyor. Zekai ile hem yüz yüze hem de video konferanslar aracılığıyla arkadaşlığımız devam ediyor.
Mezuniyet Sonrası ODTÜ’yü Ziyaretler
1973 yılında ODTÜ’den mezun olduktan sonra, ODTÜ kampüsünü birkaç defa ziyaret ettim. Birincisi, 1975 yılının yazında, kısa süreli askerlik görevine başlamadan önce, birkaç arkadaşla buluşmak için kampüse uğradım. Buluştuğum arkadaşlar, Behçet Sarıkaya, Meral Yalçın, Asuman Doğaç ve Masood Tariq Bilgisayar Bilimleri üzerine master yapıyorlardı. Okulda ufak tefek değişiklikler vardı, örneğin yeni bir bilgisayar IBM 370/145 sistemi gelmişti. Bilgisayar Bilimleri Bölümü kurulmuş, hem lisans hem de lisans üstü programları vardı. Benim görüştüğüm arkadaşlar bu bölümde master yapıyorlardı. Ayrıca Masood ile beraber onun evine gidip uzunca konuştuğumuzu, durumlarımızı değerlendirdiğimizi hatırlıyorum. Bu konuya daha ilerde tekrar değineceğim.
ODTÜ’yü ikinci ziyaretim 30 yıl sonra, 2003 yılının Aralık ayında Asuman Doğaç’ın daveti üzerine, ODTÜ’de bir sunum vermek için oldu. Eşim Jeelee ve kızım Melisa da benle beraber Ankara’ya gelmişlerdi ve üçümüz de ODTÜ’yü ziyarete gittik. O zamanlar Asuman Bilgisayar Mühendisliği Bölümünde profesördü ve aynı zamanda SRDC Ar-Ge kuruluşunun başındaydı. Daha sonra SRDC kuruluşu ODTÜ’nün Teknopolisi’nin bir parçası olarak SRDC Ltd yazılım, araştırma ve danışma şirketi olmuş.
Benim ODTÜ’de verdiğim sunum mobil teknolojinin geleceği hakkındaydı. Bir yıl önce ayrıldığım British Telecom (BT)’deki CTO (Chief Technology Officer) rolünde edindiğim ve gördüğüm teknolojik gelişmeleri kapsıyordu. Daha sonra Asuman beni o zamanki Rektör Prof. Dr. Ural Akbulut ile tanıştırdı ve ayrıca yeni kurulan Teknopolisi gezdik. Oranın müdürüyle Amerika’dan nasıl sermaye yatırımları (venture capital) getirilebilir konusunu konuştuk. Ben o dönemde Amerika’daki bir çok sermaye yatırımı şirketlerine danışmanlık yapıyordum.
Aynı günün akşamı, ODTÜ fakülte klubünde Waterloo Üniversitesi’nden olan arkadaşlarla bir akşam yemeği yedik. Yıllardan sonra bu arkadaşlarla tekrar bir araya gelmek çok hoş oldu. Özellikle bu benim Mustafa Akgül’le son görüşmem oldu. Waterloo Üniversitesi’nde master ve doktora yaparken Mustafa ve eşi Nurcan ile çok iyi ve yakın arkadaştık. Mustafa bana klasik müzik sevgisini aşılayan arkadaştır. Mustafa 2000’li yıllarda Bilkent Üniversitesi’nde profesördü. Türkiye’de İnternet’in gelişmesi için çok çaba harcamış ve Türk İnternet’in babası olarak büyük katkılarda bulunmuş. Birkaç yıl sonra maalesef Mustafa’yı genç yaşta kaybettik. Bunun haberini duyunca çok üzülmüştüm.
ODTÜ’ye üçüncü ve son ziyaretimi 2018 yılının Eylül ayında, bizim 45. mezuniyet yıldönümümüz için yaptım. Jeelee ile beraber Ankara’ya geldik ve 15 Eylül de kampüste yapılan törene katıldık. Bu törenden dolayı mezuniyet cübbesi giydim, birçok sınıf arkadaşlarımla uzun zamandan sonra ilk defa karşılaştık, birbirimizi tanımakta güçlük çektik. Jeelee bizlerin bol bol resimlerini çekti. Ben bir ara dans eden folklor grubuna girip onlarla beraber dans da ettim.
Daha sonra ODTÜ’nün otobüsleriyle Anıtkabir’e ziyarete gidildi. Belki 20 otobüs dolusu ODTÜ mezunu ve rektör de dahil olmak üzere birçok öğretim görevlisi, hep beraber Anıtkabir’de önce Arslanlı Yol’da yürüdük. 260 m uzunluğunda bir yol ve 24 arslan heykeli, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen 24 Oğuz boyunu temsil ediyor. Daha önceki bölümde de bahsettiğim gibi atalarım da Bozoklar’ın Bayat boyundan geldiği için bu yoldan yürürken, Orta Asya’dan gelen atalarımı da düşünüyordum.
Daha sonra Anıtkabir’in meşhur merdivenlerini çıktık ve Atatürk’ün önünden saygıyla geçtik. Jeelee ve ben ayrıca Anıtkabir’in içinde Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’ni gezdik. Çok sayıda resim çekildi. Ankara’nın güneşli bir havasında, yüzlerce ODTÜ mezunu ile beraber, mezuniyet cübbeleri ile Anıtkabir’i bu şekilde ziyaretimiz benim için çok heyecan ve gurur verici bir olaydı. Her ne kadar daha önce Anıtkabir’i ziyaret etmişsem de, bu ODTÜ mezunlarıyla olan ziyaret bambaşka duygular, izlenimler bıraktı bende.
Anıtkabir’den döndükten sonra, kafeteryada öğle yemeği yedik. Öğleden sonraki program ODTÜ’nün Kültür ve Kongre Merkezi salonunda bazı eğlenceler ve onları takiben madalya takma törenleri oldu. Önce 50. yıldönümünü kutlayanlara madalya takıldı. 50. yılını kutlayan pek fazla mezun olmadığını fark ettik. Daha sonra 45. yılı kutlayanlara sıra geldi ve biz tek tek çağrıldık. Rektör Mustafa Kök bize madalyaları taktı, elimizi sıktı ve onunla beraber resimler çekildi.
Bu törenlerden sonra bazı sınıf arkadaşlarımla önce bir yerde bira içmeye gittik. Daha sonra çok güzel bir lokantada beraber akşam yemeği yedik. Ertesi sabah ODTÜ’nün fakülte kulübünde Waterloo Üniversitesinde tanıştığımız ODTÜ’lü arkadaşlarla sabah kahvaltısı yaptık. Daha sonra ODTÜ Elektrik Mühendisliğinden arkadaşım Mehmet Türken’i evinde ziyaret ettik.
Bizden sonra ODTÜ
Bizim 1973’de mezuniyetimizden sonra ODTÜ çok büyüdü, gelişti ve birçok değişikliklerden geçti. Benim bunların hepsini kapsayacak şekilde anlatmam mümkün değil. Bugün ODTü’de 27,000 öğrenci ve 700’den fazla öğretim üyesi var. İngilizce öğretim devam ediyor ve bu öğrencilerin 1,700 kadarı 94 değişik yabancı ülkeden geliyor. Üniversitenin beş fakültesi içinde 41 lisans programı var. Ayrıca, beş Lisansüstü okulda 105 master ve 70 doktora programı var. Bunun sonucunda Türkiye’nin en büyük teknik üniversitesi ve dünyanın 145. en iyi üniversitesi olarak ilan edilmiş.
ODTÜ, Türkiye’nin en zor girilen ve en yüksek giriş sınavı puanı isteyen üniversitesi olmuş. Okula girme şansının 3000 de bir olduğunu duydum. Dolayısıyla ODTÜ’ye girenler Türkiye’nin ve Orta Doğu’nun en parlak, en çalışkan ve en zeki öğrencileri olmalı! ODTÜ’den mezun olan öğrencilerin %40’ı yüksek lisans programlarına devam ediyormuş.
Bizim mezuniyetimizden sonra birçok rektör gelip geçmiş. İlk yıllarda birçok rektör kısa süreli görev yapmış. Bunlardan en kötüsü psikoloji profesörü olan Hasan Tan, 1977’de dokuz ay gibi kısa bir süre rektörlük yapmış. Sağcı bir politik partinin adayı olarak önce Mütevelli Heyeti’ne ve daha sonra rektörlüğe getirilmiş. Prof. Tan, ODTÜ rektörü olan fakat profesörlüğü ancak Türkiye içinde geçerli olan tek profesörmüş. Göreve geldikten sonra pek çok öğretim üyelerini ve üniversitede çalışanları işten çıkarmış ve aşırı sağcı olan kendi adamlarını yerleştirerek büyük çatışmalara ve boykotlara yol açmış. Eğitime ara verilmesi gerekmiş ve bir öğrencinin ölümüyle sonuçlanan çatışmalardan sonra Hasan Tan istifa etmek zorunda kalmış. Benim tanıdığım Bilgi İşlem Merkezi’ndeki birkaç arkadaş bu işten atılan veya istifa edenler arasındadır. Hasan Tan ile ilgili diğer bir husus da psikolojinin işkence aracı olarak kullanılmaması gerektiği şeklindeki karara imza atmayan üç profesörden biri olmasıymış. Yani yalnız işkenceyi onaylayan bir insan değil, psikolojinin işkencenin bir aracı olarak kullanılmasından yana da olan biri bu insan. Rektörlüğü bırak, profesör olmaya bile yakışmayan bir insan.
Benim 2003 Aralık ayında yaptığım ziyarette tanıştığım rektör Prof. Dr. Ural Akbulut sekiz yıl görev yapmış ve ODTÜ’ye birçok katkıları olmuş. Bunlardan belki en önemlisi Teknopolis Teknokenti’nin geliştirilmesi ve Ar-Ge yönündeki girişimleri desteklemesi. Ayrıca ODTÜ mezunu mimar ve mühendislerden faydalanarak birçok yurt binaları yaptırıp ‘yurt sorununu’ çözdüğünü duymuştum. Ne kadar doğru bilmiyorum.
En son rektör, Prof. Dr. Mustafa Verşan Kök’ün petrol mühendisliği alanında çok başarılı bir kariyeri var. Birçok uluslararası ödüller almış, birçok sorumlu akademik ve Ar-Ge görevlerde bulunmuş ve 2015’de ODTÜ’de önce Bölüm Başkanı, sonra Mühendislik Fakültesi Dekanı ve 2016’da ODTÜ Rektörü seçilmiş. 2018 Eylül’ünde bizim 45. Mezuniyet Yıldönümü için ODTÜ’yü ziyaret ettiğimiz gün, Prof. Dr. Kök ile tanıştık ve mezuniyet madalyamı o taktı. Daha önce belirttiğim gibi 1973’de mezun olduğumuzda hiç bir tören yapılmamıştı. Bize, resim çektirmek için mezuniyet cübbelerini vermişlerdi ve diplomalarımızı bölümün ofisinde almıştık. 45 yıl sonra üniversitenin rektörü tarafından cübbelerimizle beraber bize madalya verilmesi çok anlamlı oldu.