Neden Kadıköy Koleji
Bahariye İlkokulu’nda okuduğum son yılımda ortaokul ve lise için seçeneklerimi araştırıyordum. 1962’de üç çeşit seçeneğim vardı. Beş yıllık ilkokulu bitiren her öğrenci kendi mahallesindeki devlet ortaokuluna kabul ediliyordu. Yanlış hatırlamıyorsam Kızıltoprak Ortaokulu benim seçimim için en yakında bulunan okuldu. İkinci seçenek özel okullar idi ve çevremizde bunlardan birkaçı vardı. Bazıları İngilizce, Fransızca, Almanca veya İtalyanca gibi yabancı bir dilde eğitim veriyordu. Bazıları sadece yatılıydı, bazıları sadece erkek öğrenciler içindi, ancak hepsi için bireysel bir giriş sınavı mevcuttu ve önemli bir hazırlık gerektiriyordu. Üçüncü seçenek devlet tarafından finanse edilen ancak özel okul gibi faaliyet gösteren çok sınırlı bir dizi okuldu. Bu okulların da bireysel giriş sınavları vardı ve özel okullar gibi öğrenim ücreti talep ediyordu.
Babam ve ben bu okul seçeneklerini uzun uzadıya araştırdık. O zamanlar İstanbul’da oturduğumuz yere çok yakın olan iki okula, Saint-Joseph Fransız Lisesi ve İngilizce tedrisat yapan Kadıköy Koleji’nin giriş sınavlarına girmeme karar verdik. Saint-Joseph, 1870 yılında kurulmuş, Katolik Fransız rahipler tarafından yönetilen, yalnızca erkeklere yönelik, Fransızca eğitim veren özel bir yatılı okul idi. Sağlam, yüksek duvarlarla çevrili bir kampüsleri vardı. 1960’lı yıllar Türkiye’sinde yönetici pozisyonunda bulunan birçok Saint-Joseph mezununu toplum içinde görürdünüz.
Kadıköy Koleji ise çok yeniydi, sadece 7 yıllık geçmişi vardı ve o yıl, 1962’de ilk mezunlarını vermesi bekleniyordu. Amerikan kolej müfredatını takip eden, neredeyse tüm eğitimin İngilizce olduğu, sadece erkek çocuklar için olan bir yatılı eğitim kurumu idi. Öğrenim ücreti öncelikle yatılı eğitim maliyetini karşılamak içindi.
Haziran 1962’de her iki giriş sınavına da girdim. Kesin sayıları hatırlamıyorum, ancak her iki sınava da binlerce, belki de birkaç binden fazla kişi girdi. O yıl Saint-Joseph’in 80, Kadıköy Koleji’nin ise 75 yeni öğrenci kabul ettiğini hatırlıyorum.
Temmuz ayında her iki okula da kabul edildiğimi öğrendim. Aslında Kadıköy Koleji’nde ilk 10’un içindeydim. Sonra zorluk hangi okula gideceğimi seçmekti. Saint-Joseph daha saygın ve girilmesi daha zor olan bir okuldu. Ancak, sorun aynı zamanda İngilizce ve Fransızca eğitim arasında doğru seçimi yapabilmek olarak görünüyordu. Gelecekte benim için hangi lisan daha uygun olurdu? Akrabalarımın arasında Fransızca bilen birçok kimse vardı ama İngilizce bilenler azdı.
Babam ve ben her iki okulu da ziyaret ettik ve seçenekleri kapsamlı bir şekilde tartıştık. Babam 20. yüzyılın Amerikan yüzyılı olarak gördüğünü ve İngilizcenin dünya çapında baskın bir dil olacağı, bilim ve mühendislik dili olarak da kabul edileceği görüşündeydi. Bu yüzden benim İngilizceyi, dolayısıyla Saint-Joseph lisesinden ziyade Kadıköy Koleji’ni seçmemi tavsiye ediyordu.
Bu seçim benim için hayatımın bu erken döneminde en önemli ve kritik seçimiydi. Bu yüzden, doğru tercihi yapmama yardım eden babama çok teşekkür borçluyum. Bundan sonra babam kendi kararlarımı vermem için bana daha fazla özgürlük tanıdı. Ama bu okul seçimi için aldığımız kararda çok etkili olmuştur. O zaman karar tamamen bana bırakılsaydı, muhtemelen Saint-Joseph’i ve dolayısıyla Fransız eğitimini seçebilirdim ve bu belki de yanlış bir karar olurdu.
Kadıköy Koleji’ne kayıt
Kadıköy Koleji’ne başlamak için o kadar hevesliydim ki, daha kayıtların başladığı ilk gün babam beni sabah saat 9.00’da kayıt yaptırmaya götürdü. O yıl, yaklaşık 75 öğrenci aldılar. Okul, ilk yılı İngilizce hazırlık yılı, ardından 3 yılı ortaokul ve 3 yılı lise olmak üzere 7 yıllık bir müfredata sahipti.
Okul 7 yıldır faaliyetteydi ve ilk mezunlarını o yılın yazında verdi. Yani bize yine 1 numaradan başlayarak okul kimlik numaraları veriliyordu. Ben 2 numaralı okul kimliğini aldım ve bu numara sonraki 7 yıl boyunca benimle kaldı. 1 numaralı kimliğini alan Fahri Nemlioğlu adında bir çocuktu. Fahri ve ben yedi yıl boyunca yatakhanede, kahvaltı/yemek masalarında, beden derslerinde vs. hep yan yanaydık, iyi arkadaşlık ettik.
Kadıköy Koleji Tarihi
Okulun tarihi hakkında biraz bilgi vereyim. Bizim okula başladığımız yıl kullanılan okul binası bir süre önce büyük bir manastır olarak faaliyet gösteriyordu. 1. Dünya Savaşı sırasında evsiz çocuklar için okul olarak kullanılmış. Ancak savaşın sonunda işgalci Fransız kuvvetleri binayı Katolik Karmelit rahibelerine devretmişler.
Milli Eğitim Bakanlığı, Robert Koleje benzer, ortaokul ve liseyi içeren ve öğretimin çoğunlukla İngilizce olduğu bir Kolej kurmak istemiş. Önce Moda’da bugünkü Moda Kız Lisesi’nin bulunduğu bölgeyi seçmişler. Ancak bakanlık, gelecekte genişlemesi mümkün olduğu için daha büyük bir alana ihtiyaçları olduğunu düşünmüşler.
Bunun üzerine Moda’daki bu manastırı ve arkasındaki araziyi satın almaya karar vermişler. Ancak manastırın rahibeleriyle iletişim ve müzakereler uzun zaman almış. Rahibeler satmaya pek hevesli değilmişler ve aynı zamanda dış dünyayla etkileşime girmek istemiyorlarmış. Sonunda, daha yüksek bir fiyatla ikna olmuşlar.
Orijinal bina Milli Eğitim Bakanlığı tarafından restore edilmiş. Bazı ek barakalar ve geçici binalar yapmışlar. Okul ilk kez 1955 yılında öğretime açılmış. İlk mezunlar benim okula başladığım 1962 yılındaydı.
Okul Yapısı
Kadıköy Koleji bir yıl İngilizce hazırlık yılı, ardından üç yıl ortaokul ve üç yıl lise olan, sadece erkeklere yönelik yatılı okuldu. İlk 10 yıl için tüm okulun kapasitesi 400 öğrenci olarak belirlenmiş.
İngilizce hazırlık sınıfında 25 kişilik üç sınıfa ayrıldık. Sınıftaki sıraları, her sırayı iki öğrencinin paylaştığı ve sınıflarımızın küçük odalarını çok net hatırlıyorum.
İlk yıl yatakhane eski ana binanın ikinci katındaydı. Bize iki katlı ranzalar verilmişti ve numaralandırma düzeninden dolayı Fahri üstte ve ben alttaki ranzada uyuyordum. Yatılı okulda öğrettikleri ilk şeylerden biri, neden ve nasıl yatağınızı yapmanız gerektiğidir. Ben de bunu gayet iyi öğrenmiştim!
Sonraki yıllarda yatakhaneler ayrı bir barakaya taşındı. Kışın kömür sobalarla ısınıyorduk. İstanbul’un kışları pek soğuk olmasa da havanın nemli olmasından dolayı üşüyorduk. Üstümüze örtmek için battaniyeler vardı ama kış sabahları erken kalktığımızda havanın oldukça soğuk olduğunu ve battaniyelere rağmen bazen üşüdüğümü hatırlıyorum.
Teoman Tuncer bizim ile ilgili müdür yardımcısıydı ve aynı zamanda beden eğitimi öğretmenimizdi. Kampüste yaşıyordu. Bu nedenle, günün her saatinde bizim başımızdaydı, herşeyi kontrol ediyordu. Her sabah derse gitmeden önce yatakhaneleri ve yataklarımızı yapıp yapmadığımızı denetleyen oydu.
Okul müdürümüz, aynı zamanda matematik/geometri ve astronomi öğretmeni olan Vehbi Güney idi. Çok bilim ve fen odaklı bir bakış açısına sahip idi. Bize amacının mezun olan öğrencilerinin çoğunun ülkedeki teknik üniversitelere girmesini sağlamak olduğunu söylerdi.
Normalde okullarda yanlış bir şey yaparsanız öğretmen sizi müdürün odasına gönderebilir. Bizim Kadıköy Koleji’nde böyle bir uygulama yoktu. Sınıf arkadaşlarımdan hiçbirinin Vehbi Güney’in ofisine gönderildiğini hatırlamıyorum. Ancak, iyi niyet ve amaçlarla onu ofisinde birkaç kez ziyaret etmiştim. Bir keresinde okul gazetesi için röportaj yapmak üzere onu görmeye gittim (bu konuya daha sonra değineceğim). Bir keresinde de, astronomi öğretmenim olduğundan bu konudaki sorularım için odasına gitmiştim. Ancak, kendisiyle veya okul yönetimiyle arası açık olan ve müdürü hiç sevmeyen bir kaç sınıf arkadaşım da vardı.
Yatılı okul hayatı
Okul programı, sabah 6.00’da yataktan kalkmak, yıkanmak ve saat 7.00’de sabah etüdüne gitmek ile başlardı. Bizi saat 6.00’da uyandırıp kalkmaya zorladıklarını gayet iyi hatırlıyorum. Birçoğumuz uyandırılmaya karşı çıkıp, direnirdik. Fakat bu zamanlama bizde bir disiplin yarattı.
Sabahki bir saatlik etüt zamanı o günkü derslere hazırlanmak bakımından çok önemli ve yararlıydı. 8.00’de hepimiz koşarak kafeteryaya kahvaltıya giderdik. Sabah kahvaltısının ardından saat 9.00’daki birinci dersten önce biraz serbest zamanımız olurdu. Dersler 16.05 civarında tamamlanır, ardından 17.00’de ilk çalışma oturumuna kadar tekrar biraz boş zamanımız olurdu. Bu çalışma zamanı akşam yemeği için kafeteryaya gittiğimiz saat 19.00’a kadar sürerdi. Yemekten sonra 20.00’de, bir saatlik son etüt zamanı başlardı, ardından 21.00 de yatakhanelere gider ve uyku için hazırlık yapardık. Saat 22.00’de ışıkları kapatırlardı.
Okul, Marmara Denizi kıyısındaydı ve Kalamış körfezi, Fenerbahçe yarımadası ve uzaktan Adalar’a bakıyordu. Bahçenin denize bakan kısmı çok yüksek çam ağaçlarıyla kaplıydı. Çalışmalardan mola verdiğimizde bu ağaçların altında geçirdiğimiz zamanları çok iyi hatırlıyorum. Bu çamların altında saatlerce ders çalışarak, konuşarak, istirahat edip, gülerek ve oyun oynayarak çok zaman geçirdik.
İlginç bir zaman, hepimizin evden okula döndüğü Pazar gününün akşamlarıydı. Akşam yemeğinden önce ve sonra serbest zamanımız vardı ve sınıf arkadaşlarıyla konuşma, dertleşme ve kaynaşma fırsatımız olurdu.
Okul binalarında sigara ve alkol kullanımına izin verilmezdi. Ben yatılı okuldayken de, bütün hayatım boyunca da hiç sigara içmedim. Ancak bahçelerin uzak köşelerinde, barakaların veya tuvaletlerin arkasında sigara içmeye çalışan sınıf arkadaşlarımız oldu ve bazen yakalandılar. Sigaranın cezası neydi hatırlamıyorum ama sigara içenleri en çok Teoman Tuncer, müdür yardımcımız ya da diğer müdür yardımcılarından birinin yakaladığını hatırlıyorum!
Okulun bahçesindeki yüksek çam ağaçlarıyla kaplı bir yola “Hafızlar Yolu” deniyordu. Öğrencilerin kendi başlarına yürüdüklerini, derslerini ezberlediklerini ve bir şeyler mırıldandığını görebilirdiniz. Özellikle tarih ve diğer sosyal bilgiler derslerindeki sınavlara hazırlanırken bu yolu defalarca ben de kullandım. Bir kaç sınıf arkadaşımın bu yolu kullanırken yüksek sesle ezberlediklerini hatırlıyorum.
Yemekhane hayatı da çok ilginç idi. Burada duvara dayalı uzun masalar bulunuyor, her iki yanında dört öğrenci oturuyordu ve masanın başı olan kişi koridor tarafında oturuyordu. Masanın başı her zaman kıdemli bir öğrenciydi. Neredeyse 60 yıllık bu siyah beyaz resim, o sırada yemekhanenin nasıl göründüğünü yansıtıyor. Resmin ortasında duran beyaz saçlı adam, yemek sırasında biz öğrencileri teftiş eden Teoman Tuncer idi. Yemek zili çaldığında hepimiz acıkmış olduğumuzdan dolayı yemekhaneye koşarak gittiğimizi hatırlıyorum.
Kadıköy Koleji’nde yediğimi hatırladığım birkaç favori yemek vardı. Ama içlerinden en iyisi ve en popüler olanı talaş kebabı idi. Bu kebap, kuzu eti ile doldurulmuş, hafif baharatlı, biraz nane kokulu bir puf böreği idi. Eğitim yılı sonunda diploma törenlerinde, mezun olan ve iftihar listesine giren öğrencilere ödüllerinin takdim edildiği Kebap Günleri olurdu. Bu özel günlerde talaş kebabı ana yemekti.
Ancak, çoğu zaman, yemekhanedeki yemekler vasat ve basit yemeklerdi. Bazı arkadaşların nohut ve fasulye gibi yiyeceklerin çok sık servis edildiğinden şikâyet ettiğini hatırlıyorum. Ayrıca çorba, pilav ve makarna yemeklerini de çokça yediğimi hatırlıyorum. Taze sebze yemekleri veya balık yemekleri gayet nadirdi.
Yemeklerde masanın başında oturan kıdemli öğrenci servis yapardı. Yemekhanede ciddi bir münakaşa yahut kavga olduğunu hatırlamıyorum. Yemek zamanları gayet gürültülü olur fakat olaysız geçerdi.
Türkiye bir Akdeniz ülkesi olmasına rağmen, bizim okulda yediklerimiz bir Akdeniz mutfağı ürünü değildi. Ancak bol su içerdik. Okulda soda veya kahve makinesi yoktu. Kahvaltıda çay içerdik fakat başka bir zaman çay bulunmazdı.
Pazartesi sabahları özeldi. Haftaya başlamak için basketbol sahalarının olduğu alanda toplanıp İstiklal Marşı’nı söylüyorduk. Orada bir bayrak direği yoktu, bu yüzden son sınıftan birinin Türk bayrağını tutması gerekiyordu. İstiklal Marşı’nı müzik hocamız Hikmet Günsel yönetirdi. Müdürümüz Vehbi Güney de bazı duyurular yapardı. Bu, tüm okul öğrencileri ve öğretmenlerinin bir araya geldiği haftanın tek uygun zamanıydı.
Kadıköy Koleji’nde Nisan 1965’de yayınlanmaya başlayan ECHO / YANKI adında bir aylık okul gazetemiz vardı. Kısmen İngilizce kısmen Türkçe bir gazeteydi. Bu gazetenin bazı kopyalarını bugüne kadar sakladım ama okuldan mezun olduktan sonra bu gazete yayınlarının ne kadar sürdüğünü bilmiyorum.
Birçok okul arkadaşlarım, bu ECHO/YANKI için haber topluyor, mülakatlar yapıyor, makaleler ve görüşler yazıyorlardı. Ben de 1965’ten başlayarak, önce asistan haber editörü olarak bu yayının kadrosuna katıldım. Başlangıçta ortaokul son sınıfta öğrenciydim ve ortaokul ile ilgili haberlere katkı veriyordum.
Echo/Yankı dört sayfalık bir gazeteydi. Birinci sayfa çoğunlukla haberlere, ikinci sayfada görüşlere, üçüncü sayfa sanat, müzik, tiyatro, edebiyata ve son sayfa da spora ayrılmıştı. Ben bu gazete kadrosunda çalışırken birçok haber, mülakat ve makaleye katkıda bulundum. Özellikle müdürümüz Vehbi Güney’i odasında ziyaret edip yaptığımız mülakatı hatırlıyorum.
Bu gazetenin sloganlarından birinin Ziya Gökalp’in “20. yüzyılın en önemli kurumu gazetedir” sözü olduğunu hatırlıyorum. Bu görüşün 21. Yüzyılda teknolojik gelişmeleri yansıtırsak, medyanın en önemli kurum olduğunu söyleyebiliriz.
Bu resim, ECHO/YANKI gazetesinde çalışan benim de içinde bulunduğum dört arkadaşı gösteriyor. Bu benim hayatımdaki son gazetecilik faaliyetim idi. Kadıköy Koleji’nden sonra gazetecilikle uğraşma fırsatım bir daha olmadı.
Okulun küçük bir kütüphanesi vardı. Diğer yarısının fizik/kimya laboratuvarı olduğu saçtan yapılmış bir barakaydı. Sınırlı kaynaklarla, kütüphanenin yeni kitaplar alması önemli bir şeydi. Kütüphaneyi sık sık kullanan biriydim, zaman zaman kitap ödünç alırdım. Kimya laboratuvarında bir patlama veya yangın olursa, kütüphanedeki tüm kitapların da yok olması, o zamanın tehlikelerinden biriydi. Kütüphaneye yeni kitaplar geldiğini öğretmenlerimizden duyunca, hemen gider ne gibi yeni kitaplar olduğunu araştırırdım.
Okulda birkaç sosyal kulüp vardı. ECHO / YANKI gazetesi dışında bu kulüplerin çoğunda aktif değildim. Sanat kulübümüz, münazara ekibimiz, izci grubumuz, folklor dans ekibimiz ve bilim fuarı ekibimiz vardı. Bilim Fuarı ekibi kimya öğretmenimiz Roy Wood tarafından koordine edilirdi ve ben bu ekibe bir veya iki kez katıldığımı hatırlıyorum.
Bizimki gibi çoğu okulda yıllıklar olurdu. Ancak yıllığı çıkarmak çok büyük bir çaba ve masraf gerektiriyordu. Kadıköy Koleji’nde kaldığım yedi yıl içinde sadece bir yıllık yayınlanabildi. Yıllığın adı 67-68’di ama 1967 sonbahar döneminde hazırlanmıştı ve 1966’da çekilen sınıf fotoğraflarını içeriyordu.
Her öğrencinin yıllık için ne kadar para ödediğini hatırlamıyorum. Ancak bu çabanın büyük bir mali kayıp olduğunu ve sonraki yıllarda kimsenin bunun gibi bir çabayı üstlenmek istemediğini hatırlıyorum.
O zamanki spor tesislerine gelince, okulun büyük bir futbol sahası vardı. Burası futbolun yanı sıra atletizm ve beden eğitimi/jimnastik dersleri için de kullanılıyordu. Ancak alan çim değildi, bu yüzden yağmurlu günlerde çamurlu olurdu. Ayrıca yeni binanın inşaatına başlandığında, bu alanı inşaat aletleri ve diğer malzemeleri depolamak için kullandılar. Daha sonraki yıllarda okula yeni binalar yaptıkları için bu alanın tümüyle ortadan kalktığını öğrendim.
Ayrıca beton zeminli iyi bir basketbol sahası da vardı. Oyunlar ve bazı beden eğitimi derslerinin yanı sıra bu alan haftalık törenler ve buluşmalar için kullanılıyordu. Bu alanın bugün hala var olduğunu sanıyorum. Bir de voleybol sahası vardı ve Kadıköy Koleji’ndeki yıllarımda biraz voleybol oynadığımı hatırlıyorum.
Okulun çevresinde, fakat duvarların iç tarafında yürüyüş/koşu yolu vardı. Beden derslerinde koşma ve teneffüslerde rahat yürüyüş için kullanıldığını hatırlıyorum.
Müdür yardımcımız ve Beden Eğitimi öğretmenimiz Teoman Tuncer güreşle de uğraşıyordu ve bir güreş takımımız vardı. Hatta sınıf arkadaşımız olan onun oğlu Gültekin Tuncer bu güreş takımındaydı.
Amerikan Barış Gücü / Peace Corp Gönüllüleri
İngilizce öğretmenlerimizin tamamı olmasa da çoğu American Peace Corp gönüllüleriydi. Bazıları karı kocaydı. Çoğunlukla gençtiler. Sınıf dışında da onlarla arkadaşlık ediyor ve iyi anlaşıyorduk. Hepsinin çok iyi eğitim almış olmaları, bazılarının hukuk fakültelerini bitirmiş olmaları, ancak Türkiye gibi bir ülkeye gönüllü olarak gelerek Barış Gücü olarak hizmet etmeleri ve genç öğrencilere İngilizce öğretmesi oldukça ilginç bir durumdu. İdealizmleri, fedakârlıkları ve coşkuları o kadar belirgindi ki, onların hizmet etme sorumluluğu duygusundan bizler de etkilenirdik. Bazı sınıf arkadaşlarım onların CIA ajanı olabileceklerini düşünüyorlardı ama ben buna asla inanmadım.
O yıllar ABD’de J.F. Kennedy’nin yıllarıydı ve çoğu Peace Corp gönüllüleri, benzer iyimserliğe ve idealist dünya görüşlerine sahipti ve Ay’a ulaşmaya çalışan Kennedy’nin politik destekçileriydi. Ama aynı zamanda, Sovyetler Birliği ile Soğuk Savaş’ın ortasındaydık ve Vietnam Savaşı’nın başlangıcıydı. Bu yüzden, Amerikan Barış Gücü gönüllülerin öğretmenlerimiz olması, bizi dünya sorunları, savaş ve barış görüşleri, dünyada olup biten hem iyi ve hem de kötü şeyler hakkında çok bilinçli ve çok düşünceli olmamızı sağladı. Politik açıdan çok liberal oldum ve İngilizce derslerimizde okuduğumuz kitaplar da bu liberal görüşleri destekliyordu.
J.F. Kennedy’nin 22 Kasım 1963’te suikasta uğradığında ortaokul 1. sınıftaydık. Özellikle bu Peace Corp gönüllü öğretmenlerinin etrafımızdaki varlığıyla yaşadığımız şoku ve üzüntüyü hatırlıyorum. O günden sonra J.F. Kennedy’nin hayatını ve geniş görüşlülüğünü anlamak için biraz daha zaman harcadık. Biz lise 2. sınıftayken, 1968 yılının Nisan ve Haziran aylarında Martin Luther King Jr ve Robert Kennedy benzer şekilde suikasta uğradılar. Bunlar bizim gözümüzde ABD’nin imajını zedeledi. İleri bir bölümde bununla ilgili daha detaylı görüşlerimi yazacağım.
Anladığım kadarıyla 1969 yılında biz mezun olduktan sonra okul yönetimi yabancı öğretmen çalıştırma uygulamasını durdurmuş. Onun yerine yabancı ülkelerde eğitim görmüş Türk öğretmenlerini işe almış. Böylece eğitimimiz sırasında Amerikan Barış Gücü öğretmenleri ve diğer yabancı öğretmenlerle deneyim sahibi olan Kadıköy Koleji’ndeki tek öğrenciler biz olduk.
Bu yüzden, hayatımın bu çocukluk döneminde Amerikalı öğretmenlerle bu ilk elden etkileşime sahip olduğum için kendimi çok şanslı görüyorum. Özellikle bana hayata olumlu, iyimser ve umutlu bir bakış açısı kazandırdılar. Sadece verdikleri derslerden değil, davranışlarından, gönüllülüklerinden ve liberal görüşlerinden de faydalandığıma inanıyorum. Kısacası bu Amerikalı gönüllüler benim için çok önemli yollar çizdiler.
İngilizce Hazırlık Yılı
İngilizce hazırlık sınıfı müfredatımız oldukça zengindi. Sadece İngilizce konuşma, yazma değil, aynı zamanda İngiliz ve Amerikan edebiyatı, İngilizce kompozisyonu ve İngilizce gramer dersleri alıyorduk. Bu farklı dersler için farklı İngilizce öğretmenlerimiz vardı.
55 yıl önce, bugünlerde çoğu dil eğitim okulunda olduğu gibi bireysel masalar ve kulaklıklar vb. içeren lisan laboratuvarlarımız yoktu. Ancak, nispeten küçük, 25 öğrencilik sınıflarımız vardı. Sabah 9’dan öğleden sonra 16.05’e kadar devamlı İngilizce eğitimi görüyorduk. İngilizce dışında Türkçe, Müzik, Resim ve Beden Eğitimi derslerimiz de vardı, fakat bütün gücümüzü ve dikkatimizi İngilizce derslerine veriyorduk. Her gün yaklaşık 4 saatlik çalışma süresini de katarsak, Hazırlık yılı boyunca yaklaşık 2000 saat İngilizce lisan eğitimi aldık. Belki en önemlisi, bizi İngilizce eğitimine hazırlamaya adamış mükemmel öğretmenlerimiz vardı. Öğretmenlerimizin arasında Mrs. Dent, Mrs. Sculley, Mrs. Joan Gilliland Eröncel, Mr. İkbal ve Nuri Altınseven isimlerini hatırlıyorum. Nuriye Kırpınar Türkçe, Hikmet Günsel Müzik, Hidayet bey Resim ve Orhan Kızıltan Beden Eğitimi öğretmenimizdi.
Hazırlık yılında İngilizce kitaplarımızın bazıları o zamanlar Amerika’da İngilizce öğretiminde kullanılan kitaplar idi. 1950’lerde basılan “Through The Green Gate” bugün klasik bir kitap olmuş. Diğer bir kitap, “Science Through The Years” da aynı şekilde 1950 ve 1960 ’larda Amerika’da İngilizce eğitimi için kullanılmış. Benden sonra, kardeşim Engin bu kitaplara sahip çıkıp kendi İngilizce eğitiminde kullanmış.
Sonraki yıllarda benzer İngilizce eğitimlerine devam ettik ama bu hazırlık sınıfındaki yoğun dil eğitimi bizi yepyeni bir dünyaya hazırladı. Örneğin BBC radyosunu dinlemeye başladım, kitapçılardan İngilizce kitaplar alıp okudum, kütüphanelerde İngilizce dergiler aradım. Bazılarımız öğretmenlerimizin yardımıyla dünyanın farklı yerlerindeki mektup arkadaşlarıyla iletişim kurmaya başladık. Biri Fransa’da, biri İsveç’te ve biri de Amerika’da üç mektup arkadaşım vardı.
Okuduğumuz, bugüne kadar da sakladığım birkaç İngiliz ve Amerikan edebiyatı kitaplarım var. Bu kitaplar beni birçok yönden etkilemiştir. Kadıköy Koleji’nde hazırlık sınıfından başlayıp ilerleyen yıllarda da devam eden okuduğum kitaplardan bazıları şöyle:
– Herman Melville’in “Moby Dick”i, önce sadeleştirilmiş halini, ardından orijinal halini okudum. Kaptan Ahab’ın beni büyülediğini söyleyebilirim,
– Charles Kingsley’nin “The Water Babies” i, çok basit öyküler fakat İngilizceyi yeni öğrenenler için faydalı,
– Nathaniel Hawthorne’un “The House of the Seven Gables”, bir mezarlığın üzerine inşa edilmiş bir konağın klasik kitabı, biraz korkutucu bir hikâye,
– George Orwell’in “Animal Farm” ve “1984”; hicivle ilk tanışmam, hayvanlar, özellikle domuzlar 1917 deki Rus devrimi hakkında hiciv yapar. Orwell’in 1944’te yazdığı “1984” kitabı 40 yıl sonrası için bir hiciv ve bu kitabın bugün bile ne kadar geçerli olduğunu görüyorum,
– Aldous Huxley’nin 1929 dünya bunalımından sonra yazdığı bir İngiliz bilim kurgu olan “Brave New World”, bir “dünya devleti” içindeki yaşam hakkında,
– Ernest Hemingway’in “Old Man and the Sea” ve “The Sun also Rises”, Hemingway’in benzersiz hikaye anlatım tarzı çok canlandırıcı ve büyüleyici,
– Oliver Goldsmith’in “She Stoops to Conquer”, klasik bir İngiliz komedisi,
– Arthur Miller’ın “The Death of a Salesman”, bir Amerikan oyunuyla ilk deneyimim, o dönemde Amerika’da yaşayan insanların hayatlarına oldukça ilginç bir bakış,
– Edgar Allan Poe’nun “Murder in the Rue Morgue”, dedektiflerin, gizemin ve gerilimin kısa öyküsü, 18. yüzyıl Fransız yaşamıyla dolu,
– Charles Dickens’ın “A Tale of Two Cities”, Fransız Devrimi sırasında Londra ve Paris hakkında çok eğitici bir klasik tarihi roman,
– Harper Lee’nin “To Kill a Mockingbird”, bana hukukun üstünlüğünü takdir etmemi ve aynı zamanda hayatımızdaki ayrımcılıkları anlamamı sağlayan mükemmel bir roman.
Ayrıca İngiliz edebiyatı derslerimizde Amerikalı O. Henry, John Steinbeck, Isaac Asimov ve William Faulkner gibi birçok yazarlardan kısa hikâyeler okuduk. İngiliz edebiyatı en sevdiğim derslerden biri değildi ama yavaş yavaş ben bu kitapları takdir etmeye başladım. “Moby Dick” ve “Old Man and the Sea” gibi birkaç kitabı defalarca okudum ve çok sevdim. Ayrıca sınıf dışında “Treasure Island” (Robert Louis Stevenson), “Catcher in the Rye” (JD Salinger), “Lord of the Flies” (William Golding) gibi birkaç kitap okudum o yıllarda. Ayrıca “Madame Bovary” (Gustave Flaubert), “The Count of Monte Cristo” (Alexandre Dumas) , “The Hunchback of Notre Dame” (Victor Hugo), “Twenty Thousand Leagues Under the Sea” (Jules Verne), “War and Peace” (Leo Tolstoy) and “Crime and Punishment” (Fyodor Dostoyevsky) gibi Fransızca ve Rusça romanların çeşitli İngilizce çevirilerini de okuduğumu hatırlıyorum. Ayrıca, Daniel Defoe’dan “Robinson Crusoe” ve Mark Twain’den “Huckleberry Finn’in Maceraları” gibi klasik kitaplar için birkaç İngilizce çizgi roman satın alıp okuduğumu da anımsıyorum.
Gayet iyi tanıdığım bir Amerikan Barış Gönüllüsü öğretmenim Doug Hollman’dı. Duke Üniversitesi mezunuydu ve ardından Kolombiya Üniversitesi’nden hukuk diploması almıştı. Eşi de Duke Üniversitesi mezunuydu ve ikisi de evlendikten sonra Barış Gücü’ne katılıp İstanbul’a gelmişler ve Kadıköy Koleji’nde bize öğretmenlik yapmışlardı. Kadıköy Koleji’nden mezun olduktan sonra, üniversite yıllarım boyunca Doug Hollman ile iletişimimi sürdürdüm. O sırada New York’ta yaşıyordu ve New York şehrinin hemen dışındaki bir ilçede başsavcı yardımcısı olarak önemli bir işi vardı. 1973’te ona Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’ne geleceğimi ve New York City üzerinden uçacağımı söylemek için yazdım ve Toronto’ya giden otobüse binmek için JF Kennedy havaalanından otobüs terminaline nasıl gidileceğini sordum. Memnuniyetle beni JF Kennedy havaalanında karşılayabileceğini, o gece onlarda kalıp ertesi gün beni Toronto için otobüse koyabileceğini yazdı. Paris’ten New York’a uçuşumuz ertelendi ve JF Kennedy’e varışımız 2 saat gecikmeli oldu. Beni beklememiş olabileceğinden korkuyordum. Ama JF Kennedy havaalanında gümrükten çıktıktan sonra onu ve eşini görmek beni çok mutlu etti. Beni, iskeleye bağlı olan ve kendisinin inşa ettiği güzel teknelerine götürdüler ve dolayısıyla ben Amerika’daki ilk gecemi Doug Hollman’ın New York’ta bir iskeleye bağlı olan teknesinde geçirdim!
Ertesi gün, 31 Ağustos 1973’te beni New York Metropolitan Müzesi’ne (MET) götürdü, orayı gezdik ve MET’in dışında sosisli sandviç ile (hot dog) bir öğle yemeği yedik. Öğleden sonra beni Merkez Otobüs Terminali’ne götürdü ve ben de Toronto, Kanada’ya giden otobüse bindim. Beni havaalanında karşılamasını, bir gece misafir etmesini ve tüm ertesi gününü benimle geçirmesini çok takdir etmiştim. Bende New York ve Amerika hakkındaki ilk izlenimlerin çok iyi olmasını sağladı. Bu yüzden Doug Hollman’a minnettarım.
Ortaokul Yılları
Kadıköy Koleji Ortaokulu’ndaki ilk yılımda çok başarılı bir öğrenci değildim. Derslerimde testlerden geçmeyi başardım ve yılı geçer notlarla bitirdim ama o kadar da olağanüstü değildim. Sınıflarımızda çok parlak ve zeki öğrenciler vardı. Onlara yetişmek için daha çok çalışmam gerekiyordu.
Kadıköy Koleji’nin giriş sınavı yüzde 100 öğrencilerin bilgi ve yeteneğine dayalı idi. Bazı öğrenciler zengin ailelerden, bazıları da çok mütevazı ailelerden geliyorlardı. Ben oldukça mütevazı imkânlara sahip bir aileden gelenlerdendim. 1965’te ortaokulun son yılına kadar yatılı öğrenci olmak zorunluydu. 1965’ten sonra günlük öğrencilere izin verdiler, yani yatılı zorunluluğu kalktı. O zamana kadar ailem yatılı okul ücretini 2000 TL civarında ödüyordu ve bu da bütçeleri için önemli bir tutardı.
Ortaokul hayatımın ilk yıllarında ailem İstanbul’un Avrupa yakasında Galata semtinde oturuyordu. Cumartesi öğleden sonraları, dersler bittikten sonra vapura binip Karaköy’e ve oradan yürüyerek, genellikle karanlıkta eve gitmek zorunda kalıyordum. Pazar öğleden sonraları okula dönmek için aynı vapura binip Kadıköy’e, Anadolu yakasına dönüyordum. Bu hafta sonu vapur yolculukları benim için önemli bir olaydı. Bu yolculuklar çok keyiflidir, fakat Cumartesi öğleden sonra, tek başına seyahat eden 13 veya 14 yaşındaki bir çocuk için biraz yorucuydu. Bu yolculuklar sırasında, özellikle Pazar öğleden sonraları, kitaplarımı açtığımı ve bir sonraki haftanın çalışmalarını incelediğimi hatırlıyorum.
Sabah ve akşamları yapılan çalışma zamanlarını “belletici” adı verilen genç eğitmenler yönetiyorlardı. Bunlar, sabah zamanında kalkmamızdan, etüt saatlerinde ders çalışmamızdan ve düzenli bir şekilde kafeteryaya gitmemizden sorumlu kişilerdi. Ama bazen ders çalışmamızda da bize yardımcı oluyorlardı. Çoğunluğu, okulumuzdaki görevleri karşılığında ücretsiz konaklama ve yemek alan üniversite öğrencisiydi. Yatılı okul yıllarımda üç özel belleticiyi hatırlıyorum, Mustafa Kurşun, İsmail Ofluoğlu ve Ural Keskiner. Her üçü de üniversite öğrencisiydiler.
Ortaokul yıllarında Matematik ve Fen derslerini severdim ama Türk ve İngiliz edebiyatı, Tarih, Coğrafya ve Yurttaşlık Bilgilerinde de iyiydim. Bu derslerden en yüksek notları aldım. Fen yani Science dersinde Ortaokuldaki üç yıl boyunca ‘Science – Discovery and Progress’ adlı bir kitabı takip ettik. Bu kitap fen konularında o kadar zengin ve rahat anlaşılan bir kitaptı ki bende fen bilimlerine doğru olan merak ve sevgimin başlangıcı olmuştur. Enteresan tarafı kitabın 19 bölümü de ‘How has man learned to …..’ ile başlar ve fennin değişik alanlarını kapsar ve gayet pratik örneklerle konuyu anlatır.
İlginç bir şekilde, herhangi bir çalgı aleti çalmıyor olmama ve sesimin o kadar iyi olmamasına rağmen müzik derslerinden de en iyi notlar aldığımı hatırlıyorum. Sanırım müziğin pratiğinden ziyade teorisinde başarılı oldum.
Kadıköy Koleji yıllarımızdaki din eğitimi olarak sadece ortaokulun birinci ve ikinci sınıfında dersler aldık. Başka bir din eğitimi görmedik.
Ortaokula biraz vasat notlarla başlamama rağmen ikinci yılda kendimi toparladım ve Kadıköy Koleji Ortaokulu’nu en iyi notlarla bitirdim. Son iki yıldaki not ortalamam 100 üzerinden 90’dı ve resimde görülen ortaokul diplomam, ortaokul bitirme notunu “ Pekiyi” olarak vurguluyor, yani 100 üzerinden 85-90’a karşılık geliyordu.
Günlük öğrencilere izin verdikleri yıl, Kadıköy Koleji’ne kız öğrenciler de almaya başladılar. Kız öğrencilerin çoğu hazırlık sınıfından başlıyordu. Ancak diğer okullardan transfer olarak diğer sınıflara da bazı kız öğrenciler geldi. Ancak Kadıköy Koleji’ndeki yıllarım boyunca benim sınıfımda hiç kız öğrenci olmadı.
Ortaokuldaki son yılımda ECHO / YANKI okul gazetesinin kadrosuna girdim. Gazete o zamanlar yeni başlıyordu. Benim rolüm, ortaokuldan ilginç haberleri bulup onlar hakkında yazmaktı. Sanırım ortaokuldan ECHO / YANKI kadrosunda tek ben vardım.
Ortaokul yıllarından enteresan bir diğer husus da bazı öğrencilere/sınıf arkadaşlarına takma isimler verilmesi idi. Takma adların çoğunun pek bir mantığı yoktu ve bazıları aynı adı taşıyan iki veya üç öğrenciyi ayırt etmek için kullanılıyordu. Ahmet ve Hasan isminde birden fazla arkadaşımız vardı. Bana da ‘At Mehmet’ lakabını takmışlardı. Bu takma adı nasıl aldığımdan pek emin değilim, ancak inek ve at unvanları, zamanlarının çoğunu çalışarak veya bir inek veya at gibi başlarını eğip ot yiyerek geçirenlere verilirdi. Tabii ki at inekten daha asil bir hayvan olduğu için inek değil, at Mehmet olmam benim için biraz teselli oluyordu!
Lise Yılları
Lise yıllarım çok farklıydı. İlk önce her gün okula gidip geliyordum, yatılı yaşam bitmişti. Bugünkü öğrencilerin olduğu gibi okul servis sistemimiz yoktu. Selamiçeşme semtinde oturuyorduk, bu yüzden belediye otobüsüne binmem ve otobüsten sonra okula bir 20 dakikalık yürüyüş yapmam gerektiriyordu. Yağmurlu veya soğuk günlerde, bu özellikle zordu. Otobüsden indikten sonra okula gitmek için Yoğurtçu Parkı veya Hasırcı Başı yollarında yürüyordum.
Her gün okula gidip gelmenin yanı sıra, bu bana evde çalışma ve ailemle çok daha fazla zaman geçirme şansı verdi. Ancak evde ders çalışmak kolay değildi. Çok fazla aktivite ve gürültü vardı. Bu yüzden, gece herkes uyurken ya da sabahın çok erken saatlerinde, herkes uyanmadan ders çalıştığımı hatırlıyorum.
Lisenin birinci yılında bütün öğrenciler beraberdik. Fakat Lise ikiden itibaren fen ve edebiyat olmak üzere iki gruba ayrıldık. Fen bölümünde fen derslerine daha ağırlık veriliyordu. Edebiyat bölümünde de edebiyat ve sosyal bilimler dersleri ağırlıklıydı. Ben Fen bölümünü seçtim.
Okulda matematik, fizik ve kimya gibi bazı derslere çok daha fazla ilgi duyuyordum. Benim matematiğe, mantığa, yapıya, düzene ve matematiksel yapıların temel yönlerine büyük ilgim vardı. Cebirde çok iyiydim ve geometriyi de seviyordum. Kadıköy Koleji’ndeki cebir kitaplarımı hala saklıyorum. Bazı öğrenciler matematikte zorlanırlar. Benim için matematik çok doğaldı ve anlaşılması kolaydı. Birkaç iyi matematik öğretmenim oldu ama en iyi matematik öğretmenlerim Nevber Sönmez ve Necmiye Arkun idi.
Fulbright bursuyla Amerika’da eğitim gören Necmiye Arkun, “Toto” takma adıyla biliniyordu. O günlerde “Spor Toto” da kullanılan 0, 1 ve 2 gibi notlar vermekle tanınıyordu. Fakat benim ondan aldığım notlar hep 10 üzerinden 8, 9 ya da 10’du. Geçenlerde Necmiye hanımın 40 yıl önce Kadıköy Koleji’nde öğrencisi olan Turkcell CEO’su Süreyya Ciliv ile görüşmesiyle ilgili bir yazı okumuştum.
Nevber Sönmez Lise son sınıfta Matematik öğretmenimizdi. Uzun yıllar öğretmenlik tecrübesi olan, yumuşak konuşan, çok yardımsever bir bayandı. Bana hayatını öğretmenliğe adayan Mediha teyzemi hatırlatırdı, hiç evlenmemişti. Mart 2011’de 90+ yaşında vefat ettiğini öğrendim.
Daha sonraki yıllarda, Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’nde Matematik Fakültesi’ndeydim ve matematik dalının farklı alanlarından profesörlerle iletişim halindeydim. Kadıköy Koleji matematik öğretmenlerimiz Necmiye Arkun ve Nevber Sönmez’den aldığım erken matematik derslerini sevgiyle hatırladım. Kızım Melisa’nın da Matematik bölümünden mezun olmasından da gurur duyuyorum. Bu konuya daha sonraki bölümlerde de değineceğim.
Fizik derslerini de anlamak benim için kolaydı. Fiziksel ilkelerin ve yasaların soyut kavramlarıyla çok rahattım. Fizik, doğanın ve kurguların nasıl çalıştığını veya çalışması gerektiğini açıklamanın bir yoluydu. Hatırladığım en iyi fizik öğretmenim Halil Soysal idi. Kadıköy Koleji’nin iyi bir fizik laboratuvarı yoktu. Fizikle ilgili çalışmalarımızın çoğu sınıftaydı ve oldukça soyuttu. Laboratuvar ortamında daha pratik deneyler yapmak isterdim. Elektrik ve nükleer fizik ile ilgili her şeyi ve Einstein’ın tüm çalışmalarını özellikle merak ediyordum.
Kimya dersi de ilginçtir. Etrafımızda bulunan maddeleri parçalara ayırabilir veya tersine bir araya getirebilir, ya da yepyeni malzemeler yaratabilirsiniz. Bir baraka şeklinde, içinde bazı laboratuvar cihazları ve diğer içeriklerle, oldukça küçük bir kimya laboratuvarımız vardı. 1965 yılında aramızdan ayrılan eski hocamız Cemal Yeşilada tarafından kurulduğu için bu laboratuvarın adı ‘Cemal Yeşilada Kimya Laboratuvarı’ idi. İmkânlar oldukça kısıtlı olsa da biz öğrenciler ve öğretmenlerimiz büyük bir heves ve öğrenme azmi ile kimya deneyleri yapıyorduk. O günlerde kimyasal element periyodik tablosunu ezberlediğimi hatırlıyorum. Bugünlerde o tablonun sergilendiğini her gördüğümde Kadıköy Koleji’ndeki küçük kimya laboratuvarımız aklıma geliyor. Nedense benim en çok organik kimya ilgimi çekmişti.
Üç kimya öğretmenimiz oldu, David Webb, Roy Rood ve Vedat Azmi. Sanırım bana kimya konusundaki sevgiyi veren, Lise 1 deki kimya öğretmenimiz David Webb oldu. Hatıra defterime, yaptığım kimyasal açıklamaların onu şaşırttığını ve belki bir gün Einstein’ın yanlışını bulacağımı yazmıştı.
Okul yıllarında Roy Rood ile çok fazla fikir alışverişinde olduğumu hatırlamıyorum. Virginia Tech ve Florida Üniversitesi mezunuydu. Bizi kimya ve kimya mühendisliğine girmeye teşvik ediyordu. Son yıllarda, o ve ben Facebook aracılığıyla arkadaş olduk.
Lise son sınıfta epeyce kaynaştığımız Kıbrıslı Türk Vedat Azmi’yi de hatırlıyorum. Vedat Bey kimya tahsili yapmadan önce, üç yıl süreyle Kıbrıs’ta mücahit olarak Rumlar ile savaşmış. Bazı akşamlar Vedat Bey okulda kalıyordu ve serbest saatlerde sohbet ediyorduk. Daha sonra bir Türk kızıyla evlenerek İstanbul’a kalıcı olarak yerleşti.
Biyolojiye gelince, lisede ikinci yılda sadece bir yıllık biyoloji dersi verdiler. Bize bir değil üç yıl biyoloji öğretselerdi daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Biyoloji kitabımız pek güzel, çok zengin bir kitaptı. Maalesef ancak küçük bir kısmını öğrendik. Biyoloji öğretmenimiz Ayten Başara İngiltere’de eğitim görmüştü ve Kadıköy Koleji’ne yeni gelmişti. Kocası da fen bilgisi öğretmeni olan Lütfi Başara’ydı. Ayten hanım bize lisenin son yılında Jeoloji de öğretti. 2014 yılında vefat ettiğini yeni öğrendim.
Okul müdürümüz Vehbi Güney aynı zamanda astronomi öğretmenimizdi ve lise son yılında bize astronomi dersi verdi. Bize öğrettiği kitap mükemmel bir kitaptı. Son 50+ yılda pek çok şey değişmiş olsa da, bu astronomi kitabını hala saklıyorum ve zaman zaman ona atıfta bulunuyorum. Bugün amatör bir astronom olarak astronomi sevgisini ondan nasıl aldığımı ve derslerini ne kadar zevkle izlediğimi çok iyi anımsıyorum.
Okulda teleskop yoktu ve herhangi bir yıldız gözlemi yapmadık. Ancak Vehbi Güney, yatılı öğrencileri gece 2 veya 3’te uyandırıp dışarı çıkıp yıldızlara, takımyıldızlara veya kuyruklu yıldızlara bakmalarını istemesiyle ünlüydü. Bize astronomi öğrettiği yıl gündüzlü öğrenciydim. Böylece gece yarısı uyandırılma zevkini maalesef yaşamadım!
Ancak biz ABD ve SSCB’nin yaptığı uzay araştırmalarını yakından takip ediyorduk. Vehbi Güney’den astronomi derslerini alırken NASA’nın Apollo Ay’a programı sürüyordu. Kadıköy Koleji’nden mezun olduktan hemen sonra 20 Temmuz 1969’da Neil Armstrong ve Buzz Aldrin Ay’a indi.
Son bir kaç yıl Denver Astronomical Society’nin (DAS) yönetim kurulu üyesiyim ve gönüllü olarak Denver çevresinde gençlere astronomi sevgisini aşılamaya çalışıyoruz. Bu program içinde hem teleskopları tanıtmak hem de birkaç gezegenin ve yıldızın gözlemlenmesini sağlamak için Denver çevresindeki liseleri ziyaret ediyoruz ve öğrencilerle astronomi bilgilerini paylaşıyoruz. Bu bana Kadıköy Koleji’ndeki yıllarımı ve o günlerde astronomiye olan ilgimi hatırlatıyor.
Tarih ve coğrafya gibi sosyal bilimlerde de oldukça iyiydim. Günlük hayatımıza olan ilgim, takip ettiğim haberler ve okulda sevdiğim öğretmenler nedeniyle her iki dersi de çok seviyordum ve başarılı oluyordum. Ali Yalkın coğrafya öğretmenlerimizden biriydi. Çok ciddi ve iri yapılı, otoriter havası olan bir insandı. Yavaş bir sesle ama kesin konuşuyordu. Bazı sınıf arkadaşlarımın ondan korktuğunu hatırlıyorum. Daha sonra İstanbul’da Milli Eğitim Bakanlığı Daire Başkanı oldu.
Melek Oktürk de coğrafya öğretmenimiz oldu. Tatlı dilli, nazik bir hanımdı ve ondan çok şey öğrendim. Bize dünya coğrafyasını öğretti. İsveç’in Malmö şehrinin adını enteresan bir şekilde telaffuz ettiği için sınıf arkadaşlarımız arasında takma adının Malmö olduğunu hatırlıyorum. Eşi tanınmış bir eğitimci ve yazar olan Şerif Oktürk’tü ve her ikisi de kariyerlerini öğretmenliğe adamışlardı.
Dünya coğrafyasını öğrenirken çoğu ülkenin başkentlerini ezberlemiştik. Bir harf seçip, o harfle başlayan olabildiğince çok şehri hatırlamak gibi oyunlar oynardık. Daha sonraki hayatımda, çoğunu bu coğrafya öğretmenlerinden öğrendiğim, dünya üzerindeki pek çok ülkeyi ve şehri gezmiş olmam kaderin bir cilvesidir. Buna karşılık bazı siyasi veya sivil liderlerimizin belirli ülkelerin nerede olduğunu veya bir kıta ile bir ülke arasındaki farkı bilmemesi beni gerçekten şaşırtıyor!
Vedia Çapurlar birkaç yıl bizim tarih öğretmenimizdi. Farklı sınıflarda tarihin farklı aşamalarını öğrendik. Anadolu’da Taş Devri’nde Çatalhöyük’teki yerleşimleri ve M.Ö. 3000 zamanlarında Hitit imparatorluğu da dâhil olmak üzere, M.Ö. binlerce yıllar boyunca Anadolu’ya yerleşen tüm uygarlıkları öğrendik. Yunan medeniyetleri, Truva, Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu lisede okuduğumuz tarih konuları arasındaydı.
ABD dâhil çoğu ülkedeki öğrencilere dünya tarihini öğretmek için fazla zaman ayrılmaz. Hâlbuki bizim dünya tarihini, üç büyük dinin kuruluşunu, haçlı seferleri, Roma İmparatorluğu, Fransız Devrimi, Kuzey Amerika’nın keşfi, Çin devriminin Uzun Yürüyüşü, Rusya’da Bolşevik devrimi, 1. ve 2. dünya savaşlarını detaylı olarak öğrendiğimizi hatırlıyorum.
Lisenin son yılında tarih derslerinde 1919’da başlayan Kurtuluş Savaşı, 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmış olduğu reformları detaylarıyla öğrendik. Hepimiz hayatımızı ve her şeyimizi laik, liberal ve batılı bir cumhuriyet kuran Atatürk’e borçluyduk.
Üzüldüğüm şey, liseden kalma tarih ve coğrafya kitaplarının hiçbiri muhafaza edilmedi. Hepsi ciltsiz kitaplar idi ve yıllar içinde hasar gördüler, bir kenara atıldılar veya kayboldular. Tüm bilgiler bugün Google’da mevcut; ancak, o kitapları saklayabilseydim, benim için manevi değeri olurdu.
Spor, müzik ve sanatla pek ilgili değildim. O alanlarda geçici notlar almak için gerekeni yapıyordum. Bir istisna, kompozisyon derslerimizde yazmaya olan ilgimdi. Bu tarihe kadar sakladığım bazı İngilizce ama çoğunlukla Türkçe yazdığım makalelerim var. Nedime Ersan, özellikle kompozisyon ve makalelerim üzerinde önemli etkileri olan Türkçe edebiyat öğretmenlerinden biriydi. Nedime hanım aynı zamanda okul gazetesi ECHO / YANKI üzerinde çalışırken bize danışmanlık yapıyordu.
50+ yıl önce yazdığım ve bugüne kadar sakladığım bu makaleleri okumak bana bu kitap yazma projesini üstlenme cesaretini verdi. Bugün de ilginç ve geçerli olduğunu düşündüğüm yazdığım bazı makalelerin başlıkları:
• Hem sosyal hem de kişisel açıdan anne babanızdan gelen mirasa güvenmek ne kadar faydalıdır?
• Sanat olmasaydı bir milletin damarlarından biri kaybolurdu (Mustafa Kemal Atatürk),
• Edebiyat ve müziğin toplum üzerindeki etkisi ve kalkınmaya katkısı,
• Medeniyetler ve savaşlar arasındaki ilişki,
• Bilginin ve bilgilenmenin toplumun her düzeyindeki insan için önemi,
• Herkes bir şeyin kölesi, bazıları hırsın kölesi ama hepimiz umudun kölesiyiz,
• İstanbul Belediye Başkanı olmak için potansiyel niteliklerim (50 yılı aşkın bir süre önce yazdığım bu makale, 2019’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde yaşanan çatışmalar nedeniyle özellikle ilgi çekicidir).
Nedime Ersan’ın Kadıköy Koleji’nde mezun olmamızdan yaklaşık on yıl sonra, Ağustos 1979’da daha henüz genç bir yaşta vefat ettiğini öğrenmiştim. Kesin ölüm sebebini bilmiyorum ama meme kanserinden olduğunu sanıyorum.
Beden eğitimi öğretmenimiz Teoman Tuncer idi. Aynı zamanda müdür yardımcılarından biriydi ve okul kampüsünde ikamet eden tek müdür yardımcısıydı. O ve eşi, kampüsün kenarında güzel, küçük bir lojmanda oturuyorlardı. Eşini pek hatırlamıyorum. Oğulları Gültekin bizim sınıfımızda öğrenciydi. Teoman Tuncer atletik ve yakışıklı bir adamdı. Okulda içki veya sigara içen çocukları yakalamak ve cezalandırmakla meşhur olmuştu. Aynı zamanda onun okul hemşiresi ile ilişkileri olduğu konusunda söylentiler yayılmıştı. Bu söylentilerin ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Ancak, o yıllarda okulda hoş görünümlü bir hemşiremiz vardı! Yatılı yıllarımda onu ben de bir kaç kere sağlık nedeniyle ziyaret ettiğimi hatırlıyorum.
Lise yıllarımızda yeni binanın yapımına tahammül etmek zorunda kaldık. Milli Eğitim Bakanlığı’nın hem sınıflar hem de yatakhaneler için yeni binaların yapılması için gerekli ödeneği ayırması bizi sevindirdi. Ancak, inşaat çok gürültülü ve zahmetli yürüyordu, ayrıca okuldaki yaşamı da kısıtlıyordu. Örneğin bahçede kolay yürüyemezdik, futbol sahası inşaat malzemesiyle doluydu ve gün içinde, dersler sırasında sürekli gürültü oluyordu. Lisenin son yılında yeni bina kısmen açıldı ve yeni sınıf ve yemekhane olanaklarından çok kısa bir süre faydalandık. Biz mezun olduktan sonra o yeni bina yatakhaneye çevrilmiş ve 1975-1976’da ortaokul ve lise için sınıfları içeren bir bina daha yapılmış.
Lise yıllarında öğretmenlerimizle daha çok etkileşimimiz vardı. En azından kendimizi daha büyümüş hissettik ve öğretmenlerimizle günün haberlerinden, bazı dünya meselelerinden, eğitim/kariyer seçimlerimizden çeşitli konularda sınıfların dışında konuşuyorduk. Bu yıllarda matematik, fizik ve kimya öğretmenleri gibi fen öğretmenleri ile sınıf dışında sosyalleştiğimi hatırlıyorum. Yükseköğrenim tercihleri yapmamız beklendiği için bu görüşmeler bizler için çok faydalı oldu.
Çevremizde, ülkemizde ve dünyada pek çok siyasi, ekonomik ve toplumsal olaylar görüyorduk. Bunların bir kısmını ileri bir bölümde ele alacağım. Ben ve sınıf arkadaşlarımızın çoğu bu olaylarla ilgileniyor, aramızda tartışıyor ve bazılarımız aktif olarak birçok protestolara da katılıyordu.
Lise Ödülleri
Derslere olan hevesim ve çalışkanlığım meyvesini verdi ve lise yıllarım boyunca sınıfımın en üstünde ya da zirvenin en yakınındaydım. Kadıköy Koleji’nde akademik başarılar, ders yılı sonlarındaki mezuniyet törenlerinde verilen sertifika ve kupalarla tescilleniyordu. Lisede her yıl Onur Listesi’ne giriyordum ve bunun yanı sıra akademik başarı sertifikaları ve gümüş kupalar aldım. Altın kupa yoktu, bu yüzden gümüş en değerlisiydi!
Lisede birinci ve ikinci sınıfta sınıf birincisiydim ve burada resimde görülen gümüş kaplama kupaları aldım. Bunlar okul müdürümüz Vehbi Güney tarafından yılsonu mezuniyet törenlerinde verildi. Ben bu kupaları bugüne kadar sakladım,
Çoğu öğrenci ve velileri, mezun oldukları yılın sonunda bu tür törenlere katılırlar. Lisedeyken ben her yılın sonunda bu tür takdirler nedeniyle yılsonu törenlerine katıldım. Annem ve babamın benimle bu törenlere geldiklerini ve benimle gurur duyduklarını hatırlıyorum.
Bir keresinde annem yakın arkadaşı Güler ve eşi Turhan Ersöz’ü de aynı törene davet etmişti. Güler hanım, annemin çalıştığı Maliye’den arkadaşı ve aynı zamanda ailecek Selamiçeşme ’de oturduğumuz apartmandan komşumuz oluyorlardı.
Lisenin son yılı bir bakıma üniversiteye hazırlık yılıdır. Ben o yıl gene sınıfın birincisiydim. Gece gündüz devamlı ders çalıştığımı hatırlıyorum. Ailemin, özellikle anne ve babamın sonsuz desteği ve teşviki benim başarılarımda büyük rol oynamıştır.
Bu son yılda 16 farklı ders alıyorduk ve genel not ortalamam 10 üzerinden 9,2 idi. O yıl aldığımız derslerin listesi ve aldığım yılsonu ortalama notlarım şöyle:
Cebir, 10
Geometri, 10
Fizik, 8
Kimya, 10
Jeoloji, 9
Astronomi, 10
Tarih, 10
Coğrafya, 10
Sosyoloji, 9
Türk Edebiyatı, 9
Türkçe Kompozisyon, 9
İngilizce, 9
İngilizce Kompozisyon, 7
Almanca, 9
Beden Eğitimi, 8 ve
Milli Güvenlik, 10.
Bu 16 dersten sınıf geçmek için geçerli notları (10 üzerinden 5) alıp mezun olmak bile zordur. Ben bu yılı ve okulu 10 üzerinde 9,2 ortalamayla bitirdim. Bu benim o yıllarda ne kadar fazla derslerime çalıştığımı ve başka şeylerle uğraşmadığımı kanıtlıyor. Bu çalışmaların bir diğer ama en önemli sonucu da üniversiteye giriş sınavında sağladığım başarımdır. Bu konuya daha sonraki bir bölümde değineceğim.
Burada belirtmek istediğim önemli bir husus var. Ben sınıfımı ve okulu birincilikle tamamlarken, sınıfın en zekisi değildim. Benden daha zeki olan arkadaşlarım vardı. Benim başarımın nedeni derslerime odaklanıp, sıkı bir disiplinle çalışmaktı. Ben bu yöntemi hem üniversite eğitiminde hem de mesleğe başladıktan sonra da kullandım.
Mezuniyet töreninde diplomamın yanı sıra müdürümüz Vehbi Güney’den takdir belgesi de aldım ama o yıl gümüş kupa verilmiyordu. Dolayısıyla son yıla ait kupam bulunmuyor.
Geriye dönüp baktığımızda, önemli olan gümüş kupalar ya da sertifikalar değildi. Peki, önemli olan neydi? Bu Kadıköy Koleji yıllarının hayatımın en kritik yedi yılı olduğunu söyleyebilirim. Bu okulda geçirdiğim zaman yaşamımın en çok biçimlendirici yıllarıydı. Ben bu yedi yılı çok verimli kullandığıma inanıyorum:
- Yepyeni bir dil olan İngilizceyi öğrendim ve neredeyse akıcı bir şekilde konuşur hale geldim. Bu da kariyer planımı değiştirdi, hatta bir bakıma hayatımı değiştirdi.
- Aldığım derslerden ve bu yıllarda bizi yetiştiren öğretmenlerden matematik ve fen sevgisini aldım ve bu benim kariyer kararlarımda çok önemli rol oynadı.
- Hem Türk hem de Amerikalı öğretmenlerimle etkileşimde bulunarak hayata dair laik ve liberal görüşlerimi formüle ettim ve hayatın zorluklarıyla başa çıkma konusunda açık fikirli oldum.
- Yatılı okul yılları bana bağımsız, kendi kendine yeterli olma konusunda büyük bir güven verdi ve pek çok şeyi kendim yapmayı öğrendim.
- Hayatım boyunca devam eden ilk dostluklarımı bu okulda kurdum.
- Sonuçta Kadıköy Koleji’ndeki en önemli başarım, bu yedi yılın beni hayatımın geri kalan kısmına çok iyi hazırlamış olmamdı.
Aslında bu başarılar benimle sınırlı değildi. Bir sonraki alt bölümde açıklayacağım gibi, sınıf arkadaşlarımın çoğu tarafından paylaşıldı. Çoğumuz Kadıköy Koleji’ndeki bu yıllardan çok yararlandık ve başarılı kariyerler ve hayatlar kurmamızı sağladı. Bunu yazarken, bu okuldan mezun olalı elli üç (53) yıl oldu ve okulumla gurur duyuyorum.
Bazı Okul Arkadaşlarım ve Başarıları
Okul kimlik numaralarımızla birlikte aynı yılda mezun olan arkadaşlarımın listesi:
1 Fahri Nemlioğlu
2 Mehmet Ünsoy
4 Levent Sarı
6 Kürşad Öçel
10 Ahmet Şenol
15 Ziya Göksel
20 Sinan Torunoğlu
27 Rıza Erekli
29 Kutlay Tolun
36 Aslan Yılmaz
42 Turgut Kutlu
46 Adnan Gürkan
50 Edip Pekmezcioğlu
51 Ali Hizer
52 Nezihi Alptürk
56 Hilmi Özbilek
66 Suat Sındır (sonra aynı numara Turhan Bakkaloğlu’ya verildi)
72 Ercan Ecemiş
74 Süreyya Meydanoğlu
75 Cem Ergün
79 Hasan Yamanlar
82 Semih Orcan
89 Tanıl Gezgin
102 Gökhan Humbaracı
109 Hasan Sömer
116 Ahmet Fıratlı
120 Seyhun Kayal
140 Coşkun Beşler
143 Mustafa Somar
147 Ahmet Öber
148 Savaş Aydın
162 Refik Erzan
163 Ömer Yüce
181 Hasan Ataşoğlu
191 Gültekin Tuncer
204 Hamdi Simavi
214 Ufuk Güçlü
216 Güven Tunç
231 Ali Çam
242 Aytaç Arkan
290 Zekai Kutan
296 Salih ???
393 Halit Erköse
396 Engin Kavukçuoğlu
Raif Denktaş
Hürman Eriç
Faruk Akagün
Babamın bana 9 yaşına bastığım zaman verdiği bir hatıra defteri vardı. Kadıköy Koleji’nin ilk yıllarında, bu defteri kullanarak sınıf arkadaşlarımın bana kısa yazılar yazmalarını istedim. Ayrıca büyüdüklerinde ne meslek seçmek istediklerini, hayran oldukları liderlerin isimleri ve en sevdikleri hobilerini yazmalarını da istedim. Bazıları resimlerini de eklediler.
Kadıköy Koleji’ndeki ilk arkadaşlarımdan biri Ahmet Fahri Nemlioğlu idi. Onun öğrenci kimliğinin numarası 1, benim kimlik numaram 2 idi. Böylece yatakhanede aynı ranzada uyuyor, yemekhanede aynı masada yemek yiyorduk. Varlıklı bir aileden geliyordu, babası inşaat ile uğraşan bir müteahhit idi. Fahri gayet iyi bir satranç oyuncusuydu. Daha sonraki yıllarda satranç turnuvalarında ödüller kazandı. Muhtemelen onun sayesinde satranç oynamayı öğrendim. Hatıra defterimde inşaat mühendisi olmak istediğini yazmış. 1992’de çok genç yaşta kalp krizinden vefat ettiğini öğrendim, çok üzüldüm.
Satrançta iyi olan bir diğer sınıf arkadaşım da Zekai Kutan idi. Zekai zeki ve çalışkan bir öğrenciydi. Lisede aramıza transfer öğrenci olarak katılmıştı. Daha sonraki yıllarda Zekai ve ben aynı üniversitede, ODTÜ’de beraberdik. O Makine Mühendisliği okuyordu ve ben ise Elektrik Mühendisliğinde idim ama yurtta aynı odayı paylaşıyorduk. Türkiye’nin en iyi tarım makina ve traktörleri konusunda uzmanlaştı. Çok yakın bir zamanda, 46 yılı aşkın bir süre sonra tekrar karşılaştık ve onu tanımakta zorluk çektim.
Bir diğer yakın arkadaş da Süreyya Meydanoğlu idi. Babası Türkiye’de bir ilin valisiydi. Süreyya’nın herkesle arası iyiydi. “Kuzu” lakabı takılmıştı. Daha sonraki yıllarda, ben 1973’te Kanada, Waterloo’ya geldiğimde ve Süreyya ABD’de West Virginia Üniversitesi’nde endüstri mühendisliği okurken onunla bir süre mektuplaştık. Citibank’da müdür olduğunu öğrenmiştim. Daha sonra 58 yaşlarında vefat ettiğini öğrendim ve çok üzüldüm.
Edip Pekmezcioğlu, Kadıköy Koleji’nden en uzun süreli ve en yakın arkadaşımdı ve hala da öyledir. Okul kimlik numarası 50’ydi, hatırlaması kolay. Babası bir öğretmen ve eğitim müfettişiydi. O zamanlar annesi ve babası ile tanıştığımı ve babasıyla çeşitli konular hakkında konuştuğumu hatırlıyorum. Edip daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nden elektrik/elektronik mühendisi olarak mezun oldu, Hollanda’da Philips ve Orta Amerika’da ITT ile çalıştı. İstanbul’da güzel bir eczacı kızla evlendikten sonra iki sevimli çocuğu oldu. Eşim ve ben onları Stuttgart, Almanya’da SDL / ITT için çalışırken ziyaret ettik. Daha sonraki yıllarda İstanbul’da Telenity adlı bir Türk start-up’ında çalışıyordu. Telenity, sonraki yıllarda danışman olarak çalıştığım şirketlerden biriydi. Bu aralar ne zaman İstanbul’a gitsem Edip ile bir araya gelip Kadıköy Koleji’ndeki eski günleri hatırlamaya çalışıyorum.
Refik Erzan, sınıfın en zeki öğrencilerinden biriydi. Çok çalışmıyormuş gibi yaptığını ama iyi notlar aldığını hatırlıyorum. Varlıklı bir aileden geliyordu. Benim hatıra defterine atom mühendisi olmak istediğini yazmış. Fakat Kadıköy Koleji’nden mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne giderek İktisat lisansı almış. Daha sonra ekonomi alanında Stockholm, İsveç’te doktora yaptı. Kendisiyle onbeş yıl önce İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi’nde profesör iken görüşmüşdüm. Yeni evlendiğini ve bir bebekleri olduğunu söylüyordu. Boğaziçi Üniversitesi’nde uzun bir süre ekonomi profesörlüğü yaptıktan sonra emekliye ayrıldı. Eşi Google’da çalışıyor ve Zürih’e yerleşmişler. Ekonomideki güncel konular hakkında birkaç kitap ve makaleler yazmıştır.
Adnan Gürkan, “baba” takma adıyla bilinen eşsiz bir arkadaştı. Babacan, soğukkanlı, iyi huylu ve diğer öğrencilerle arkadaş canlısı biriydi. Ne yazık ki, mezun olduktan sonra onunla iletişimimi kaybettim.
Raif Denktaş bizim sınıfımıza transfer oldu. Babası Rauf Denktaş, Kıbrıs Türk Cemiyetinin lideriydi. İlköğrenimini Kıbrıs’ta yapmışdı ve İngilizce biliyordu. Onu yakışıklı, atletik bir çocuk olarak hatırlıyorum. Sınıfımızdaki varlığı, Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs ilişkilerini içeren güncel olaylar ve gelişmeler hakkında bizi daha da bilinçlendirdi ve fikir sahibi olmamızı sağladı. Bu konuya ileri bir bölümde detaylı olarak temas edeceğim. Raif’in daha sonra çok genç yaşta bir trafik kazasında öldüğünü öğrendim.
Türk edebiyatı hocalarımızdan birinin oğlu olan Mustafa Somar’ı iyi hatırlıyorum. Müzikte çok yetenekliydi, gitar çalıyor ve okulda çeşitli müzik gruplarına katılıyordu. Daha sonra ABD’ye gitti, Kolombiya Üniversitesi’nde ekonomi okumuş ve ben onun izini kaybettim. Son yılda Zoom ile tekrar görüşmeye başladık. Bir kaç eyalette restoranlar işletmiş, bir kaç kere evlenmiş, sonunda restoranları satıp Türkiye’ye dönmüş.
Cem Ergün zeki ve çalışkan öğrencilerden biriydi. Onunla çok fazla iletişim kurduğumu hatırlamıyorum ama satrançla ilgilendiğini ve satranç takımında olduğunu hatırlıyorum. O da ODTÜ’ye gitti, ben oradayken makine mühendisliği okudu. Türkiye’den ayrıldıktan sonra izini kaybettim. Son zamanlarda muhtemelen akciğer kanseri nedeniyle vefat ettiğini öğrendim.
Kürşad Öcal benim de iyi bir arkadaşımdı. Okul numarasının 6 olmasından dolayı bana çok yakındı, yatakhanede ve yemekhanede beraberdik. Daha sonra ODTÜ’de endüstri mühendisliği okudu. Türkiye İş Bankası’nda, son olarak Koç Holding Finans organizasyonunda Genel Müdür olarak çalışıyordu, sonra emekli oldu.
Hasan Ataşoğlu da sınıfta sevilen bir arkadaştı. Benim hatıra defterime makina mühendisi olmak istediğini yazmış. Daha sonra İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi’nde makine mühendisliği okudu ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nde kimya / metalürji mühendisliği alanında yüksek lisans, ardından kimya dalında doktorasını yaptı. Uzun yıllar TOTAL petrol şirketinde çalıştı, LPG bölümünün başkanı, daha sonra akaryakıt ve LPG bölümlerinin Genel Müdürü oldu ve kısa süre önce emekliye ayrıldı.
Birkaç arkadaş da ODTÜ’ye gitti, Ali Çam, Semih Orcan ve Ufuk Güçlü bunlardan bazılarıdır. Semih, ODTÜ’deyken siyasi yönden çok aktifti, ancak daha sonra Electrolux’de Genel Müdür oldu. Yakın zamanda Semih’in de kanserden vefat ettiğini öğrendim. ODTÜ yurtlarında oda arkadaşlarımdan olan Ufuk Güçlü, ODTÜ de Makine Mühendisliğini tamamlayarak Ford Otosan ve Koç Holding’e katıldı ve Koç Holding bünyesindeki Deniz Gemi İnşa işletmesinde Genel Müdür olarak görev yaptı. Ali Çam, ODTÜ’de endüstri mühendisliği alanında doktora yapmıştı ve Ankara’da çeşitli şirketlerde çalışmaktadır.
Coşkun Beşler, Kadıköy Koleji’nden sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne gitti. Gökhan Humbaracı, İngiltere’de Edinburgh Üniversitesi’nde mimarlık/inşaat mühendisliği eğitimi gördü, şimdi İstanbul’da kendi inşaat şirketi var.
Nezihi Alptürk, benim hatıra defterine göre diplomat olmak istiyormuş. Önce Ankara Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler’den mezun oldu ve daha sonra İngiltere’de Essex Üniversitesi’nde ekonomi alanında yüksek lisans aldı. En son İstanbul’da Doğuş Holding’de yöneticilik yaptı.
Sinan Torunoğlu muhtemelen sınıfın en sanatkâr talebesiydi. Benim hatıra defterine şiir yazmış ve memlekete faydalı olacak herhangi bir meslek istediğini belirtmiş. Kadıköy Koleji’nden sonra Ankara’da gazetecilik okuluna ve ardından Londra Film Okulu’na gitmiş.
Aytaç Arkan, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne gitti. Ondan sonra, onunla temasımı kaybettim. Ahmet Öber çalışkan bir öğrenciydi, benim hatıra defterine hariciyeci olmak istediğini yazmış, fakat İstanbul Üniversitesi’nde tıp okuyup doktor olan ender arkadaşlardan biridir. Halen radyasyon onkoloğu olarak görev yapmaktadır. Son yıllarda onunla temasa geçtim.
Hürman Eriç benimle birlikte ODTÜ’de metalürji mühendisliği okuyordu. Doktorasını bitirdikten sonra, onun Güney Afrika’ya gittiğini ve altın madenlerinde çalıştığını öğrendim. Arslan Yılmaz benim yakın arkadaşımdı, hatıra defterime mühendis veya doktor olmak istediğini yazmış. Okuldan sonra Almanya’ya gitmiş. Politik girişimlerde aktif olduğunu öğrendim. Kadıköy Koleji’nden sonra onunla maalesef hiç bir irtibatım olmadı.
Güven Tunç, İstanbul Üniversitesi’ne giderek endüstri mühendisi oldu, Türkiye’de İş Bankası, Arçelik gibi büyük kurumlarda çalıştı. Faruk Akagün, çoğu öğrenciden farklı bir yol seçti, benim deftere yazdığı gibi Marmara Üniversitesi’nden eğitim diploması aldı ve ardından Fenerbahçe, Paşabahçe, Galatasaray ve Amerika’da Detroit Pistons profesyonel basketbol takımlarına antrenörlük yaptı. Sonra da Kanada’da Kitchener / Waterloo’ya yerleşti.
Seyhun Kayal, benim deftere deniz subayı olmak istediğini yazmış, babası gibi, fakat İtalya’ya gidip, Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nden iç mimar çıkmış. Güzel İtalyanca biliyor. Sınıfın yaramaz çocuklarından olan Ahmet Şenol Türkiye’nin güneyinde gayrimenkul yatırımı yapmış ve bugün Marmaris’te çok başarılı bir otel sahibi. Sınıfın ciddi çocuklardan biri olan Ahmet Fıratlı Almanya’ya gitmiş, makine mühendisi olmuş ve aynı zamanda siyasete de atılmış. Ercan Ecemiş şimdi mobilya şirketi Lineadecor sahibi. Tanıl Gezgin de Almanya’ya gitmiş ve uçak mühendisi olmuş.
Özetle, sınıf arkadaşlarımın hemen hemen tamamı Kadıköy Koleji’ni bitirdikten sonra yurt içinde veya yurt dışında üniversiteye gittiler. Birçoğu teknik ve mühendislik alanlarını seçti ve diğerleri ise tıp, siyaset ve finans sektörlerini seçtiler ve yükseldiler. Kısmen Kadıköy Koleji’nde aldıkları eğitim sayesinde hemen hepsi alanlarında çok başarılı oldular. Liseyi ister iyi ister vasat notlarla bitirsinler, mezun olduğum yıldaki sınıf arkadaşlarımın neredeyse tamamı kariyerleri ve hayatlarının geri kalanı için çok iyi hazırlanmışlar. Kadıköy Koleji’nin başarısı buydu. Maalesef son yıllarda birkaç sınıf arkadaşımızı kaybettik.
Kadıköy Koleji’nde Müzik, Film ve Diğer Aktiviteler
Gençlik yıllarımda müzik hayatımızın önemli bir parçasıydı. Bir müzik aleti kullanamıyordum ama radyolarımız vardı ve babam bize küçük bir pikap almıştı. Pikapla dinlemek için birçok plak almıştım. Annemin şarkı söylemeyi çok sevdiğini hatırlıyorum. Harika bir sesi vardı. Hatta küçükken öğretmeni ona şan dersleri için İstanbul Konservatuarı’na başvurmasını önermişti. Ancak o zamanın mali şartları buna izin vermemiş. Annemin müziğe olan sevgisinden dolayı evimizde çoğu zaman müzik çalınırdı.
Kadıköy Koleji’nde de oldukça hareketli bir müzik hayatına sahiptik. İlk olarak, müzik ve diğer duyurular için bazı yayın olanaklarımız vardı. Serbest dinlenme saatlerinde müzik yayını yapılırdı. Sınıf arkadaşlarımızdan Ufuk Güçlü, daha sonraki yıllarda o yayın kulübünde yer aldı. Ufuk aynı zamanda folklor takımının başkanıydı. Engin Kavukçuoğlu da aynı folklor ekibindeydi.
Ayrıca okulda birkaç müzik grubumuz vardı. Sınıf arkadaşlarımız Coşkun Beşler (bateri), Rıza Erikli (Basgitar) ve Güven Tunç’tan (solo gitar) oluşan Moleküller adlı bir grup vardı. Mustafa Somar da çok aktif bir gitarist idi ve Damlalar adlı grubun bir üyesi idi. Okulumuzda veya başka yerlerde sık sık konserler verirlerdi. Bunların çoğu batı pop müziğine odaklıydı.
Diğer gençler gibi biz de 1960’ların en popüler batı şarkılarından bazılarını dinliyor ve yakından takip ediyorduk. Ben bunların sözlerini bir deftere yazmıştım ve o defteri hala saklarım! İşte hala zevk aldığımı bazı şarkıların listesi:
– Shame and Scandal in the Family, Huina Donaldson tarafından,
– Adamo’dan J’Aime,
– Katy, Marc Aryan’dan,
– Un Jour, Marc Aryan,
– Giorgina, Marc Aryan,
– Je Me Sens Bien, Petula Clark,
– Catch me if you can, Clark Davidson,
– Hard Day’s Night, Beatles,
– We can Work it out, Beatles,
– Eight Days a Week, Beatles,
– Yesterday, Beatles,
– Help, Beatles,
– Paperback Writer, Beatles,
– Michelle, Beatles,
– House of the Rising Sun, The Animals,
– Don’t Let me be misunderstood, The Animals,
– I’m Henry VIII, I Am, Herman’s Hermits,
– A Place Where No One Goes, Four Pennies,
– Les Mal-Aimés, Patricia Carli,
– Melancolie, Peppino di Capri,
– Paint it Black, Rolling Stones,
– Forget Domani, Frank Sinatra,
– Strangers in the Night, Frank Sinatra,
– Black is Black, Los Bravos,
– Noir C’est Noir, Johnny Hallyday,
– They are coming to take me Away, Napoleon XIV, Jerry Samuels
– See see Rider, The Animals,
– Wild Thing, Troggs,
– With a Girl Like You, Troggs,
– I can’t Control Myself, Troggs,
– No milk Today, Herman’s Hermits,
– Sound of Music, Julie Andrews,
– Madman, Sonny Bono,
– Green green grass of Home, Tom Jones,
– Sitting in the Ring, Ebony Keyes,
– Snoopy vs Red Baron, Bernhard Holler, ve
– I’m a Believer, Neil Diamond.
Klasik müzik ve Türk müziği üzerine yoğunlaşan öğrenciler de vardı. Kadıköy Koleji’ndeyken onların içine ben pek girmedim. Ancak klasik müzikle Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’nde yüksek lisansımı yaparken tanıştım ve çok sevdim. Bu, daha sonra Türkiye’nin “İnternetin Babası” olan ve kısa süre önce vefat eden Waterloo’dan arkadaşım Mustafa Akgül’ün sayesinde oldu.
Türk müziğine gelince, bazı parçaları, şarkıları ve enstrümanları severdim. Yıllar önce bir saz almış ve çalmasını öğrenmiştim ama hiç devam edemediğimden dolayı çalmasını unuttum. Emeklilik yıllarımda tekrar öğrenmek iyi olur.
Kadıköy Koleji’nde öğrenciyken sinemaya gitmeyi severdik. Kadıköy civarında hafta sonları uğradığımız en az dört sinema salonu vardı. Öğrenciler için gündüz matineler indirimliydi. Bahariye Caddesi üzerinde Süreyya Sineması içerisi ve dışarısı en gösterişli binaydı ve güzel yabancı filmler oynardı. Bugün bu binanın artık opera binası olarak kullanıldığını öğrendim.
Bahariye Caddesi üzerinde veya yakınında Opera ve Reks adında iki sinema daha vardı. Opera sineması da çift balkonlu ve localı, harika bir sinema ve tiyatro binasıydı. Ancak 1976’da bizden sonra yıkılmış. Reks sineması nispeten yeni bir binaydı ve daha çok uluslararası filmler gösteriyordu. Ayrıca 1980’lerin ortalarında yıkılan ve yerine başka binalar yapılan Kızıltoprak‘ın yakınında Kent adında, mükemmel ses sistemine sahip çok güzel bir sinema vardı. Ben Kent’te şahane filmler seyrettiğimi hatırlıyorum.
Ailece gittiğimiz, yaz akşamları film gösteren bahçe sineması adı verilen açık hava sinemaları da vardı. Bu bahçe sinemalarında arka arkaya sıralanmış, oldukça rahatsız, ahşap sandalyelere otururduk. Komşu apartmanlardan her türlü ışık, sokaklardan gelen gürültü ve yüksek sesle konuşan, ayçiçeği çekirdeği de dâhil olmak üzere çeşitli şeyler yiyen veya çiğneyen insanlar olurdu. Dolayısıyla filimleri izlemek pek kolay değildi. Bazı insanlar filmi izlemek yerine sadece yıldızları seyreder veya gökyüzündeki yıldızları sayardı! Ama bütün aile için bu bir eğlence gezisiydi. 1960’lı yıllarda İstanbul’da 150’den fazla açık bahçe sinemaları vardı. Bunlardan bir tanesi oturduğumuz yere yürüme mesafesinde olan Yoğurtçu Parkı’ndaydı. Sanırım bütün bu bahçe sinemaları 1970’lerden başlayarak ortadan kayboldu.
1960’lardan hatırladığım çok sayıda film vardır, örneğin:
• Sean Connery’nin James Bond filmleri, “Gold Finger” ve “From Russia with Love”,
• Anthony Quinn’in oynadığı “Zorba the Greek”,
• “Sound of Music”, Julie Andrews,
• “The Good, the Bad and the Ugly”, Clint Eastwood’dan,
• “Graduate”, Dustin Hoffman
• Omar Sharif “Doctor Zhivago”,
• Alfred Hichcock’un “The Birds”,
• “My Fair Lady”, Rex Harrison ve Audrey Hepburn tarafından,
• Charles Dickens’ın romanından uyarlanan “Oliver”,
• Lee Marvin ve Telly Savalas tarafından oynanan “Dirty Dozen”,
• “Who is Afraid of Virginia Woolf?” Elizabeth Taylor ve Richard Burton tarafından,
• David Niven ve Peter Sellers tarafindan oynanan “Pink Panther”,
• “Guns of Navarone”, Gregory Peck ve Anthony Quinn tarafından,
• “Cleopatra”, Elizabeth Taylor,
• Arthur Clarke’ın kitabına dayanan “Space Odyssey” ve
• “Planet of The Apes”, Charlton Heston.
Seyrettiklerimiz sadece yabancı filmler değildi. Türk sanatçılarla Türkiye’de çekilen filmler de hoşumuza giderdi. Aslında Türkiye’de o zamanlar Yeşilçam adlı büyük bir sinema endüstrisi vardı ve birçok ünlü oyuncuya sahipti. 1960’ların en ünlüleri Türkan Şoray, Fatma Girik, Ayhan Işık ve Yılmaz Güney idi. İtalyan Sofia Loren’e benzeyen Türkan Şoray’ı dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak görürdük. Bugüne kadar 200’den fazla filmi vardır, ancak 1960’larda izlediğimiz ilk filmler aslında siyah beyazdı. Fatma Girik daha zor roller üstlendiği, ülkenin sosyal sorunlarına, cahilliğe, toplumdaki adaletsizliğe değindiği için daha çok tercihim oldu. Mavi gözleri, güçlü bir görüntüsü ve mükemmel sanatsal becerileri vardı.
1961’de kabul edilen yeni anayasa ile kadın hakları, sendikalaşma, gelir eşitsizliği, aile içi şiddet, namus cinayetleri vb. toplumsal konulara medya daha çok değiniyordu. O yıllarda çekilen Türk filmlerinde de bu konular işlenirdi.
Lisede bir yaz, turist rehberi olarak çalışmak ilgimi çekti. Birçoğumuz İngilizce konuşan bazı tur gruplarına rehberlik etmek için kısa bir eğitim almaya gittik. Boğaz’da, Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Rumeli Hisarı’nda tur gruplarına tercümanlık yaptığımı hatırlıyorum. Para kazanmak amacımız değildi. Öncelikle İngilizcemizin pratiğini arttırmak, farklı kültürlerden insanlarla etkileşim kurmak ve belki de daha da önemlisi turistlere zengin tarihimizi gururla anlatmaktı. O zamanlar bir tur rehber sertifikası almıştım, fakat yıllar sonra kaybetmişim.
Lisedeyken başladığım bir diğer ders dışı aktivite ise pul ve madeni para koleksiyonu yapmaktı. Babam bu hobilere başlamam için ilham kaynağı oldu. İlk başta mektuplardan aldığım ücretsiz pullarla ve topladığımı bilen akrabaların verdikleri pullarla başladım. Sonra hem eski pulları hem de yeni baskıları almaya başladım. Bu hobiye birkaç yıl devam ettim ve şimdi pullarla dolu birçok pul defterim var! Madeni paralar için, akrabalarımdan çok sayıda eski madeni para alıp başlamıştım. Yüksek Kaldırım’daki bazı koleksiyoncu dükkânlardan da madeni paralar satın aldığımı hatırlıyorum. Hayatımın ileri yıllarında eşim Jeelee benimkinden daha zengin olan madeni para koleksiyonunu getirdi. Böylece, oldukça iyi bir madeni para koleksiyonumuz oldu. Son yıllarda buna ben kâğıt para koleksiyonu da ekledim.
Kadıköy Koleji yıllarında devamlı bir kız arkadaşım olmadı. Erkeklere özel bir okulda okuduğumdan, kızlarla arkadaşlık kurmak için yeterince etkileşim fırsatım olmadı diyebilirim. O yıllarda tanıdığım ve konuştuğum yegâne kızlar aile içinden ve annemle babamın dostlarındandı. Teyzelerimin kızları Ayla Gürpınar ve Pınar Arıkan benim yaşıma yakındılar, iyi arkadaşlık ettik, fakat her ikisi de Ankara’da oturuyorlardı. Annemin arkadaşı Güler Ersöz’ün kızı Gülhan’la da kısa bir arkadaşlık etmiştim. Kızlarla fazla zaman harcamamak benim derslerime daha fazla odaklanmaya ve okul çalışmalarında başarılı olmama yardımcı oldu.
Ancak penpal dediğimiz mektup arkadaşım kızlar vardı. Biri Fransa’da, biri İsveç’te ve biri de Amerika Birleşik Devletleri’nde idi. Karşılıklı mektuplar, fotoğraflar ve çoğunlukla her ülkede hayatın nasıl olduğu hakkında bilgi alışverişinde bulunduk. Fransa’da olan Boudreaux bölgesindendi ve bana üzüm bağlarının ünlü şaraplarını nasıl ürettiğini anlatıyordu. İsveçli kız bir Avrupa gezisi planlıyor ve Türkiye’yi nasıl ziyaret edeceğini merak ediyordu. Amerika’da yaşayan kız Oklahoma eyaletinden idi ve aslında bir kovboy kızdı ve bana çiftliklerindeki sığırları ile bir resmini göndermişti. Bu mektup arkadaşı ilişkilerinin hiçbiri birkaç mektup alışverişinden öteye gitmedi.
Türkiye’de İçinde Seyahatler
Lise yıllarımızın yaz tatillerinde Türkiye’yi gezme, ülkenin tarihini ve doğal güzelliklerini keşfetme fırsatını bulduk. Özellikle Haziran 1968’de Edip Pekmezcioğlu ve Aytaç Arkan’ın da aralarında bulunduğu birkaç sınıf arkadaşımla birlikte Türkiye’nin Akdeniz sahillerini kapsayan bir otobüs ve gemi gezisine çıktık. Önce otobüsle İstanbul’dan, Ankara ve Konya üzerinden Akdeniz kıyısında, Mersin’e kadar gittik. Ardından Mersin’den vapurla, Akdeniz kıyısında şehir ve kasabalara uğrayarak İstanbul’a geri döndük. 6 gün süren vapur gezimiz Antalya, Kaş, Bodrum, Marmaris, Kuşadası ve İzmir’de durdu ve harika zaman geçirdik. Bu yerlerin çoğuna ilk gidişimdi ve ülkenin tarihi zenginliğini ve doğal güzelliğini takdir etmemi sağladı, benim için yeni pencereler açtı.
1968’de Türk Deniz Yolları’nın yılda binden fazla düzenli sefer ile 16 yabancı ve 50’den fazla yerel limana hizmet veren 21 yolcu gemisi ve feribotları vardı. O günün en iyi yolcu gemilerinden olan Akdeniz gemisi ile Mersin’den İstanbul’a dönmüştük. Ancak bugün Akdeniz ve onun gibi yolcu vapurları ya satıldı veya emekliye çekildi. Pek çok limanlar özelleştirilmiş ve Türk denizcilik hizmetleri bu özelleştirilen limanların yönetimine/denetlenmesine bırakılmış. Bu şekilde Türkiye, ulusal ve uluslararası deniz varlığı için büyük bir fırsatı kaybetmiş. Aslında hem Osmanlılar hem de Türkler denizlerde hâkimiyeti başkalarına kaptırmışlardır. Ülkenin üç yanı da denizlerle çevrili olmasına rağmen, Türkiye bir denizci ülkesi olamamıştır. Bu konuya daha sonra tekrar değineceğim
1969 yazında kardeşim Bülent’le birlikte Marmara ve Ege Denizi’nde başta Truva, Pegasus, Ören, Ayvalık, Assos/Behramkale ve İzmir olmak üzere çeşitli tarihi yerlere ve plajlara gittik. Ben 18, Bülent ise 15 yaşındaydı. Otobüsle seyahat edip, küçük otellerde konakladık. Bu benim kardeşim Bülent ile başbaşa geçirdiğim tek kaliteli zaman olsa gerek. Ondan sonra yollarımız önemli ölçüde ayrıldı. Benim hayatımla yapmak istediklerim ve onun kendi hayatıyla ilgili planları çok farklıydı. Onun okula karşı ilgisi yoktu. Ben mühendislik eğitimine giderken o okulu bırakmayı düşünüyordu.
Bülent’le İzmir’i gezerken, 20 Temmuz 1969’da Neil Armstrong Ay’a ayakbastı ve biz İzmir’de bu muhteşem anı televizyonda izledik. Bunu hayatımın boyunca unutmayacağım. Daha sonraki bir bölümde insanlığın bu başarısına daha detaylı değineceğim.
Üniversiteye Hazırlık
Kadıköy Koleji, tüm mezunlarının üniversiteye girme konusundaki başarısı ile ünlüydü. Müdürümüz Vehbi Güney özellikle teknik üniversitelere mümkün olduğunca çok öğrenci göndermeyi hedef belirlemişti. Dolayısıyla Kadıköy Koleji’ndeki lisenin son iki yılı bu tür üniversitelere giriş hazırlıkları ile geçerdi.
Bugün öğrencileri üniversite giriş sınavlarına hazırlamak için büyük bir eğitim kursu endüstrisi var. O yıllarda, 50+ yıl önce, bu tür kurslar sunan şirketler, pek nadir de olsa, vardı. Ancak biz Kadıköy Koleji öğrencileri, normal müfredatımızla iyi hazırlanmış olduğumuz için bu tür ek hazırlıklara ihtiyaç duymadık.
Kadıköy Koleji’nde lise son sınıftayken üniversite tercihlerimi değerlendirmek için epey zaman harcadım. Mühendislik, özellikle elektrik mühendisliği ilk tercihimdi. Neden elektrik mühendisliği? O zamanlar aklımda muhtemelen üç sebep vardı. Matematikte çok iyiydim ve elektrik mühendisliği çok fazla matematik kullanırdı. İkincisi, mühendislik alanlarından inşaat ve makine mühendisliği hiç ilgimi çekmedi. Kimya mühendisliği biraz ilgimi çekti ama fiziği kimyadan daha çok sevdiğimi düşündüm. Üçüncü neden, muhtemelen en önemli neden, elektriğin, özellikle elektroniğin geleceğin teknolojisi olduğuna inanıyordum. Transistor birkaç yıl önce icat edilmişti, muhtemelen 20. yüzyılın en önemli buluşu idi. Teknolojik bir devrim yaşanıyordu ve ben bu devrimin bir parçası olmak istiyordum.
Elektrik mühendisliği kararının ardından, hangi üniversiteyi seçmeliyim diye düşünmeye başladım. Üniversite eğitimim için yurt dışına gitmem maddi durumumdan dolayı pratik değildi. Ancak denemeye karar verdim. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışında üniversite eğitimi için verdiği burs programına başvurdum ve sınava girdim. Bu burslar yabancı bir ülkedeki bir üniversitede eğitim almak içindi. Neredeyse tüm masraflar karşılanacak olsa da, Türkiye’ye dönüp, yabancı ülkede eğitiminiz boyunca geçirdiğiniz yılın üç ile dört katı kadar bir üniversitede veya devlet kurumunda çalışmanız gerekecekti.
Sınava İstanbul’da girdim ve birkaç hafta sonra bir mektupla (yandaki resim) İngiltere’deki Birmingham Üniversitesi’nde üç yıllık kimya mühendisliği eğitimini kazandığım bildirildi. Bu burs bir devlet kuruluşu olan Etibank tarafından finanse ediliyordu. Ancak kimya mühendisliği benim ilk tercihim değildi. Ayrıca program, ailemden yaklaşık 300.000 TL (o zamanlar yaklaşık 100 bin dolar) tutarında garanti vermesini gerektiriyordu. Ailemin bu tür garantiler vermesi mümkün değildi. Ayrıca, döndükten sonra 10 yılı aşkın bir süre bir devlet kuruluşu için çalışmak istemedim.
Türkiye’de o zamanlar elektrik mühendisliği için harika okullar vardı. Bu yüzden en iyi seçimim olarak üç üniversiteye odaklandım.
İstanbul’daki İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ), 1773 yılında zamanın Osmanlı padişahı tarafından kurulan dünyanın en eski üçüncü teknik üniversitesidir. Türkiye’nin en itibarlı üniversitelerinden biridir ve mükemmel bir elektrik mühendisliği fakültesine sahiptir. Ancak yaşı nedeniyle eski moda bir akademik yapıya ve müfredata sahipti ve tüm dersler Türkçeydi. Tüm fen eğitiminin İngilizce olduğu Kadıköy Koleji’nden geldiğimden bunun benim için bir gerileme olacağını düşündüm.
İstanbul’daki Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) çok daha genç bir üniversiteydi, ancak 1863’te Bebek yakınlarında, Boğaz’a bakan tepelerde kurulan Robert Kolej’in devamıydı. Üniversite tipik bir Amerikan kolejine benziyor, tüm dersler İngilizce, bazı profesörler Amerikalı veya İngiliz’di ve sınıflar nispeten küçüktü. Ancak, o zamanlar özel bir üniversiteydi ve oldukça yüksek bir öğrenim ücreti vardı. Ayrıca Bebek, o zamanlar oturduğumuz yere, Moda’ya oldukça uzaktı, bu yüzden gidip gelmenin zor olabileceğini düşündüm.
Ankara’da bulunan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), 1956 yılında kurulmuş nispeten yeni bir üniversiteydi. Sadece Türkiye’den değil, çeşitli Orta Doğu ülkelerinden gelen öğrencilere hizmet vermek amacıyla, bir İngilizce yükseköğrenim teknik okulu olarak kurulmuştu. Amerikan üniversite modelini takip eden, uluslararası fonlar almış, modern bir akademik yapıya sahipti ve profesörlerin ve öğretim görevlilerinin çoğu ya yabancıydı ya da çoğunlukla ABD olmak üzere yabancı ülkelerde eğitim görmüştü. Yalnız Ankara’da olduğu için üniversite yurtlarında kalmak gerekiyordu ve bu pahalı olabilirdi.
O zaman, yukarıdaki üç seçeneğin giriş sınavları, 1969 Haziran ve Temmuz aylarında girmem gereken üç farklı sınavdı. İstanbul Teknik Üniversitesi, Türkiye genelinde yapılması planlanan Genel Üniversite Giriş Sınavının bir parçasıydı. Temmuz 1969 ve sıkı güvenlik koşulları altında yapıldı. Hatırladığım ilginç bir gözlem, sınavın tamamının Türkçe olmasıydı. Ancak Kadıköy Koleji’nde fen ve matematiği İngilizce öğrenmiştik. Bu sınava hazırlanırken bilimsel terimlerin Türkçe terminolojisini de öğrenmem gerekiyordu.
Sınavdan sonraki gün Cumhuriyet gazetesinde bu sınavlarla ilgili bir haberin altında kendi resmimi gördüm. Yandaki resimde görebilirsiniz. Dördüncü sırada, kızın yanında oturan benim. Ne tesadüf ki gazeteci sınav salonunda yakınımıza gelip fotoğrafımızı çekti ve bu Cumhuriyet gazetesinde çıktı! İyi mi yoksa kötü bir alamet mi olduğundan emin değildim. Ancak bir ay sonra yeterince yüksek puan aldığımı öğrendim ki İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği fakültesine girmeyi kazandım. Aslında fen puanım 500 üzerinden 498,66 (bir soruyu kaçırmış olmalıyım!), sosyal bilgiler puanım 475 ve İngilizce dil puanım 500 üzerinden 461 oldu. Bu sınavın sonucuyla her istediğim bir üniversiteye veya bölüme girmem mümkündü.
Boğaziçi Üniversitesi için İngilizce olan ayrı bir sınava girdim. Elektrik Mühendisliğine giriş başvurusunun yanı sıra bazı burslara da başvurmaktaydım. Bu sınav o okulun çok güzel bir yer olan kampüsünde, Boğaz’a bakan bir tepede yapıldı. Sınavın benim için nispeten kolay olduğunu hatırlıyorum ama çok az sayıda birinci sınıf öğrencisi alıyorlardı. Yaklaşık bir ay sonra Mühendislik ‘e gündüzlü olarak kabul mektubu ve 4.500 TL’lik burs aldığımı öğrendim. Burs, eğitim, yemek ve kitap masraflarını karşılıyordu.
Girdiğim üçüncü sınav Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) içindi. Başvuranların yalnızca %1’inden daha azını kabul ettikleri için bunun en zor sınav olacağı söyleniyordu. Elektrik mühendisliğine giriş daha da zor olurdu. Sınavın farklı bölümleri olduğunu hatırlıyorum, matematik, fen bilimleri, sosyal bilgiler ve İngilizce. Üniversitenin İngilizce öğrenmek için bir hazırlık yılı olduğu için, doğrudan birinci sınıfa geçmek için onu atlamanın mümkün olup olmayacağını test ediyorlardı. Sınavın çoğunlukla Türkçe olduğunu ve genel üniversite giriş sınavına benzer şekilde Türkçe bilim vb. terimlerin kullanıldığını hatırlıyorum.
Bir ay sonra, sonuçlar açıklandığında, sadece elektrik mühendisliğine kabul edilmekle kalmadım, tüm mühendislik okulu için listenin başında beşinci oldum. Bu giriş sınavı pozisyonu bana TÜBİTAK’tan (Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu) burs alma hakkı vermiş olmalıydı. Ancak bana ilk dönem için yeterli fonları olmadığı veya hepsinin başkalarına dağıtıldığı söylendi. Bu yüzden ikinci dönem için şansımı yeniden denemem istendi. Bu beni hayal kırıklığına uğrattı ve bu tür bursların dağıtımında bir miktar yolsuzluk olabileceğini düşünmeme neden oldu.
Neyi Seçtim ve Neden?
Ailem İstanbul’da kalmamı istiyordu, bu nedenle İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) veya Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) Elektrik Mühendisliği bölümlerini tercih ediyorlardı. İlginç bir şekilde, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin (ODTÜ) dönem başlangıcı, o yılın Ağustos ayında meydana gelen çeşitli öğrenci protestoları nedeniyle Kasım ayına ertelenmiş idi. Ayrıca o yıl İTÜ başlangıç tarihi Eylül ortası, BÜ başlangıç tarihi ise Ekim ayıydı.
Bu yüzden önce İstanbul’daki iki okulu denemeye karar verdim. Garip gelebilir ama her iki okula da, yani İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik bölümüne ve Boğaziçi Üniversitesi Elektrik bölümüne kayıt olmayı başardım. Eylül ortasında İTÜ’ye başladım ve birkaç hafta birinci sınıf mühendislik derslerine gittim. Elektrik bölümü üniversitenin Maçka semtindeki büyük, taş binalardan oluşan kampüsünde bulunuyordu. Dersler büyük amfilerde ve tamamen Türkçe olarak veriliyordu.
Daha sonra Boğaziçi Üniversitesinde üç hafta elektrik mühendisliği derslerine gittim. Bu dersler okulun Bebek semtindeki kampüste, küçük sınıflarda yapılıyor ve çoğunlukla İngilizce olarak veriliyordu. İsteseydim, bu iki üniversiteden biriyle eğitim hayatıma devam edebilirdim.
İTÜ mükemmel bir okul olarak bilinmesine ve elektrik mühendisliği programı da o zamanlar için harika olmasına rağmen, İTÜ’de her şey Türkçeydi. Ben ise o güne kadar hep İngilizce eğitim almıştım. Ayrıca okulun akademik yapısı eski hiyerarşik Fransız yapısıydı, bu da bana daha yaşlı profesörlerin elektrik ve elektronik alanlarındaki yeni gelişmeleri benimsemede geç kalabileceği izlenimini verdi. Bu izlenim her ne kadar yanlış da olsa, benim o andaki görüşümdü ve bu nedenle İTÜ’ye devam etmedim.
BÜ elektrik mühendisliği küçük bir bölüm olarak faaliyet gösteriyordu. Eğitim dili İngilizce olmasına rağmen, elektronik ve bilgisayardaki ileri düzey konuları öğrenmek için tesislerin yeterli olup olmayacağından emin değildim. Ayrıca okul yönetiminin ve çoğu öğrencinin biraz züppe olduğunu görüp bu kalabalığın içinde kendimi nasıl rahat hissedebilirim diye düşündüm. Durumdan emin değildim. Bu yüzden BÜ’ye devam etmeme kararı aldım.
Bunun üzerine Ekim sonunda Ankara’ya gitmeye ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne kayıt yaptırmaya karar verdim. Ailem ayrıldığım için biraz üzgün olsa da, o zaman benim için en iyi kariyer kararının bu olacağını düşündüm. Geriye dönüp baktığımda, ODTÜ’yü diğerlerine tercih etme kararımdan pişman değilim. Ancak, İTÜ ve BÜ hakkındaki izlenimlerim herhalde doğru değildi ve ikisinden birini takip etseydim aynı derecede mutlu ve başarılı olabilirdim.
İşin ilginç yanı, karar vermeden önce üç üniversiteye kabul edilip, deneme şansı bulan kimseyi tanımıyorum. Bu şekilde deneme olanağı bulduğum için kendimi çok şanslı görüyorum. Önümde üç kapı birden açıldı, benim bu üç kapıyı da deneme fırsatım oldu ve ODTÜ kapısına karar kıldım.
Bizden Sonra Kadıköy Koleji
Kadıköy Koleji’nden mezun olalı yaklaşık 52 yıl oldu. Bu 52 yılda pek çok şey değişmiş. Olan ilk olumlu şeylerden biri, okulun hala orada olması ve bina ve tesisler açısından genişlemesidir. Şu anda üç büyük binası var (maalesef kullandığımız eski bina gitmiş!), öğrenci sayısı 1500’e çıkarılmış, üniversiteye giriş için %94,1 gibi yüksek bir oranı koruyor ve Türkiye’nin en önemli liselerinden biri. Okul günümüzde birçok kulüp, sosyal aktivite ve burs imkânlarına sahiptir. Son 50+ yılın belki de en önemli başarısı, bu okulun Türkiye genelinde ve dünyanın birçok ülkesinde çeşitli alanlarda kilit görevlerde bulunmuş binlerce başarılı kişiler yetiştirmiş olmasıdır. Onlardan biri olmaktan gurur duyuyorum.
Vehbi Güney bizden sonra 1971 yılına kadar okul müdürü olarak görevine devam etmiş. 11 yıl ile okul tarihinin en uzun süre görev yapan müdürü olmuş. Muhtemelen bu okulun tarihindeki en etkili kişiydi. Onun, okulun başlangıç yıllarında kurumu şekillendiren bir müdür olduğuna inanıyorum. Okulun tüm mezunları Vehbi beye şükran borçludur. Ondan sonra, okul ortalama 2 ila 3 yılda bir müdür değiştirmiş gibi görünüyor. Son 40+ yılda 16’dan fazla farklı müdürü olmuş.
Okulun adı birkaç kez değişmiş. Bizim okuduğumuz yıllarda okulumuza Kadıköy Maarif Koleji denirdi. Okulun bütçesinin çoğu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan geldiğinden, bu isim mantıklıydı. Ancak daha sonraki yıllarda bakanlık Türkiye’nin çeşitli yerlerinde buna benzer 5 okul daha açmış. Kolej kelimesi 1970’li yıllarda iktidara gelen hükümetlere itici geldiğinden, yeni açılan bu okullara Anadolu Lisesi adını verdiler. Böylece bizim okulun adı da Kadıköy Anadolu Lisesi oldu.
Anladığım kadarıyla 1991-1992 öğretim yılında bir yıl yerine, iki yıllık bir İngilizce hazırlık okulu denemesi yapmışlar. Herhalde pek başarılı olmamış ki, ondan sonra bir yıllık hazırlık okuluna devam etmişler. Ayrıca, muhtemelen Türk eğitim sistemine yapılan değişiklikle beraber, 2003’ten başlayarak lise kısmını dört yıla çıkarmışlar.
En çok kaygı uyandıran olumsuz gelişme bu okulun dışında, daha çok son 15-20 yıldır iktidardaki hükümetin eğitim politikası ile ilgiliydi. Hükümetlerin politikası din eğitimine doğru kayarken, bu laik okullar fon ve kaynakların mevcudiyetini kaybetti. İlk elden bilgim yok ama sanırım eğitim kalitesi düşmüş, öğrenciler ve veliler aldıkları eğitimden pek memnun değillermiş.
2019 yılında bizim mezun oluşumuzun 50.nci yılında okul bize altın renkli 50.nci yılı anma madalyaları verdi. Bu madalyaları okulun mezuniyet töreni sırasında törene katılan 50 yıllık mezunlara vermişler. Ben törene katılma imkânı bulamadığım için arkadaşlarımdan biri benim madalyayı alarak, bana sonra verdi. Güzel bir hatıra olarak saklıyorum.
Ayrıca biz Kadıköy Koleji 1969 mezunları, sosyal medyayı kullanarak bir WhatsApp grubu kurduk, devamlı iletişim halindeyiz. Hasan Ataşoğlu periyodik Zoom görüşmeleri başlattı. Ben de bu Zoom görüşmelerini sürdürerek, arkadaşlarla yakın ilişkiyi devam ettiriyorum.