Bölüm 2 – Çocukluk Yıllarım (1950-1962)

Ben 15 Kasim 1950 Çarşamba günü doğmuşum. Çarşamba her zaman benim şanslı günüm olmuştur. Annem dört oğlunu da Çarşamba günü doğurmuş. Ne güzel ve şaşırtıcı bir tesadüf! İşte bu tesadüf nedeniyle, Çarşamba onun da şanslı günüydü ve bunu her fırsatta sanki biraz da gururlanarak söylerdi.

“Çirkin Bebek”

İstanbul’un Anadolu yakasındaki belli başlı yerleşim merkezlerinden biri olan Üsküdar’ın sahil semti Salacak’ta, annem ve babamın bir yıl önce evlendiklerinde kiraladıkları ahşap bir evde doğdum. Annem beni dünyaya getirirken, muhtemelen ilk doğumu olması nedeniyle onu yoran sıkıntılar yaşamış ve ben öğlen saat 13:05 de dünyaya gelmişim. Doğumda anneme, ailesinin eski emektarlarından, dolayısıyla onu çocukluğundan beri yakınen tanıyan Cemile hanım ebe olarak yardım etmiş. Ben küçüklüğümde Cemile hanıma “Cici Anne” diye seslenirdim ve ona büyük hürmet gösterirdim.

Annem doğduğum evin üç katlı, eski ve ahşap bir yapı olduğunu söylerdi.  Yıllar sonra yıkılmış gitmiş. İçiyle ilgili gözümün önüne gelen hiçbir anım yok. O günlerde evin içinde çekilen bir fotoğrafım da bulunmuyor. Bu evle ilgili elimizdeki tek görüntü annem ve babamın evlendikleri gün evin önünde çekilmiş olan siyah beyaz fotoğraf.

Doğduğumda epey iri ve uzun boylu bir bebekmişim. 4.1 Kg ve 51 cm. Fotoğrafım olmadığı için doğduğumda nasıl göründüğümü söyleyemem! Muhtemelen ay parçası gibi tasvir edilen bir bebek değildim. Annem daha sonra bana, doğumda bulunan babaannemin çok çirkin görünümlü bir bebek olduğumu söylediğinden şikayet etmişti! Herhalde doğum sonrası çok ağlıyor, çırpınıyordum ve babaanneme pek yüz vermiyordum. Belki dedemin kızıl saçlarını ve yeşil gözlerini bende görmek istemiş, göremeyince hayal kırıklığı yaşamıştı.

Annem, babaannemin en az sevdiği ve değer verdiği gelini olduğunu düşünürdü. Neden böyle hissettiğini tam olarak bilemesem de, annemin, modern Türk kadınını temsil eden Mediha teyzemin başında bulunduğu bir aileden gelmesi ve 17 yaşından itibaren ev dışında çalışıyor olmasının babaannemin geleneksel dünyasına ters düştüğünü söyleyebilirim. Babaannem ev dışında hiç çalışmamıştı ve muhtemelen bütün gelinlerinin evde oturup onun oğullarına, yani kocalarına ve torunlarına bakmasını istiyordu.

Ben babaannemin ilk torunuydum ve büyürken kendisiyle gayet iyi bir ilişkim vardı. Benim eğitimime mali bakımdan desteği olmuştur. Bu konuya daha sonra değineceğim. Ancak annemle onun arasındaki tartışmalar ilişkiyi sorunlu hale getiriyordu. Her iki tarafta da birbirlerine karşı sürekli eleştiri vardı. Çocukluğumda öğrendiğim önemli bir ders, birbirleriyle   sürekli tartışıyor olsalar bile iki insanla da iyi ve sevgi dolu bir ilişkiye sahip olunabileceğidir. Boşanmış çiftlerin çocuklarının büyürken yaşadıkları durum da bunun benzeri olmalı.

Dünyaya geldikten 4 ay sonra annemle, 5 ay sonra Necmeddin amcamla ve dokuz aylıkken Üsküdar parkında tek başıma çekilmiş resimlerde gayet de yakışıklı pozlar vermişim. Bebekliğinizde güzel görünmediğinizi düşünüyorsanız üzülmeyin. İlerleyen aylar ve yıllarda çok fırsatlarınız olacaktır!

Doğumda Hediyeler

Anne babamın ilk çocuğu ve babaannemin ilk torunuydum. Üstelik bir erkek çocuk olarak Ünsoy ismini devam ettirecek biri olarak dünyaya gelmiştim ve bu yüzden şanslıydım.

Doğduğunda çirkin olduğumu düşünen babaannem bana zamanın en pahalı altını olan bir Reşad altını takmış. Bu altın sikkeler, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce Osmanlı döneminde basılmış ve Osmanlı padişahının tuğra denilen imzasını taşımaktadır. Burada resmini koyduğum bu Reşad altın sikkesini annem benim için uzun yıllar saklamış. Ailede maddi sıkıntılar yaşandığı dönemlerde bile satmayı düşünmemiş. Doğduğum zamanı ve bana bu hediyeyi veren babaannemi bu şekilde hatırlamak güzel bir şey. Annem büyüdüğümde babaannemin taktığı bu altını bana verdi. Ben de bu değerli hatırayı büyüdüğünde çocuğuma devretme mutluluğunu yaşadım.  Doğumunuzda veya çocukluğunuzda size verilen ve sizin için bir anlamı olan hediyeleri saklamanızı tavsiye ederim. İlerleyen yaşlarda geçmişi anımsarken ve özlerken insana güzel duygular yaşatıyor.

Babaannemden kalan Reşad altını

En büyük amcam Muzaffer, doğum günü hediyesi olarak benim adıma bir banka hesabı açmış. Çok ilginç gerçekten. Günümüzde bunun yaygın bir hediye şekli olduğunu sanmıyorum. Ama kendisi birikime inanan biriydi ve aslında sonraki yıllarda bana verdiği armağanlar çoğunlukla o banka hesabına katkı şeklinde oldu. Ben çok gençken vefat ettiğinden dolayı onu iyi tanıma fırsatım olmadı ve bu benim için gerçekten büyük bir kayıp.  Amcam, Harbiye’den mezun olduktan sonra Kara Kuvvetleri’nde kariyer yapmış bir kurmay subay idi ve emekli olmadan önce albaylığa kadar yükselmişti.

İkinci amcam Arif Ünsoy, ben doğduğumda yeni evlenmişti ve eşi ilk çocuğuna hamileydi. Ailede benden sonraki ikinci torun olan Haluk benim de kendime en yakın hissettiğim kuzenim olmuştur. Arif Amca bana iki altın hediye etmiş fakat bu altınların akıbeti ne olmuş bilmiyorum. Arif amcam kimya mühendisiydi ve aynı zamanda orduda kıdemli bir subaydı. Daha sonra albaylığa kadar yükseldi.

Üçüncü amcam Selahattin, benim için yeni bir beşik almış. Kendisi gayet zeki, dikkatli ve pratik yaratılışta biriydi. Kardeşler arasında en uzun ömür süren ve amcalarım arasında en yakın tanıma fırsatı bulduğum kişi de oydu. Kanvas çadır üretimi ve yurt sathında ticaretini yaptığı şirketini kurmuş, küçük kardeşini de yanına almıştı. Selahattin amcamla her zaman çok iyi bir diyalog ve ilişkim olmuştur.

Kardeşlerin en küçüğü olan Necmeddin amcam bana hep sabırsız ve bir acelesi varmış gibi gelirdi. Hatırladığım kadarıyla kendisini çok zeki biri olarak görürdü. Doğum hediyesi olarak bana bebek giysileri almış. Benim doğumumla ailenin en küçüğü olmaktan kurtulmuş, belki bunun da etkisiyle benimle çok yakın ilgilenmiş. Henüz beş aylıkken onun kucağında, beraber çekilmiş gayet havalı bir resmimiz var.

Necmeddin Amcam ile

Çocukluğumun önemli bir bölümünü birlikte geçirdiğim anneannem de bana altın takmış. Muhtemelen çocukluk yıllarımda mali sıkıntılar yaşandığında satılmış olmalı. Annemin dayıları Macit ve Hamit Kayra kardeşler daha pratik davranıp, bebek giysileri ve patik alıp hediye etmişler. Bu iki büyük dayımı daha yakın tanımak ve vakit geçirmek için fazla fırsatım olmadığı için üzgünüm.

“Çirkin bir bebek” için, fazlasıyla doğum hediyesi almışım!  Dünyaya gözünü açan bir çok bebekle karşılaştırdığımda kendimi çok şanslı hissediyorum.

Annem ve Babam Çalışırken …

Babam ben doğduğumda Singer Dikiş Makinaları şirketinde satış müdürü olarak çalışıyordu. Bundan önceki görevi İstanbul Defterdarlığı Tophane Şubesi’nde memurluk idi. 1949 yılının ilk aylarında aynı şubede yine memur olarak çalışan annemle tanışmış ve aynı yıl nişanlanıp evlenmişler.

Annem 1942’de, ortaokulu bitirdikten hemen sonra, Maliye Bakanlığı’na memur olarak girerek İstanbul Defterdarlığı’nın Tophane Şubesi’nde çalışmaya başlamış. Türkiye 2. Dünya Savaşı’na girmemiş olmasına rağmen, yaşanan ekonomik zorluklar tüm aileler üzerinde olumsuz etkileri olmuş. Annesi ve üç küçük kız kardeşi, dayıları ve teyzesiyle (büyük dayılarım ve büyük teyzem)  üç katlı ahşap bir evde yaşıyorlarmış ve annemden aileye maddi olarak katkıda bulunmasını istemişler. Bu yüzden liseye devam edemeden okulu bırakmak zorunda kalmış ve 17 yaşında Defterdarlık’da memur olarak çalışmaya başlamış.

Ben doğduğumda annem ve babam, her ikiside çalışıp maaş almalarına rağmen maddi açıdan çok mütevazi bir hayat sürüyorlarmış. Haziran 1950’de çekilen bu resimde de görüldüğü gibi, annem bana hamileyken, o ve babam akşam iş dönüşü vapurdan çıkıp yürüyerek eve dönerken pazardan aldıkları yiyecekleri taşıyorlar.

Annem ve babam çok çalışkan insanlardı. Emekli olana kadar hayatları boyunca çalıştılar. Annem hamilelik dönemlerinde ve çocukların bakımı için birkaç kere çalışmaya ara verdi, ancak bunun dışında resmi emeklilik yaşına kadar çalışmaya devam etti. Her ikisi de zengin ailelerden gelmiyordu. Her ikisine de hayata atıldıklarında babalarından miras kalmadı. Ancak, ailelerinden iyi bir eğitim alıp sonrasında çalışarak hayatını kazanma meziyetini edindiler. Ailelerinin onlara aşıladığı en önemli motivasyon işte buydu.

Her ikisi de ailenin geçimi için dışarda çalışan anne ve babamın bana ilginç gelen bir özellikleri de evde çok sayıda işi aralarında paylaşmaları idi. Belki ev işleri tam olarak yarı yarıya bölünmüş değildi, muhtemelen annem ev işlerinin ve çocuk bakımının büyük bir kısmını üstlenmişti. Bununla birlikte, babam, anneme yiyecek alışverişinde ve evdeki bir çok işlerde yardım ediyordu. Bazı yemekleri ama özellikle pilavı anneme babamın öğrettiğine dair bazen aralarına şakalaşırlardı. Çocuklarla, özellikle de ben büyürken benimle babam çok yakından ilgilenmiş, hem bana hem de anneme elinden gelen her türlü desteği vermiştir. Bazı eski Türk veya Osmanlı ailelerinde, erkekler veya babalar köşeye otururlar ve kadınların / annelerin hem çocuklara bakmasını hem de evin erkeğine hizmet etmesini beklerlerdi. Bazı yerlerde erkekler gidip kahvehanelerde oturur, diğer erkeklerle sohbet ederek vakit geçirirlerdi. Babam gerçekten bir aile babasıydı ve her zaman evdeki iş yükünü elinden geldiğince paylaşmaya çalışırdı. En azından büyürken benim gözlemim buydu. Babam bu yönden bana ilerisi için iyi bir örnek olmuştur!

Singer Yılları

Doğduğumda babam Singer Dikiş Makinesi şirketinde çalışıyordu. İstanbul’un hem içinde hem dışında pek çok bölgede satış, destek ve eğitimden sorumlu idi. Singer dikiş makinelerinin Türkiye’ye giriş yaptığı o ilk yıllarda İstanbul’da ama özellikle Trakya’da dikiş makinelerinin halk nezdinde yaygınlaşmasında, babamın çok etkili çalışmalar yaptığını söyleyebilirim. Istanbul o yıllarda ülkenin dünyaya açık en büyük şehri olup, ithal makinaların ülkeye ilk giriş yaptığı yerdi.

Singer, 1904 yılından beri Türkiye’de faaliyet gösteriyordu ancak yurt sathında dikiş makinesi kullanımı yaygın değildi. Ayrıca Singer, 2. Dünya Savaşı sırasında dikiş makinesi imalatını durdurmuş ve askeri ürünler üretimine odaklanmıştı. 1945’ten sonra şirket dikiş makinesi üretimine tekrar başladı. 1950’de, şirketin 100. yılında Türkiye dahil tüm dünyada yeni bir pazarlama girişimi başlattılar. Bu girişim, makinelerin küçük kasaba ve köylere kadar götürülmesini, ücretsiz dikiş kursları verilmesini, kadın eğitmenlerin yetiştirilmesini ve makine ile dikiş örneklerinin sergilenmesini içeriyordu. Planlanan, eğitim sınıfları, sergiler, tanıtım için ev ziyaretleri ve bunun gibi girişimleri öneren oldukça geniş bir kampanyaydı.

Babam 1950 yılı başlarında tam da bu pazarlama girişiminin bir parçası olarak işe alındı. İstanbul’da kısa bir eğitimden sonra, satış, destek ve eğitim için bölgesel bir sorumluluk kendisine verildi.

Ayrıca Türkiye’de henüz emekleme döneminde olan hazır giyim sektörünün ihtiyaçlarını ele alan toplantılara katıldı. Bugün, Türkiye’de hazır giyim endüstrisi veya daha geniş bir ifadeyle tekstil ve giyim endüstrisi çok büyük, GSYİH’nın yaklaşık % 7’si ve aslında ülkenin ihracatına önemli ölçüde katkıda bulunuyor. Ama o zamanlar, yaklaşık 70 yıl önce, çoğu kadın evde kendi giysilerini yapıyordu. Giyim ve konfeksiyon endüstrisi çoğunlukla küçük atölyelerde dikilen kıyafetler idi ve kadın işçiler dikiş makinelerini özel yapım giysiler için kullanıyorlardı. O günlerde henüz mağazalarda rafta satılan hazır giysileri giyinme alışkanlığı yoktu.

Babam evde kendileri için dikiş dikecek kadınların yanı sıra giyim ve konfeksiyon sektöründe çalışan kadınları da eğitiyor, teknik destek veriyor ve ürün ile yedek parça satışı yapıyordu. Dolayısıyla bu dönemde babamın sektöre katkısı sadece evde dikiş makinesi kullanımını artırmak değil, aynı zamanda kadınların dikiş makinası kullanarak konfeksiyon atölyelerinde çalışmasının yolunu açmak olmuştur.

Babam işi gereği sık sık araba kullanıyordu ve çoğu zamanda evden uzaktaydı. Biraz daha büyüdüğümde, annemin ve benim ona bu tür gezilerden birkaçında katıldığımızı hatırlıyorum. Üzerinde Singer işareti olan, arkasında dikiş makinelerini taşımak için özel bir yer olan steyşın vagon bir arabayı kullandığını anımsıyorum.

Babam, anneme de böyle bir Singer dikiş makinesi almıştı ve annem bu makinayla dikişte çok becerikliydi. Evin içindeki perdeler, örtüler, iç ve dış kıyafetlerimiz ve okul üniformaları da dahil olmak üzere pek çok şeyi bu dikiş makinasıyla diktiğini hatırlıyorum. Bu Singer makinesini hayatı boyunca sakladı. Aile yadigarı olan bu makinayı hatıra olarak korumaya devam ediyoruz.

Babamın Singer’deki görevi ile ilgili o yıllardan birkaç ilginç gözlemim vardır. Kursiyerlerin tamamı değilse de büyük çoğunluğu kadındı ve bu kadınların çoğu da gençti. Annemin o zamanlar uzun, yakışıklı bir genç olan babama karşı biraz kıskançlık duyması doğaldı. Babam Singer için çalışırken birkaç şehir değiştirmemizin bir nedeni de buydu sanırım.

Başka bir gözlem de, 70 yıl önce tüm bu taşra kadınlarının çok özgür göründüğü, başörtüsüz modern giyinmiş ve yeni beceriler öğrenmeye istekli olmalarıydı. Bugün, Türkiye’deki son 20 yıllık dinsel yönelimli hükümetlerden sonra, benzer bir eğitime katılacak kadınların nasıl görüneceğini merak ediyorum.

Ayrıca, bu dikiş eğitimleri Singer sponsorluğunda ücretsiz olarak veriliyordu. Bu kurslar ve sergiler, küçük kasaba ve şehirlerin eğitimine ve ekonomisine belli bir katkı sağlıyordu. Babam bana bu şehirlerdeki topluluklarla iyi bir işbirliği içinde olduklarını anlatırdı. O günün mütevazi ülke koşullarında bu tür girişimler her türlü yeniliğe açık olan halk tarafından da olumlu karşılanıyordu. Babam ayrıca yerel halkla gayet iyi ilişki kurabilen, onların koşullarını, sorunlarını, amaçlarını anlayabilen bir insandı. Bana değişik şehir ve kasabalardaki insanlar, aileler hakkında bazı gözlemlerini anlattığını hatırlıyorum. Babam hiç bir zaman burnu yukarda, insanlara tepeden bakan bir kişi değildi. Her zaman ve herkesle ilişki kurarken onların seviyesinde olmayı ve onlarla o şekilde ilişki kurmak isterdi. Ben de babamın bu erdemini benimsemiş ve hayatım boyunca bunu önemli bir prensip edinmişimdir. Gittiğim her ülkede, şehirde ve toplum grubunda onlarla aynı seviyede olmaya ve ilişkilerimi o düzende kurmaya çalışmışımdır. Babamın da yaptığı gibi böyle bir yaklaşım o tip ilişkilerde başarılı olmanın ilk koşuludur. Bu babamdan bana kalan önemli derslerden biri.

Babamın Singer’deki çalışmalarını, halkın dikiş eğitimi için döktüğü emekleri ve dolaylı de olsa Türk tekstil sanayinin 1950’li yıllarda başlayan gelişmelerindeki katkısını belirtmek doğru olur.

Bebeklik Yıllarım

Dünyaya geldiğim evde yaklaşık 2 yıl oturmuşuz. Bu ev ayağa kalkmayı, yürümeyi ve konuşmayı öğrendiğim yer. Ayrıca düşmeden merdivenlerden nasıl yukarı çıkıp, aşağı inileceğini de öğrenmişim.

Anneme göre, ben 16 aylıkken ilk arkadaşım, adı Halil olmasına rağmen Ali adını verdiğim küçük bir çocukmuş. Sokağın karşısındaki ahşap bir evde yaşayan bir balıkçının oğluymuş. Keşke onunla birlikte bir fotoğrafım olsaydı. Demek ki hayatımda ilk arkadaşım bir balıkçının oğluymuş!

Ev dışına ilk seyahatim İstanbul’un Aksaray mahallesinde oturan babaannem Ayşe Ünsoy’u yılbaşı gecesi, 31 Aralık 1950 de, ziyaretimiz olmuş.  Ben henüz 45 günlük bir bebekmişim. Bu ziyaretin enteresan tarafı, dinsel geleneklere bağlı babaannemin ilk defa bir yılbaşı gecesi yaşaması olmuş. Aynı zamanda, annem ve babam da bir aile olarak ilk defa bir yeni yıl kutlaması yapmışlar!

İlk şehirlerarası yolculuğum, 10 aylıkken, Ağustos 1951’de babamın Singer steyşın arabası ile İstanbul’un 150 km doğusunda bir şehir olan Adapazarı’na gitmemiz olmuş. Adapazarı 1951’de henüz küçük bir kasabaydı ve sanayi kuruluşu olarak sadece şeker fabrikası vardı. Babam Singer için çalışmalar yapıp, eğitimler verirken biz küçük bir otelde kalmışız. Birkaç gün sonra annem ve ben otobüsle İstanbul’a dönmüşüz.  Babam Adapazarı’ndaki çalışmalarına devam etmiş. İstanbul’a dönüş benim ilk şehirlerarası otobüs yolculuğum olmuş.

Bir yaşındayken bana verilen ilk hediyelerden biri dürbün olmuş. Onu bana kimin verdiğini hatırlayamıyorum. Bir yaşındaki bir çocuğun dürbünü nasıl ve ne amaçla kullanabileceğini de, doğrusu bilemiyorum!  Annem o günleri anarken, boynumda dürbün asılı olarak, evin içinde dolaşıp durduğumu söylerdi.

Ayrıca, yaklaşık bir yaşındayken gazeteleri yırtmanın en sevdiğim faaliyetlerden biri olduğunu da söylerdi annem. Sanırım annemler parçalamam için bana eski gazeteler veriyorlarmış! Bu, o yaştaki küçük çocuklar için oldukça yaygın bir aktivite olmalı. Bununla beraber 2 yaşına bastığımda bu gazete yırtma faaliyetini bırakmışım. Acaba gazetelerin değerini idrak etmeye başladığım için mi?

1951 yazının sonuna doğru, 9 aylıkken ayaklarımın üstünde durmayı becermişim ve tam olarak 5 Aralık 1951’de henüz bir yaşındayken yürümeye başlamışım.

Annem ilk üç ay sadece anne sütü ile beslendiğimi söylerdi. Daha sonra süt ve pirinç unundan yapılan muhallebi gibi mama, havuç ve patates püresi, ardından ıspanak, kereviz, dana eti ve köfte dahil olmak üzere aşamalı olarak tamamlayıcı yiyeceklere başlamışım. Ama bana çok küçükken süt içmeyi çok sevdiğimi söylerdi annem. İlk sekiz ay emzik kullandığımı, ancak emzikleri düşürüp kaybettiğim için çok sayıda emzik almak zorunda kaldığından şikayet ederdi.

Benim ek gıda gereksinimlerim nedeniyle ailem bir buzdolabı almaya karar vermiş. O zamanlar pek çok evde buzdolabı yoktu. Annem ve babam 1951’de Frigidaire marka buzdolabı satın almışlar. General Motors (GM) malı olan bu buzdolabı, çok güvenilir ve uzun ömürlü bir dolap olmuş ve 1970’lere kadar, yani 20 yıldan fazla ailemize hizmet etmiştir.

Doğduğumda çok saçım yokmuş.  Ama saçlarım zamanla uzamış ve berbere ilk yolculuğum Aksaray’da babamla birlikte 15 aylıkken Mart 1952’de olmuş. Sanırım babam beni kendi berberine götürmüştü. Babam bana saçımın kesilmesini sevmediğimi ve berberin saçımı kesmekte zorlandığını söylemişti! Bütün hayatım boyunca berbere gitmek pek de sevmediğim bir iş olmuştur!

Konuşmaya başladığımda, Türkçe öğrendiğim ve konuştuğum ilk kelimelerin bazıları “gazete” (onları yırtmak için!), “su”, “mendil” (belki burnum sürekli akıyordu!) ile ilgiliydi.  “Ayakkabı”, “kahve” (o zamanlar kahve içtiğimi düşünmediğim için şaşırtıcı), “ver”, “bak”, “güle güle” diğer öğrendiğim kelimelermiş.

O yıllarda ülkede tüm çocuklar okul öncesi düzenli olarak belli hastalıklara karşı aşılanırlardı. Aşı isteğe bağlı bir şey değildi ve gerekli tüm aşıları yaptırmadıysanız, okula başlamak için kayıt olmanız mümkün değildi. Dolayısıyla ben de çocukluğumda her türlü aşıyı oldum.

1953’ün başına kadar hayatımın ilk iki yılında evimizin prensiydim. Doğal olarak ailemin ilgi odağı bendim. Annem çalışıyordu ama beni hafta içi her sabah anneannemin Beylerbeyi’nde kaldığı eve götürüp bırakıyordu. O evde de ilgi odağı idim.  Anneannem Sadiye Kayra ve annesi Kadriye hanım hep evdeydiler ve akşamları büyük teyzem Mediha Kayra öğretmen olduğu okuldan eve gelirdi. Annem de akşamları gelip beni alır kendi evimize götürürdü. O yıllarda akşamları iş yerinden gelip, tüm o basamakları tırmanarak teyzemin evine gelmesi ve beni Salacak’taki evimize geri götürmesi kim bilir ne kadar yorucuydu! O yıllarda bana baktığı için anneanneme müteşekkir olmam gerektiğini söylerdi annem. Bununla birlikte, her sabah beni bırakıp akşam alıp eve götürme zorluğuna katlanan anneme daha da minnettar olmalıyım. Çok zahmetli ve yorucu günler geçirmiş olmalı.

Annemin dört erkek çocuğu olduysa da ben onun ilk göz ağrısı idim. Muhtemelen, benim bebeklik yıllarım onun çocuk yetiştirme konusunda çok şey öğrendiği ve tecrübe kazandığı bir dönem oldu. Ama aynı zamanda ilk annelik heyecanı ile her türlü fedakarlığı yapmaya da çok istekliydi. Kendini hem çalışmaya hem de aynı anda bir çocuk yetiştirmeye hazırlamıştı. Ben doğduğumda 25 yaşındaydı ve aynı kurumda, yani Maliye’de 8 yıldır çalışıyordu. Bir kadın olarak, bir eş olarak ve aynı zamanda bir anne olarak çok olgun bir karaktere sahipti. Benim için zeki, istikrarlı ve sevecen bir anne olduğunu düşünüyorum. Onun ilk çocuğu olduğum için kendimi çok şanslı buluyorum ve tüm yaptıkları için de çok minnettarım.

Annem ve babam, ben ilk çocukları olduğum için Yavrumuz adlı bir anı defter satın almışlar ve benim bebeklik yıllarıma ait bütün bilgileri bu deftere özenerek yazmışlar. Benim burada verdiğim bilgiler bu sakladıkları Yavrumuz defterindendir. Onlara bu ileri görüşlü düşüncelerinden dolayı da minnet duyuyorum.

Ev Taşınmaları

Babam, biz İstanbul’da otururken, Singer arabasıyla sık sık Trakya’daki yerleşim yerlerini ziyarete gidiyor ve bu nedenle bazı akşamları evden uzakta geçiriyordu. Bu yüzden Trakya’da bir kasabaya taşınmanın daha uygun olacağına karar vermişler. Bu durum babamın işi bakımından da o bölgede daha etkili olmasını sağlamış.  Ancak annemin İstanbul Defterdarlığı’ndaki görevinden ayrılmasını gerektirmiş.

Çorlu

Annem ve babam, Ağustos 1952’de, ben yaklaşık 2 yaşındayken Çorlu’ya taşındı. Babam, Trakya’nın çeşitli küçük kasabalarında Singer dikiş makinelerinin satışını yapıyor ve eğitimler veriyordu. Çorlu’daki toplantı ve kursların yanı sıra Lüleburgaz, Muratlı, Tekirdağ’ı da ziyaret ediyordu.

O zamanlar Çorlu, çok küçük ve kendi içine kapalı bir kasabaydı. İstanbul gibi büyük bir şehirden gelen biri için, yapılacak fazla bir şey olmayan, biraz geri kalmış bir yer olarak görülmüş olmalı. Kasaba, M.Ö. 1000′ lere kadar giden uzun bir geçmişe sahiptir ve İstanbul ile Avrupa ülkeleri arasında kavşak noktasında bulunduğu için tarihte önemli bir askeri rol oynamıştır. Kasabada büyük bir hapishane, geniş bir askeri üs ve henüz gelişmemiş küçük bir endüstrisi vardı. O zamandan beri, şehir, birçok yeni endüstrinin, özellikle de imalat endüstrisinin gelişmesiyle önemli ölçüde büyüdü. Bugün, Türkiye’nin diğer illerinden işçileri çeken birçok sanayi kompleksine sahip.

1950’lerde Çorlu nüfusunun çoğu, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya’ dan gelen göçmenlerden oluşmaktaydı. Annem ne Çorlu’daki evi ne de Çorlu’nun insanlarını sevmiş. Oturdukları ev anneme güven vermeyen bir yerdeymiş. Babam bir kaç gün evden uzak kaldığında küçük bir çocukla tek başına evde korktuğunu anlatırdı. Bu dönemde o sırada Selahattin amcamın nişanlısı olan Hayriye yenge 2 haftalığına kalmaya evimize ziyarete gelmiş ve annem bu iki haftanın yengemin arkadaşlığıyla çok rahat geçtiğini anlatmıştı. Sonrasında annem daha fazla bu eve dayanamamış, bir iki ay içinde tekrar toplanıp, taşınmışlar, bu sefer Tekirdağ’a.

Tekirdağ

Tekirdağ tarihi milattan binlerce yıl önceye uzanan ve o zamanlar Çorlu’dan biraz daha büyük bir şehirdi. Marmara Denizi kıyısında, İstanbul’un yaklaşık 150 km batısında tarım ürünlerinin yüklendiği küçük bir limana sahipti ve İstanbul’dan çalışmaya veya oturmaya gelenlere çok uygun kiralık ev seçenekleri sunuyordu.  Ailecek Tekirdağ’a taşındığımızda burası daha çok bir tarım kasabası imiş. Şehir merkezinde çok sayıda ahşap evler varmış. Annemin beğendiği ahşap evlerden birine taşınmışlar. Bu ev valinin oturduğu binaya çok yakın bir sokağın içindeymiş.

Tekirdağ’a taşındığımızda annem ilk kardeşim Bülent’e hamileymiş. Bülent’in doğumundan kısa süre önce babaannemin evinde kalmak için İstanbul’a gitmişiz. 1 Nisan 1953’te İstanbul Aksaray’daki evde annem Bülent’i çok zorluklar çekerek dünyaya getirmiş.  Önceden doğum için ayarladıkları ebenin son anda sağlık nedeniyle yardıma gelmemesi üzerine annem sadece anneannem ve babaannemin yardımıyla, kendi ifadesiyle ölümden dönerek doğumu gerçekleştirmiş. Anneme göre evde doğum yapılması babamın isteğiydi ve doğum sırasında babam iş için evden uzaktı. Annemin hayatında çok önemli bir iz bırakan bu olayı kendisinden sık sık dinlemişizdir. Özellikle ebenin gelemeyeceğini duyduğu an yaşadığı travmayı, o anı yaşıyormuş gibi anlatırdı.  Annem bundan sonraki doğumlarını, hiç kimseyi dinlemeden, hastanede gerçekleştirdi.

Bülent’in dünyaya gelişinden kısa bir süre sonra hepimiz Tekirdağ’daki evimize geri döndük. Tekirdağ’daki evi pek hatırlamıyorum ama annem bize evin sonraki yıllarda nerede olduğunu gösterdi. O zamanlar şehrin tam merkezinde, vali konağına yakın, dar sokaklar ve eski evlerin bulunduğu bir yerdeydi.

Annem çalışmadığı için benimle ve Bülent’le daha çok vakit geçiriyordu. Nisan 1954’te bizi annesini ve teyzesini ziyaret etmek için İstanbul’a, Beylerbeyi’ndeki eve götürdüğünü hatırlıyorum. Bu ziyaret sırasında çeşitli fotoğraflar çekilmiş. Ben üç buçuk, Bülent ise henüz bir yaşındaydı. Resimler, ağabey olmaya nasıl hazır olduğumu gösteriyor!

Bursa

Birkaç ay sonra babam Singer’deki görevinde terfi alarak Bursa’ya tayin oldu ve 1954 baharında evimizi 200 km. güneydeki bu tarihi şehre taşıdık.

Bursa’da geçirdiğimiz zamanı da pek iyi hatırlamıyorum. Bahçeli müstakil bir evimiz olduğu söylerdi annem. Ancak, annemin çok muhafazakar bir şehir olduğu için Bursa’yı çok sevimli bulduğunu sanmıyorum. Geçmişi binlerce yıl önceye uzanan ve yüzyıllar boyunca çeşitli uygarlıkların yerleşim merkezi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti de olan şehrin büyük kısmı o yıllarda ahşap ve mütevazi evlerle kaplıydı. Şehir, içindeki geniş bahçeler ve etrafında yoğun ormanlara sahip olduğu için Yeşil Bursa olarak da bilinir. Termal banyoları ve önemli bir kayak merkezi olan Uludağ ile de ünlüdür.

Çocukluğumda, özellikle Ramazan aylarında seyredip eğlendiğimiz, Türk halk sanatının iki önemli gölge oyunu karakteri Hacivat ve Karagöz’ün evi de burasıdır.  Osmanlı döneminde gerçekten yaşayan bu iki gölge karakter, birbirinin tam zıtları olan iki insanı temsil eder. Karagöz okuma yazma bilmeyen ama dürüst bir köylü iken Hacivat şiirsel bir dil konuşan, eğitimli ve elitist bir şehir sakini. Her şey hakkında tartışırlar ve gösteriye bazen başka karakterler de katılır. İlginç olan, günlük yaşamda hepimizin gözlemlediği gerçeği yansıttığı için diyalogların komik ama çok eğitici olmasıdır. Hacivat ve Karagöz’den bugün bile öğrenilecek çok ders var!

Şehir ayrıca İskender Kebabı, kestane şekeri ve lokum dahil pek çok yemeği ve tatlısı ile de ünlüdür. Birkaç yıl önce, Jeelee ve ben Bursa’yı iki defa ziyaret ettik, şehrin tarihi yapılarını ve doğal güzelliklerini gördük, yemeklerinin tadını çıkardık. Bursa, Türkiye’de özellikle ziyaret edilmesi gereken bir şehir!

Babam, şirket arabasıyla ilgili bazı anlaşmazlıklar nedeniyle, şirkette geçirdiği beş yılın ardından 1955’in başında Singer’den ayrıldı ve hepimiz İstanbul’a geri döndük. Annemin ısrarı üzerine Mediha teyzemin evinin yakınına, Beylerbeyi’nde kiraladıkları eve taşındık.

İstanbul’a döndükten bir hafta sonra babam Denizcilik Bankası’nda (şimdiki adı Deniz Bank) işe girip çalışmaya başladı. Muhtemelen İstanbul’a dönmeden önce çeşitli iş müracaatları ve temasları yaptı. O dönemde ticari bankalardan birinde üst düzey yönetici olan annemin dayısı Macit Kayra babamın bankaya girişinde yardımcı olmuştu. Bu olay babamın bankacılık kariyerinin başlangıcı oldu.

Birkaç hafta sonra, teyzemin oturduğu Fıstıklı sokakta, onun 9 numaralı olan evinin birkaç bina aşağısındaki yepyeni bir daireye taşındık. Yeni yuvamız, iki katlı, 8 daireli geniş bir binanın birinci katında yer alan iki yatak odalı küçük bir konuttu.

Beylerbeyi Yılları

Ben bir aylıkken annem Maliye’deki görevine geri dönmüştü ve ben de bütün gün Mediha teyzemin evinde anneannem ile birlikte kalıyordum. Annemin teyzesi olan Mediha Kayra’nın Anadolu yakasında, Beylerbeyi’nde, Boğaz’a bakan bir tepede, içinde yüksek ağaçların bulunduğu ve bana çok büyükmüş gibi gelen bir bahçe içinde 2 katlı güzel bir evi vardı.

Beylerbeyi, Osmanlı İmparatorluğu’nda eyalet valisi anlamına gelir. Onaltıncı yüzyılda Rumeli beylerbeyinin burada bulunan köşklerinden dolayı semte bu isim verilmiştir. 19. yüzyılda gösterişe önem veren bir padişah olan Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan Beylerbeyi Sarayı da bu semti süsler. Mediha teyzemin evi, işte böyle tarihi bir semtte bulunmaktaydı.

Teyzemin evine ulaşmak için önce Kadıköy’den vapurla Beylerbeyi’ ne gitmek gerekiyordu. Oradan, sahil boyunca yaklaşık bir buçuk kilometre yürümek ve uzun, bitmeyecekmiş gibi gelen, birkaç yüz basamaklı merdivenlerden tepeye çıkmak icap ediyordu. Yukarı çıkarken sol tarafın çam ağaçlarıyla dolu ormanlık bir alan olduğunu ve merdivenlerin sağ tarafında birkaç güzel ev bulunduğunu hatırlıyorum. Tepenin arkasında, arabalar ve kamyonların kullandığı toprak bir yol da vardı.

Mediha teyzemin evinin Boğaz’a bakan tarafında üst katta boydan boya çok güzel manzaralı bir balkonu vardı. Tam aksi yönde ise asma ile kaplı geniş bir kare balkon bulunuyordu. Evde büyüklerle vakit geçirmekten çok bahçede oynamayı ve koşturmayı severdim. Ağaçlardan düşen cevizleri toplama (çok yüksek iki ceviz ağacı vardı) ve oldukça güçlü dalları olan incir ağaçlarına tırmanmaya çalışma gibi pek çok güzel anılarım vardır.

Sokağın karşısındaki komşunun büyük bir bahçesi vardı ve yüksek çam ağaçları ile doluydu. Ayrıca her yerde serbestçe dolaşan hindileri de yetiştiriyorlardı. Kaç tane hindileri olduğunu hatırlamıyorum ama en azından bir düzineye yakın hindileri vardı. Hindiler tarafından kovalandığımı hatırlıyorum ve bazen ben de onları kovalıyordum. Onları heyecanlandırıp, gürültülü bir şekilde bağırmalarını sağlamak nedense beni çok mutlu eden bir eğlenceydi. Mediha teyzem o günleri anlatırken benim hindilerle bu mücadeleme gülerek değinirdi. Hindilere o zamanki lisanımla, “babindilop” dermişim! Maalesef komşu benim babindilop tutkumdan pek hoşlanmazdı ve hindilerini rahat bırakmamı isterdi. O çocuk yaşımda öğrendiğim ise şu oldu. Hindiler zeki, sosyal, gayet meraklı ve bazen çok komik olabilen hayvanlardır.

Mediha teyzemin bahçesinde ayrıca dut, erik ve birkaç fındık ağacı vardı. İlerleyen yıllarda, annemin ailesinin geçmişte Trabzon’da fındık yetiştirip yurtdışına sattığını öğrendim. Maçka’nın (Trabzon) tepeliklerinde fındık yetiştirmek için geniş arazileri bulunuyordu. Mediha teyzemi ve kardeşlerini okutan, ailenin bu yemişten sağladığı gelirdi. Dolayısıyla, fındığın onların geçmiş hayatında özel ve ciddi bir yeri vardı.

Bu meyvelerin çoğunu hayatımda ilk kez bu bahçede tattığımı söylemek doğru olur. Özellikle ceviz, fındık, incir, hurma ve dut için bu kesinlikle doğru idi. İncir ve siyah dutun ellerimi ne kadar kirlettiğini çok iyi hatırlıyorum.

Teyzemin evine misafir olduğum bu dönemde, annemin büyükannesi Kadriye hanımı da, az da olsa tanıdım. İşte evin kapı önü merdivenlerinde (soldan sağa) anneannem, onun annesi Kadriye hanım, Mediha teyzem, annem ve ben birlikte; dört neslin bir arada olduğu ender bir zamandan kalan değerli bir hatıra. 

Bebeklikten çocukluğa geçtiğim bu ‘gelişme’ yıllarımda edindiğim bir kaç önemli tecrübeyi sıralamak isterim. Birincisi, bazı riskleri göze alarak bağımsız hareket etmenin mümkün olması idi. Evle kısıtlı değildim ve 3 ayrı seviyeye yayılmış olan bu geniş ve ağaçlıklı bahçede dolaşabiliyordum. Arazinin şekline uymuş olan bahçenin bu farklı seviyeleri birbirine taş merdivenlerle bağlanmıştı ve içinde kolayca kayboluyordum.

İkincisi, hiç de sıkılmadan kendimi değişik şeylerle meşgul edebileceğimi öğrendim. Bahçede ve çevremde gördüğüm her şey benim için keşfedilecek yeni bir şeydi. Örneğin evin ikinci kat balkonundan Boğaz’dan geçen gemileri izlerdim. Gemileri saymayı öğrenmiştim. Özellikle Mediha teyzem, bana Rus gemilerini işaret ederek, ne taşıdıklarını sorup, tahmin etmemi beklerdi. Günün sonuna doğru 

annemin yolunu sabırla gözlediğimi de hatırlıyorum. O günlerde öğrendiğim sözlerden biri kırık Türkçe ile “ağacın arkanda”dır.  Annemin iş dönüşü ağaçların arkasından çıkıp, gelip beni alacağını söylemek istiyormuşum.

Daha önce bahsettiğim gibi bebeklik yıllarımda aslında Beylerbeyi’nde yaşamıyorduk. Annem beni anneannemin bakması için bırakıyordu. Ancak babam Singer’den ayrıldıktan ve ailecek Bursa’dan İstanbul’a döndükten sonra 1955’in başlarında Beylerbeyi’ ne geldik ve önce birkaç haftalığına geçici bir eve, sonra da Fıstıklı Sokak’ da iki yatak odalı bir eve yerleştik.

Bu daire zemin katta ve yeniydi, çevresinde bir bahçe vardı. Asıl önemli olan ise anneannemin ve Mediha teyzemin oturduğu evin sadece 2 veya 3 ev aşağısında olmasıydı. Bu benim için harika bir şeydi, çünkü bildiğim alışık olduğum bir çevrede, teyzemin bahçeleri, ağaçlar ve oyun alanlarına hatta komşulara geri dönmüştüm. İki yaşına gelen kardeşim Bülent’le bahçede bol bol oynar, beraber vakit geçirirdik. Arkamızdaki evde oturan komşunun hindilerini kovalamaya devam ettim. Aslında o evdeki kız ve oğlan iki çocukla arkadaş olmaya çalıştık. Ama onlar bizden çok daha büyüktüler ve maalesef herhangi bir dostluk kuramadık.

Mayıs 1955’te, güneşli ve sıcak bir günde bahçede koşarken, paslı bir tel çitin üzerinden atlamaya çalıştım, fakat başaramadım ve yere düşüp, dizimi kesip kanattım. Babam akşam eve geldiğinde beni bir sağlık kliniğine götürüp tetanoz aşısı yaptırdı. Acı verici olduğunu gayet iyi hatırlıyorum. Gerçekten de dizimdeki yara o kadar büyüktü ki bugün bile hala görülebiliyor. Diyeceğim şu ki, Beylerbeyi ile ilgili aklımda çok canlı anılarım ve vücudumda da yaptığım yaramazlıkları gösteren izler mevcut.

1950’lerin ilerleyen yıllarında, yaz tatilinde Beylerbeyi’ne gelip birkaç hafta geçirdik. Mediha teyzemin evinin bodrum katını kullandığımızı hatırlıyorum. İlginç bir şey, 1959 Temmuz’unda bu evde tatil yaparken, annem en küçük kardeşim Engin’e hamile kalmış.

Daha sonraki yıllarda Mediha teyzem Beylerbeyi’ndeki evini yeğeni Doğan’a verdi. Doğan’ın bazı ticari işlemlerde bu evi iş ortağına kaptırdığını ve ardından üçüncü şahıslara satıldığını öğrendim. Bu ev güzel ve çok değerli bir gayrimenkul idi. Bu şekilde elden gitmesi aile için büyük bir kayıp oldu. Birkaç yıl önce, 65 yıl aradan sonra bu evi ziyaret ettik. Anladığım kadarıyla şimdi bir politikacıya ait ve evi restore edip, etrafındaki güvenliği artırmışlar.

Mediha teyzem benim hayatımda önemli bir rol oynamıştır. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte, Kemal Atatürk’ün reformlarının uygulanmasında Mediha teyzem bir öğretmen olarak eğiticilik, önderlik ve liderlik göstermişti. Benim bu bebeklik, çocukluk ve ilerleyen okul yıllarımda Mediha teyzemle geçirdiğim zamanlar, içime Türkiye ve Atatürk sevgisini, daha da önemlisi seküler dünya görüşünü çok sıkı bir şekilde yerleştirdi. Din kuralları ile devlet yönetiminin ayrı tutulması, ülkenin modernizasyonu ve gerçek bir 20. yüzyıl Türkiye’sinin gelişmesi için çok önemliydi. Mediha teyzem bana bu görüşleri öğreten ve beni yönlendiren ilk insandır.

Anaokulu Öğretmenim Olarak Babam

Bugün bildiğimiz gibi, çocukların öğrenime başlaması için en uygun yaş 5 ile 6 yaşları arasıdır. Bu nedenle, anaokulu ve okul öncesi eğitimi çok önemlidir ve bu gerçek bugün eğitim uzmanları tarafından sürekli vurgulanmaktadır. 1950’lerde Türkiye’de henüz anaokulları veya kreşler yoktu.  Ama ben şanslıydım. Ailenin ilk çocuğuydum ve benim için o kritik yıllarda bana bir şeyler öğretmek için zaman ayırabilen anne ve babam, özellikle de babam vardı.

Soru sormayı çok seven, merak ettiği her şeyi öğrenmek isteyen bir çocuktum. Beş yaşından itibaren çevremde görüp, ne olduğunu merak ettiğim her şeyi babama sorardım. Babam hiç usanmadan, tam tersi, büyük bir hevesle sorularıma cevap verirdi. Bu yolla çok şey öğrenmiştim. Öncelikle, saati okumayı öğrendim. O zamanlar dijital saatlerimiz yoktu. Üzerinde rakamlar olan, bazen de olmayan “analog saatler” vardı. Bu tip saatlerden zamanı söylemek özellikle çocuklar için hiç de kolay değildir. Babamın yardımıyla saat okumayı öğrenmiştim.

Babam bana okumayı da öğretmişti ve ben sadece gazetelerdeki manşetleri okumakla kalmadım. Yürürken veya otobüsde giderken sokaklardaki tabelaları okurdum. Hatta otobüs veya tramvay penceresinden dışarıya bakmak ve dışarıda gördüğüm tabelaları yüksek sesle okumak benim için zevkli bir rutin uğraş haline gelmişti.

Ayrıca babam bana nasıl sayılacağını ve temel aritmetik işlemlerini de öğretmişti. Her türlü şeyi sayma huyum vardı, attığım adımlar, merdiven basamakları, önünden geçtiğimiz bina sayısı veya geçen araba sayısı, gemi sayısı, insan sayısı. Bu çocukluk günlerimde benim için çok güçlü bir alışkanlıktı, fakat annemin bundan gerçekten sıkıldığını hatırlıyorum.

Ben çok meraklı bir çocuktum. Belki çok zeki değilim ama az önce de bahsettiğim gibi gördüğüm her şey hakkında pek çok soru soruyordum. Anneme ve babama radyoda duyduğumuz her şeyi, gazetelerdeki büyük manşetleri veya bir araya geldiklerinde yetişkinler arasında tartışılanları sorduğumu hatırlıyorum. Anne babamın akrabaları, komşuları ve arkadaşları bir araya geldiklerinde, onların ortasında olurdum, dikkatle dinler ve onlar için sıkıntı yaratacak düzeyde sorular sorardım. Aldığım cevabı yeni bir soru izlerdi. Bu soru da genelde “NEDEN” olurdu. Anlatılan şeyin neden olduğunu bilmek isterdim. Belki de sorması en kolay ve yanıtlanması en zor soru buydu.

Ben büyürken benim için ilginç bir kişi, Ocak 1953’te Amerikan Dışişleri Bakanı olan John Foster Dulles idi. O yıllarda Türkiye Kore Savaşı’na girmiş ve NATO’ya yeni katılmıştı. Amerika ile Sovyetler Birliği arasında Soğuk Savaş devam ediyordu. John Foster Dulles Kore Savaşı’nın mimarı olarak, radyoda devamlı ismi geçiyormuş.  Annem ve babam bana 3 yaşımdayken telaffuz etmeyi öğrendiğim ilk yabancı ismin John Foster Dulles olduğunu söylerdi. Sanki şarkı söylüyormuş gibi onun ismini gün içinde defalarca tekrarlıyormuşum!

Annemi ve babamı kızdıran bir diğer şey de “gerçeği” (en azından olayları gördüğüm şekilde) başkalarının önünde söylememdi. Bazen akraba veya komşularla birlikteyken, annem ve babam bazı aile içi olayları saklamayı ya da küçük yalanlar söylemeyi tercih ediyorlardı.  Ben onları düzeltmek, ifşa etmek ve istemedikleri şeyleri söylemekle ün saldım. Beni defalarca uyardıklarını ve bazı durumlarda muhtemelen bu nedenle yanlarında olmama izin vermediklerini hatırlıyorum.

Babaannemi ziyaret ettiğimde, bana evde işlerin nasıl olduğu hakkında sorular sorduğunu hatırlıyorum. Türkçede “çocuktan al haberi” şeklinde bir ifade vardır. Özellikle sık sık ziyaret ettiğim babaannem bizim evde neler olduğunu öğrenmek için bu yöntemi kullanıyordu. Zamanla bunun önemini idrak ettim ve babaannemle veya bu konuda herhangi bir yetişkinle konuşurken çok daha dikkatli ve diplomatik olmayı öğrendim!

Özetle, babam benim eğitime en istekli yaşlarımda büyük emekler harcayan ve hayatımın en önemli fırsatlarını önüme açan ilk öğretmenimdir. Ancak, benden sonra babamın kardeşlerime benimle olduğu kadar zaman ayırmadığını düşünüyorum. Belki o yıllarda buna zamanı yoktu, belki çocuk eğitmeye hevesi kalmamış idi ya da kardeşlerim benim kadar meraklı değildiler.

Erken gelişim yıllarımda, hem anne hem de baba tarafındaki akrabalarımdan, fakat en çok da babamdan benim için çok değerli şeyler öğrendim. Bunun için babama minnettarım, benim için gerçekten harika bir öğretmendi!

Yüzme

Çocukken, özellikle ilkokul öncesi, katıldığım tek takım spor faaliyeti, sokaklarda veya mahalledeki boş arazilerde futbol oynamak idi. Fakat kişisel faaliyet olarak yüzmek benim en sevdiğim spordu. Annem ve babam bana çok erken yaşta yüzmeyi öğretmişlerdi. İlk yüzme fırsatını nerede buldum hatırlamıyorum. Ancak bebeklik ve çocukluk yıllarımda hep Marmara Denizi sahillerine yakın yaşamışızdır. Beş yaşındayken yüzdüğümü hatırlıyorum. Muhtemelen yüzmeyi üç ya da dört yaşındayken Marmara Denizi’nde öğrendim.

Hem annem hem de babam yüzmeyi çok severdi ve ikisi de gayet iyi yüzücüydüler. Babam gençken serbest stil yüzerdi ama en çok tercih ettiği yüzme stili sırtüstü yüzme idi. Benim sırtüstü yüzmede kulaç hareketlerim babamın sırtüstü kulaç hareketleriyle aynıdır. Kurbağalama, annemin en sevdiği yüzme tarzıydı ve ben kurbağalama yüzdüğümde, şimdi bile annemin stilinin aynısını kullanırım.

Benim çocukluğumda İstanbul içinde ve çevresinde çok sayıda kumsal plajlar vardı. Ne yazık ki bu plajların çoğu bugün ortadan kaybolmuş durumda. Avrupa yakasındaki Florya Plajı bunların en ünlüsü ve en iyilerinden biriydi.  Geçmişi 1920’lere kadar uzanan, Marmara Denizi’nin 2 km uzunluğundaki beyaz kumlu sahilini kaplayan tarihi bir plaj idi. 1935 yılında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk için yaptırılan Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün de katılması ile daha da zenginleşmiş ve meşhur olmuştu.

Daha sonraki yıllarda Florya’nın biraz ilerisindeki Ataköy Plajı popüler olmuştu. Florya ile kıyaslandığında biraz daha küçük ama kumlu sahili ve ahşap bir iskelesi olan sevimli bir plajdı. Babam Emlak Kredi Bankası’nda çalışırken 1960’lı yıllarda ailecek bir kaç kere bankanın buradaki yazlık kampına gidip 15 gün kadar kalmıştık. 

Asya yakasının en güzel kumsalı, en çok ziyaret ettiğimiz Fenerbahçe Plajı idi. Muhtemelen girilmesi en ucuz olanlardan biriydi ve kısmen de bu yüzden en kalabalık plajlardan biriydi.

Caddebostan, Suadiye ve Küçükyalı’da daha kaliteli ve daha pahalı plajlar vardı ve oralara gitmek için tren veya otobüse binmemiz gerekiyordu. Bütün bu plajlar yaz aylarında özellikle hafta sonları çok kalabalık olurdu.  Bu plajlara tek başıma gittiğimi hatırlamıyorum, hafta sonları hep ailecek birlikte giderdik.

Bütün bu saydıklarım içinde benim için en muhteşem olanı ise Moda Plajı idi. Denizi kumluktu ama kıyısı taşlık ve kayalık idi. Bu yüzden sahilden kumluk alana kadar tahta iskeleler inşa edilmişti. Bu iskeleler üzerinde ahşap merdivenler ve atlama kuleleri vardı. Bu plaj ilk olarak 1900’ün başlarında Almanlar tarafından inşa edilmiş. Ancak 1923’ten itibaren, bir Türk aile tarafından işletilmeye başlanmış. Bu aile 1980’de, rıhtımdaki arazi ıslahı nedeniyle kapatılana kadar bu plajı ellerinde tutmuşlar.

Moda Plajı’nın bir diğer özelliği de herkese açık bölümünden ayrı ama plaja bitişik sadece kadınların yüzmesine ayrılmış bir “kadınlar plajı” olması idi. Annemin ailesindeki kadınlar ve daha sonra da annem gençken bu plajın kadınlar bölümünü kullanmışlar. Annem gençliğinde dalmayı severdi ve bu plajın atlama kulelerini kullanmış olmalı. Evlenmeden önce, 1940’lı yıllarda Kadıköy Maliye’sinde çalışırken, yazın öğlen izinlerinde arkadaşlarıyla Kadıköy’den, tramvayla, Moda’ya gelip bir saatliğine de olsa plajda denize girerlermiş.

Ben çocukken, Moda Plajı’nı pahalı bulurduk. Bazı arkadaşların bir sandal kiralayıp plaja yaklaştıklarını ve bu sayede plaja gelip girdiklerini hatırlıyorum. Ayrıca bu plajın çeşitli su sporları için kullanıldığını da biliyorum.

Kadıköy’ün benim çocukluğumdan önce kullanılan bir plajından bahsetmem ilginç olabilir. Kadıköy iskelesinden Moda’ ya doğru giden yokuşlu yolun geçtiği bölgeye Mühürdar denir. Bu yolun Marmara Denizi’ne sahili 1930’lu yıllarda plaj olarak kullanılıyormuş. O zamanlar Yeldeğirmeni semtinde oturan annemin ailesi, yaz aylarında çoluk çocuk bu plaja yüzmeye gelirlermiş. Ailenin başındaki Mediha teyzem o zamanki uygulamayla sezonluk bilet alarak, okuldan öğretmen arkadaşları ve çocukları da beraber kalabalık bir grup halinde denize girerlermiş. Çocukluktan genç kızlığa geçmekte olan annem muhtemelen yüzmeyi burada öğrenmiş olmalı. 

Marmara Denizi’ndeki en iyi doğal plaj ise Büyükada’daydı.  Adanın merkezine çok uzak olmayan Dil Burnu mevkiinde yer alan bu yere Yörükali Plajı deniyordu. Gerçekten insana huzur veren, güzel bir piknik yeriydi. Çok sayıda çam ağaçları ve güzel bir kumsalı vardı. Çocuklu kalabalık aileler için piknik yeri olarak ideal bir yerdi. 1960’ların ortasında yine böyle bir piknikte anneannem ve babaannemin el ele tutuşarak çıplak ayakla denizin sığ sahilinde ağır ağır yürüyüş yaptıklarını hatırlıyorum.  Çevre o yıllarda şimdiki gibi çok kalabalık değildi. Ama tek sorun oraya ulaşmaktı. Bir saatlik vapur yolculuğuyla Büyükada’ya gidilir, daha sonra vapur iskelesinden adanın Dil Burnu bölgesine kadar, adaların hiçbirinde motorlu araç olmadığı için ya yürümek ya da faytona binmek zorunda kalırdınız. Bununla birlikte, muhtemelen bugün mevcut olmayan üçüncü bir alternatif vasıta daha vardı ve bu, özellikle çocuklar için eşeğe binerek gitmekti. Küçükken bu adada en az birkaç kez eşeğe bindiğimi ve Yörükali Plajı’na o şekilde gittiğimi hatırlıyorum.

Yalova Yarımadası’ndaki Çınarcık, Karadeniz’den Boğaz’ın girişindeki Rumeli Kavakları ve Karadeniz kıyısında Şile cazip plajların bulunduğu diğer yerlerdi. Bu plajlar, hafta sonu gezileri için ideal olup, vapur yolculuğu veya uzun otobüs yolculuğu mesafesindedirler.  1964 Temmuz’unda ailecek gittiğimiz Çınarcık, o zamanlar bir sahil köyü idi. Çoluk çocuk bir pansiyonda kalmış ve resimlerde görüldüğü gibi çok neşeli vakitler geçirmiştik. Maalesef ne sahil ne de deniz kumluk değil fakat taşlık idi.

Bu arada İstanbul çevresindeki plajların çoğu o zamanlar paralı yerlerdi. Giriş ücreti ödediğiniz vakit size soyunma kabini için bir anahtar verirlerdi. Ahşap, bazen beton olan bu kabinler genellikle çok küçük, ancak bir kişinin ayakta durup soyunabileceği büyüklükte olurdu. Biz bu kabinlerin duvarlarındaki çivilere elbiselerimizi asardık.

Çocukluğumda, muhtemelen İstanbul ve çevresindeki her plaja gitmişimdir. İstanbul çevresindeki deniz suyu, Mayıs ayının ortasında başlamak üzere yüzmek için yeteri kadar sıcak olurdu. Fakat ben 1 Mayıs’ da yüzme sezonumu açtığımı hatırlıyorum. Deniz suyu o sırada yaklaşık 20 derece olurdu.

Marmara’nın deniz suyu, Akdeniz suları gibi çok tuzlu değildir, gözlerinizi yakmaz. Yalnız İstanbul Boğazı’ndaki plajlar biraz kuvvetli akıntılara sahiptir. Aslında Boğaz’ın iki farklı akıntısı vardır; kuzeyden güneye akan, Karadeniz’in az tuzlu sularını Akdeniz’e (Marmara ve Ege Denizi üzerinden) taşıyan ana yüzey akıntısı ve yüzeyin altındaki karşı akıntı, Akdeniz’den Karadeniz’e daha tuzlu sular getirir.  Bu oldukça ilginç bir çevresel denge sağlar.

Çocukken İstanbul’da yüzmek ile ilgili kötü bir anım olduğunu hatırlamıyorum. Bununla birlikte, sıska ve oldukça içe dönük bir çocuktum ve zorba tiplerden çekinirdim. En çok bir kumsalda, yarı çıplak olduğumda, soyunma kabininde ya da kumda uzanırken, özellikle de aileme yakın değilsem, kendimi savunmasız hissederdim. Fenerbahçe plajında bir gün, sanırım 11 yaşındayken, benden büyük bir çocuk, mayomu çıkarıp, üstümü giyerken soyunma kabinine girmek istedi. Muhtemelen sahilden beni takip etmişti. Cidden korktum, kapıyı kapalı tutmaya çalıştım ve o gidene kadar içeride kaldım. O yaz sezonunun sonuna kadar o plaja gitmedim. Çocukken belalı bir tiple yaşadığım tek kötü anım budur.

Çocukken dalma maskesi ile  yüzme ve dalma şansım hiç olmadı. Ama dalış yapardım ve aslında 30 saniye veya daha fazla su altında kalabilir, nefesimi o kadar tutabilirdim.  Baş üstü dalışta pek de iyi değildim ama defalarca denemeye devam ettim. Ben küçükken babam omuzlarına tırmanmama ve oradan atlamama izin verirdi. 

Yukarıda bahsettiğim İstanbul’un çevresindeki bu plajların çoğu çeşitli nedenlerle kapatılmış. Dolayısıyla, büyük beton binalarla dolu, 15 milyondan fazla nüfusu olan bu şehir, şahane sahil şeridi olmasına rağmen denizden yararlanmak için uygun plajlara artık sahip değil maalesef.

Langa / Aksaray’a Taşınma

Beylerbeyi’nde yaklaşık 6-7 ay kaldıktan sonra, Avrupa yakası tarafında, Aksaray yakınlarındaki Langa semtinde 3 katlı bir eve taşındık. Langa adını Yunanca “vlanga” kelimesinden almış. Bu semt Yenikapı’da, Bizans dönemindeki şehir surlarının yanında olduğu için Yunancada “dış” anlamına gelen bu kelimeden geliyormuş.

Taşındığımız müstakil ev babamın babasından, yani dedemden kalmış. Bu nedenle o sırada babaannem, babam ve erkek kardeşlerinin ortak mülkü olan bir evdi. Zemin kat, o zamanlar en genç iki amcam tarafından depo olarak kullanılıyordu. Diğer iki kat kiraya verilmiş idi. Kiracı taşındığında, annem ve babam bizim için daha ferah, konum açısından daha merkezi olacağını ve büyük bir olasılıkla babamın ailesine herhangi bir kira ödemek zorunluluğu olmayacağını düşünmüşler.

Bununla birlikte, ev kiracılar tarafından hoyrat kullanıldığı ve o güne kadar hiç bir tamir görmediği için gayet bakımsız durumdaydı ve ciddi bir onarıma ihtiyacı vardı. Annem ve babamın bu binayı, özellikle 2. ve 3. katları yaşanabilir hale getirmesi biraz zaman aldı. En üst katta iki yatak odası ve banyo, ikinci katta geniş bir oturma odası, mutfak ve banyo vardı. Bina gerçekten çok eskiydi, o zamanlar yaklaşık 50 yıllık olsa gerek, belki daha da yaşlıydı.  Annemin evin birçok yerindeki farelerden çok yakındığını ve beni sadece fareler değil, fare kapanları konusunda da ikaz ettiklerini anımsıyorum. O zaman farelerin peynir sevdiğini öğrendim!

Annem ve babam sokağa bakan yatak odasını kullanırken, ben ve Bülent kardeşim binanın arka tarafına bakan küçük yatak odasında yatıyorduk. İkinci kattaki sokağa bakan oturma odasının, eski Türk evlerinde yaygın olarak görülen, binanın sokağa çıkıntısı olan bir cumbası vardı. Annemin, pencere kenarlarını oturma sedirleri ile donattığı bu cumbada, sedirlere kurulup bütün sokağı seyrederdik.

Evimiz Langa Hisarı Caddesi üzerindeydi. Komşularımızın çoğu Rumdu. Aslında, annem ve babam biz daha buraya taşınmadan önce de bazı Rum komşularını tanıyordu. Bunlardan biri Perso’ydu ve o sırada biri erkek diğeri kız iki çocuğu vardı. Kocası da çok arkadaş canlısı biriydi. Çocuklardan birinin benim yaşımda olduğunu hatırlıyorum ve adı Nikos’du sanırım. İyi arkadaştık ve sokaklarda beraber oyun oynardık. Perso annemle sohbeti sever, oğlu Nikos ve küçük kız kardeşi ile sık sık bize ziyarete gelirdi.

Çevre nispeten sakindi ve evimizin önündeki sokakta rahatça oynayabilirdik. Etrafta birkaç boş arsa da vardı. 5 ve 6 yaşlarımdayken bu sokaklarda futbol oynamayı öğrendim. Türk ve Rum çocuklarla arkadaş olarak hep beraber oynar, vakit geçirirdik. Bu yakınlaşmanın sonucu onlardan bazı Rumca kelimeleri, özellikle bazı argo sözcükleri öğrenmiştim. Bazı Rum arkadaşların babaları esnaftı ve oturduğumuz sokakta işyerleri vardı. Özellikle bir Rum arkadaşımın babasının bizim sokakta kasap olduğunu hatırlıyorum. Caddenin sonunda da birahaneler bulunuyordu.

Evden biraz yokuş çıkarak çok güzel ve renkli bir semt olan Laleli’ye ulaşırdık. Burada yazın turşu suyu, kışın boza içmeyi sevdiğim, gitmekten çok hoşlandığım bir dükkan vardı. Boza, fermente bir içecek olarak bulgur, pirinç, şeker, maya ve su ile yapılır. Genellikle sonbahar ve kış aylarında soğuk hava içeceği olarak satılır. Üstüne tarçın ekilir, bir kaç da sarı leblebi konur.

Laleli’de güzel kitapçılar da vardı. Bunlar muhtemelen anne ve babamın beni ilk götürdükleri kitapçılardı. Caddenin karşısında İstanbul Üniversitesi kampüsünün bir kısmı vardı. 6 yaşında bir çocuk olarak bir gün o üniversiteye gidecek miyim diye merak ederdim. O sırada çevremde gördüğüm bazı üniversite öğrencilerini kıskançlıkla izlerdim.

Yukarı doğru, Ordu Caddesi’nden devam ederseniz, Kapalıçarşı’nın bulunduğu Beyazıt Meydanı’na varırsınız. Buraya bazı hafta sonları annem ve babamla alışveriş yapmak için geliyorduk. Kapalıçarşı’ya daha sonra değineceğim.

Beyazıt Meydanı aynı zamanda İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısının olduğu yerdir. Kapının üzerindeki Romen rakamı 1453 anlamına gelen MDCLIII sayısını gösterir. Bu tarih İstanbul’un Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiği yıl. Buradaki binada hemen dini eğitimin verildiği bir medrese kurmuş. Bu 1846’da kurulan ve 1933’te İstanbul Üniversitesi olarak adlandırılan Darülfünun’un başlangıcıdır. Bugün İstanbul’da birçok üniversiteler var, ancak İstanbul Üniversitesi, 100.000’den fazla öğrencisi ile on yedi fakülte ve beş kampüsü ile en büyüğüdür. Ben çocukken bu kapıdan girip bahçesini dolaştığımı hatırlıyorum. Fakat birkaç yıl önce, eşim Jeelee ile beraber girip bahçeyi gezmek istedik, kapıdaki görevliler güvenlik önlemleri nedeniyle bize izin vermediler.

Babaannemin Aksaray’daki evine de çok yakındık. Langa’daki evimizden yürüyerek yaklaşık 15 dakikaydı. Onu sık sık ziyaret ederdik. Evinin çeşitli ağaçların olduğu büyük bir bahçesi vardı ama hiç meyve ağacı yoktu. Kısa bodur ağaçlarla doluydu. Bahçe duvarlarla çevriliydi ve ortasında yuvarlak güzel bir havuz vardı. Bahçenin yanında ya da çok yakınında bir cami vardı. Bahçenin dışında ise yan yana evler vardı. Babaannemin evi o mahalledeki tek büyük bahçeli evdi. 1956’da kardeşim Bülent ve mahalledeki diğer çocuklarla bu bahçede çeşitli oyunlar oynardık. Annem ikimize de en iyi elbiselerimizi giydirir, babaannemi ziyarete öyle götürürdü. Annem, oyun oynarken bu temiz kıyafetlerimizi kirletmememizi isterdi.

Langa ‘da otururken toplumu en rahatsız eden hadise daha sonra “6-7 Eylül olayları” olarak adlandırılan Cumhuriyet döneminin en çirkin saldırı ve vandalizm girişimidir. 1955 yılında ben 5 yaşındaydım ve kısa süre önce Langa’ daki eve taşınmıştık. Bu iki gün ve gece boyunca İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde Rum ve diğer azınlıkların sahip olduğu mağaza ve şirketlere çeşitli çeteler saldırdı. Rum ve diğer azınlıklara ait iş yerleri ve evler yakıldı, yıkıldı, büyük zarar verildi. Bazı kişilerin hayatını kaybettiğinden de eminim. Daha sonra bu saldırıların yalan haberlere dayandığını ve o dönemde iktidarda olan Türk hükümetinin siyasi manipülasyonu olduğu ve onlar tarafından belli bir amaçla tetiklenmiş olduğunu öğrendik. Langa’nın ciddi bir Rum nüfusu ve çok sayıda azınlık işyeri olduğu için, bu çok çirkin ve Türk milletine yakışmayan olayları biz de gözlerimizle izledik. Perso ve ailesi başta olmak üzere bazı Rum komşularımız evlerinden kaçıp, birkaç gün bizim eve sığındılar. Babam evin önüne Türk bayrağı asarak, evin önünden geçen çetelerden bizi korumaya çalıştı. Sonraki bir bölümde bu konuyla ilgili daha fazla bilgi vereceğim.

İstanbul’daki Rumlara ve diğer azınlıklara yönelik bu utanç verici saldırının ardından özellikle Rumlar Yunanistan’a göç etmeye başladı. Dolayısıyla Langa ve diğer birkaç İstanbul mahallesinin karakterleri değişmeye başladı. Bugün, Langa’da Rumlar yaşıyorsa, muhtemelen sayıları çok azdır. Kişisel olarak bakarsanız, bu Rum aileler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı idiler. Aile geçmişleri Bizans dönemine kadar uzanmakta idi ve yüzyıllardır İstanbul’da yaşıyorlardı. Yunanistan’da kimseyi tanımıyorlardı. Bu onlar için büyük bir zorluk ve haksızlıktı. Ülkeler arasındaki bu kitlesel göç, yalnız Türkiye’deki Rumlarla sınırlı değildir. Bu zorluklar ve haksızlıklar aynı zamanda Yunanistan’da yaşayan ve Türkiye’ye taşınmak zorunda kalan Türkler için de geçerli.  Aynı şey Türkiye’de oturan Bulgarlar ve Bulgaristan’ da oturan Türkler için de geçerlidir. Cumhuriyetin kuruluşunda yaşanan ‘nüfus mübadelesi’ denen zorunlu göçler bu üç ülkede çok acıların yaşanmasına neden olmuştur. Tam bu acılar unutulmaya yüz tutmuşken 1955 yılında bu olayların yaşanması kabuk bağlayan yaranın tekrardan açılması olmuştur.

Dini Bayramlar

Benim çocukluk yıllarımda, ülkemizdeki iki önemli dini bayram tatilini, insanlar şimdiki gibi değişik yerlere seyahate çıkmak için değil, akrabaları ve komşuları ziyaret etmek ve bütün aile bir masanın etrafında yemek yiyerek birlikte vakit geçirmek için değerlendirirdi. Bu iki bayram bildiğiniz gibi, Ramazan Bayramı (diğer adıyla Şeker Bayramı) ve bu bayramdan yaklaşık 70 gün sonra kutlanan Kurban Bayramıdır.

O yıllarda biz her dini bayramda ailecek ilk olarak babaannemin evini ziyarete giderdik. Bütün çocuklar bu tür dini bayramları dört gözle beklerdik. Anne ve babamız bize yeni kıyafetler (bazen de yeni ayakkabılar) giydirir, akrabalarımızı ziyarete gider ve büyüklerin ellerini öpüp, onlardan cep harçlığı alırdık. Şimdikinden çok farklı olarak, büyükler genellikle parayı bir mendilin içine koyar ve biz çocuklara o şekilde verirlerdi. Bazı ailelerde anne ve babalar, akrabaları ziyaret ettikten sonra çocukların elinden bu parayı alırlardı. Ancak, bizim ailede, annem ve babamın bu bayramlık parayı bizden almaları nadir bir olaydı. Bunu yaptıklarında bile, parayı her zaman bizlere bir şeyler almak için kullanırlardı. Kısacası, dini bayramlarda aldığımız cep harçlığı bizim için pek mühim bir şeydi!

Ramazan Bayramı, akraba ziyaretlerinde tatlı veya şeker getirip götürme alışkanlığı nedeniyle Şeker Bayramı olarak da adlandırılır. 3 gün süren bayram boyunca yaptığımız ziyaretlerde çok sayıda lokum, badem ezmesi ve çeşitli tatlılar yediğimi hatırlıyorum. Babaannem bayramlarda muhakkak büyük tencerede irmik helvası yapar, el öpmeye gelen çocuklarına ve torunlarına ikram eder, biz de çok büyük zevkle yerdik.

Ramazan ayında babam birkaç gün oruç tutmaya dikkat ederdi. Oruç tutacağı günlerde sabaha karşı erkenden biraz heves biraz merakla yataktan kalkıp onunla sahurda yemek yerdim. Fakat ben hiç oruç tuttuğumu hatırlamıyorum. Babamın oruç tuttuğu günlerde, iftar için sessizce top atışını beklediğini, orucunu zeytin yiyerek bozduğunu da gayet iyi anımsıyorum.

Dört gün süren Kurban Bayramı iki büyük dini faaliyetle bilinir. İlki, Müslümanlar için en kutsal şehir olan Mekke’ye yapılan hac ziyaretidir. Sülalemizden bazı büyüklerimiz geçmişte, o zamanki zor ulaşım koşullarında bile, bu hac ziyaretini yapmış ve bunun sonucunda “Hacı” ünvanını almışlardı. Ancak, yakın akrabalarımdan hiçbiri hac ziyaretini gerçekleştirmemiş. Bu kısmen 1. ve 2. Dünya Savaşlarında yaşanan kısıtlamalardan ve aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra yapılan reformların insanların hayat tarzında yarattığı değişiklikten kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

Kurban Bayramı ile ilgili ikinci dini faaliyet, bir koyun veya kuzu kurban etmektir. Çocukluğumda, 1950’lerde bayramdan birkaç hafta önce başlayarak, İstanbul’un bazı sokaklarında, başlarında çobanlarıyla dolaşan koyun sürülerini görürdük. Sürüyü güden çobanın hayvanları evlere tek tek canlı olarak sattığına şahit olurdunuz. Mahallelerde boş arsalar veya park yerleri, o mahallede oturanlara satış yapmak için hayvan pazarına dönüştürülür ve ortaya garip manzaralar çıkardı.  Bugünün metropol İstanbul’unda artık bu görüntüler yok.  Ama 1950’lerde çocukken, biz bunları evimizin önünden, boyunlarındaki küçük çanları çalarak geçerken görürdük ve ben bu değişik gösteriyi izlemekten zevk alırdım.

Babamın ailesi dini geleneklere gayet bağlıydı. Babaannem Kurban Bayramı’ndan en az birkaç gün önce bir koyun alıp bahçesindeki bir ağaca bağlardı. Bayramdan önce onu ziyaret ettiğimizde koyunu besler ve onunla oynardık. Hatta ona isim verdiğimizi bile hatırlıyorum. Bu koyun alma ve kurban etme geleneği apartmanlarda biraz daha zordu. Apartmanlarda yaşayan amcamlardan ikisinin kurban etmek içi koyun satın alıp babaannemin bahçesinde bıraktıklarını ya da apartmanlarının küçük arka bahçesinde kurban kestirme işini gerçekleştirdiklerini hatırlıyorum. Bugün Türkiye’de çoğu belediyeler bu tür uygulamalar için şehrin belirli yerlerinde özel yerler ayırmış, eski usul kurban faaliyetleri yasaklanmış.

Bayram günü babaannem koyunun kesilmesi için bir kasap getirirdi. Kısa bir dua etme töreninden sonra bu kasap hayvanı kurban ederdi. Bunu çocukken bir veya iki kez izlemiştim. Ancak özellikle koyunu besledikten, onunla oynadıktan ve hatta ona isim verdikten sonra, onun kesilmesini izlemek çok zor bir şeydi. Annem çok duygusaldı, ağlardı ve sanırım tüm bu kurban işlerinden nefret ederdi. İlerleyen yıllarda kurban bayramlarının kendisini üzen manzaralarıyla karşılaşmamak için evden çıkmamaya özellikle dikkat ederdi. Kendi ailesinde bu kurban kesme işlemi hiç yaşanmadığı için bu duruma alışık değildi ve babamla evlendikten sonra karşılaştığı bu durum onu sarsmıştı. Muhtemelen bizim evde kurban kesme faaliyetinin hiç olmamasının en önemli nedeni buydu. Tahminimce bu durum babamın da işine geliyordu çünkü koyun satın alıp kestirmenin ciddi bir maliyeti vardı!

Koyunlar kesildikten sonra etler parçalara ayrılarak, dağıtıma hazır hale getirilir ve babaannem muhakkak bir kısmını yoksul insanlar için yakındaki camiye gönderirdi. Kurban etinin bazı kısımları önceden belirlenmiş komşulara gönderilir, onlar da memnun edilirdi. Bunu birkaç kez bizzat yaptığımı, eti komşu evlere götürdüğümü hatırlıyorum. Kurban etinin gerisi ev halkı için saklanırdı. O günün öğle ve akşam yemeklerinde taze etle güveç pişirilirdi. Bu yemeklerde masaya hep birlikte oturur, taze etin tadına bakardık. Etin çok güçlü bir kokusu olduğunu ve annemin de bu etleri yememek için direndiğini çok iyi anımsıyorum.

Bugün, bu tip bahçede veya açık yerlerde kurban kesmek yasak edilmiş durumda. Artık özel mezbahalar, kasaplar ailelerin isteği üzerine kurban kesip, paketleyip ailelere veriyorlar. Diğerleri hayır kurumlarına bağış yapıp ve kendi adlarına hayvanların kesilmesini tercih ediyor. Bu kuruluşlar aynı zamanda bu etlerin fakirlere dağıtılmasını da sağlıyor.

Ben çocukken bayramların bir diğer önemli özelliği de akrabaların ve komşuların ziyaret edilmesiydi. Bayram ziyaretlerinde önceden randevu alma gereği ve geleneği olmadığı gibi, o zamanlar bu organizasyonu sağlayacak telefon kullanımı da çok kısıtlıydı. Bunun için bir ziyaret geleneği ve protokolü vardı. Bayramın ilk günü baba tarafındaki büyükleri, babaanne ve amcaların evlerine ziyarete giderdik. İkinci gün, anneanne ve teyzeler gibi anne tarafına misafir olurduk. Geriye kalan günlerde arkadaşlar ve komşular için ziyaret günüydü. Yeni traş olmuş saçlarımız ve bayramlık elbiselerimiz ile ziyaretlere gider ve her gittiğimiz evde yaklaşık bir saat geçirirdik.

Anne ve babamın camiye gitme alışkanlığı yoktu. Sadece babam bayramın ilk günü çok erken saatte bayram namazı için camiye giderdi. 6-7 yaşlarındayken onunla beraber birkaç kez böyle bayram namazına gittiğimi hatırlıyorum.

Son yıllarda bahsettiğim bu dini uygulamalar ve bayram gelenekleri çeşitli nedenlerle ya zayıflamakta ya da unutulmaya yüz tutmaktadır.  Özellikle akraba ziyareti giderek uygulaması azalan bir gelenektir. Bayram ziyareti yerine gittikleri tatil yerinden amcalarına veya teyzelerine telefon edip hal hatır soran bu yeğenlerle ne zaman yüz yüze görüşeceğinizi bilemezsiniz. Bu tür beklentilerinizde genelde hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz!

Ayrıca biz bayramlardan bir iki hafta önce bütün akrabalara, arkadaşlara tebrik kartı atardık. Hatta ben Kanada’ya gittikten sonra bile annemlere, kardeşlerime, amcalarıma, teyzelerime bayram tebrik kartları yollamaya devam ettim. Onlar da bana yolluyorlardı. Artık bu gelenek de ortadan kalkmış gibi. Herkes sosyal medyayı kullanarak mesajlaşma yolunu seçiyor. Ben o yıllarda aldığım bir çok güzel tebrik kartlarını hala saklıyorum. Bunlar bana hem kartı yollayanları hem de o zamanlar ne tür kartları seçtiğimizi, yazdığımızı ve postaladığımızı hatırlatıyor.

Lunapark Ziyaretleri

Çocukluk yıllarımda, özellikle bayram günlerinin olmazsa olmazlarından biri de çocukların lunaparka gidip orada eğlenmeleridir.  O yıllarda yakın çevremizde iki tane sabit lunapark vardı. Özel günlerde, genellikle de bayramlarda, daha küçük ölçekli ve gezici lunaparklar da kurulurdu.  Benim özellikle iyi hatırladığım bu tür birkaç park vardır. Biri Yenikapı’da hemen sahilde, Langa’ daki evimizden yürüme mesafesinde idi ve en çok orayı ziyaret ederdik.

Diğeri, Topkapı Sarayı’nın eteklerindeki Gülhane Parkı’ydı. Oraya gitmek için otobüse binerdik.  Sadece lunapark değil, parkın bahçeleri de çok görkemliydi.

5 yaşından başlayarak bu tür parklara gitmeyi, özellikle lunaparktaki araçlara binmeyi çok seviyordum. Açıkçası, bugün gördüğümüz korkutucu lunapark araçları o zamanlar yoktu. Benim favorilerim atlı karınca ve dönme dolap idi. Annem bu dönen araçları hiç sevmezdi ve lunaparka giderken bizimle geldiğini hiç hatırlamıyorum. Ama babam o ortamı severdi ve çoğu zaman bize katılırdı. Lunaparkta eğlendikten sonra genelde babam bize dondurma alırdı. Hepimiz dondurmayı çok severdik.

1961 yılının 30 Ağustos Zafer Bayramı günü Muzaffer amcam ve babaannem ile Göksu Kasrı’nın hemen ilerisindeki lunaparka gittik. Göksu Kasrı, Anadolu yakasında Göksu Deresi’ne bitişik Boğaz kıyısında 18. yüzyıldan bu yana Osmanlı padişahlarının yazlık sarayı olarak kullanılan çok zarif bir yapıdır. Derenin kenarı eski İstanbulun en meşhur mesire alanlarından biri olarak bilinir. O yıllarda babaannem ile birlikte oturan ve emekli hayatı sürmekte olan Muzaffer amcamın Alman yapısı gayet modern bir fotoğraf makinası vardı ve o gün bol bol resim çekmişti.  Muzaffer amcamla beraber yaptığımız bu yegane geziyi biraz da hüzünle hatırlıyorum.  Bir kaç yıl sonra kendisini maalesef kanserden kaybettik.

Babamın bizi götürdüğü bir başka keyif aldığım aktivite de açık alanda uçurtma uçurma eğlencesiydi. İlki Yenikapı sahilinde olmak üzere birkaç yerde ev yapımı uçurtmayı uçurduğumu hatırlıyorum. Öncelikle babamla beraber evde ahşap çıtalar ve renkli kağıtlar kullanarak uçurtmayı yapardık. İlk seferine babam bana nasıl uçurtma uçurulacağını öğretmişti. Babamın uçurtmayı sıkıca tutarken, benim elimdeki ip ile hızla koşarak uçurtmayı havaya kaldırmaya çalışmamı unutmam mümkün değil.

Kardeşlerimin Doğumu

Benden 2,5 yıl sonra dünyaya gelen ilk erkek kardeşim Bülent, sarı saçlı, güler yüzlü ve çok sevimli bir bebekti. Öyle pırıl pırıldı ki her gören onu kız çocuğu sanıyordu. Belli ki annem, ilk çocuk erkek olduktan sonra ikinci çocuğunun kız olmasını çok arzu etmişti ve muhtemelen bu nedenle Bülent’i ilk yıl aynen bir kız bebek gibi giydirmişti. Bülent, babaannemin Aksaray’daki evinde doğdu. O zamanlar Tekirdağ’da yaşıyorduk ama doğum için İstanbul’a gelmiş ve Aksaray semtinde babaannemin oturduğu, ailenin dedelerden kalmış eski evine yerleşip doğumu beklemeye başlamıştık. Annemin yanında anneannem vardı. Babam ise iş nedeniyle şehir dışındaydı ve onun yokluğu annemde gerginliğe yol açıyordu. Bir de bunun üstüne, doğuma gelmesi beklenen ebe gelemeyince maalesef annem için ızdırap dolu uzun saatler yaşandı ve bütün bunların sonunda Bülent dünyaya gözlerini açabildi. Annem hastaneye gitmek yerine, babamı dinleyip evde doğum yaptığına ne kadar pişman olduğunu bizlere ömür boyu tekrarlamıştır.

Bülent’in doğumuyla ben ağabey oldum.  Bu yeni ünvanımla birlikte kardeşime bakma sorumlulukları da geldi. Ve bu ağabey olma durumu yaşam boyunca süren bir sorumluluğa dönüştü. Daha o günlerde, doğumdan hemen sonra annem işe döndüğü için Bülent’e bakmak zorunda kaldım. İşte Bülent’e baktığım günlerden kalan, onu kucağımda tuttuğum ‘belge niteliğinde’ siyah beyaz bir fotoğraf! Bülent uslu bir bebekti, hem anne ve babasını hem de benim, abisinin dediklerini dinliyor, zorluk çıkarmıyordu. Onunla, Beylerbeyi’nde Mediha teyzemin evinin yanındaki bahçelerde yıllarca ne keyifli oyunlar oynadığımızı çok iyi hatırlıyorum. Ancak daha sonraki yıllarda, Bülent, büyüdükçe yavaş yavaş değişti ve ailenin idaresi en zor çocuğu oldu.

Bir sonraki erkek kardeşim Ercüment benden 7 yıl sonra, Taksim meydanına yakın bir hastanede doğdu. İstanbul’un Avrupa yakasında Aksaray’ın Langa semtinde oturuyorduk ve ben ilkokula yeni başlamıştım. Annemin ve babamın yeni bebekle hastaneden eve geldiği günü ve evdeki heyecanı hatırlıyorum. Annem yine kız çocuğu sahibi olamamıştı, üstelik Bülent gibi görünmediği için Ercüment’in kız bebek gibi giydirilmesi de mümkün olmadı. Yeniden ağabey olmuştum ama Ercüment ile küçük bir bebekken fazla ilgilendiğimi hatırlamıyorum. Okula gitmeye başlamıştım ve okul nedeniyle benim için yepyeni şeylerle meşguldüm. Kısaca, Ercüment’le o dönem Bülent’le olduğu kadar bağ kurma imkanım olmadı.

En küçük erkek kardeşim Engin, benden on yıl sonra, 1960 Nisan’ında doğdu. Çok güzel görünümlü bir bebekti. Muhtemelen annem ve babam üç erkek çocuktan sonra nihayet bir kız çocuk sahibi olmayı bekliyorlardı. Hatta önceden bunun için kız çocuğu isimleri bile hazırlamışlardı. Engin de Ercüment gibi bir hastanede dünyaya gözlerini açtı ve doğumdan sonra eve geldi. 1960 baharının bir aile olarak bizim için çok hareketli bir dönem olduğunu hatırlıyorum. Engin’in aramıza katılışı heyecanlardan sadece biriydi ve daha sonra diğer olayların gölgesinde kaldı.

Tüm yaşamım boyunca, kardeşlerime, bazen binlerce kilometre uzakta olsam da, elimden geldiği kadar yakın olmaya ve gerektiğinde yardım etmeye gayret gösterdim. İzleyen bölümlerde kardeşlerim hakkında daha detaylı görüşlerimi ifade edeceğim.

Langa’daki İlkokul

Türkiye’de o dönemde anaokulu veya kreş eğitimi henüz başlamamıştı. Ayrıca, ilkokulun birinci sınıfına başlamak için o yılın Eylül ayına kadar resmi olarak 7 yaşını doldurmuş olmanız gerekiyordu. Kasım ayında doğduğumdan, 1957 yılında okula başlama fırsatını kaçırdım ve 1958 Eylül’de ilkokulun birinci sınıfına başladım. Sınıf arkadaşım olan öğrencilerin çoğu benden bir yaş küçüktüler. Bu durumun bana biraz avantajı olmuştu. Çünkü babam okula başlamadan önce bana harfleri okumayı ve bir miktar toplama, çıkarma gibi matematik hesaplamaları öğretmişti. Babamın bana 4 yaşından başlayarak, saatin nasıl okunacağını öğrettiğini daha önce anlatmıştım, aynı şekilde gazete başlıklarını okumayı da öğretmişti. Eve her sabah gelen gazetenin başlıklarını ne olduğunu anlamasam bile zevkle okurdum. O sıralarda Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı olan John Foster Dulles hakkındaki haberleri takip ettiğimi özellikle hatırlıyorum. O ismi ezberlemiş ve konuşmalarını dinlemiştim. Soğuk Savaş’ın ortasındaydık ve Dulles birkaç kez Türkiye’yi ziyaret etmişti. Soğuk Savaş’ın en sert bir şekilde sürdüğü yıllarda Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes tümüyle Amerikan yanlısı bir politika izliyordu. Annem de babam da hem dünyada hem de Türkiye’de olan biteni gazete ve radyodan sıkı bir şekilde takip ederlerdi. Ben de onlarla birlikte radyodaki haberleri dinler, gazetelerde neler yazdığını merak ederdim.

İşte bu yüzden, Langa’daki evimize 15 dakikalık yürüme mesafesinde olan Katip Kasım ilkokulu’na başladığımda arkadaşlarımdan sadece yaş olarak büyük değildim, aynı zamanda evde aldığım eğitimin desteği ve güncel olayları takip edebiliyor olmam sayesinde sınıfta epey avantajlı bir konuma gelmiştim.  Bu okulda 3 sene başarılı bir eğitim hayatım oldu. Ben 3. sınıfa başladığımda kardeşim Bülent de 1. sınıfa başlamıştı. Okula beraber yürüyerek gidiyorduk.

O yıllarda okullar sabahtan akşama kadardı, eğitim bütün gün sürerdi. Öğle yemeğimi annemin hazırladığı küçük bir çantada taşırdım ve okulun küçük kafeteryasında yerdim. Sınıfımızda kız ve erkek yaklaşık 30 öğrenci vardı. Aslında okulda hepimiz günboyu önlük giyerdik ancak bu sınıf resminde bazılarımız, önlüksüz görünüyor. Yine de grupta ceket giyip kravat takan tek kişi de benim!

Bu üç yıl boyunca öğretmenim Rana Şahinbaş idi. Onun kızı, Mehtap da bizim sınıftaydı. Tam olarak “kız arkadaşım” sayılmasa da onunla iyi arkadaşlık ettiğimi hatırlıyorum. Üçüncü sınıftayken çekilen bu sınıf fotoğrafında ben arka sıranın ortasında öğretmenimin ve kızının arkasında duruyorum. Yıllar sonra annesinin vefatı nedeniyle Mehtap ile kısa bir görüşmem olmuştu.

İstanbul’un Tarihi Eserlerini Ziyaretler

1955 ile 1960 yılları arasında, Aksaray’da, İstanbul’un belli başlı tarihi eserlerine çok yakın yaşıyorduk. İlkokul öğretmenleri talebelerini bu tarihi yerleri ziyarete götürür ve bunu ders programlarının içinde, eğitimin bir parçası haline getirirlerdi. Biz de, bu ilkokulda üç yıl boyunca, özellikle ikinci ve üçüncü sınıflarda çeşitli tarihi yerleri ziyaret ettik. Bu okul gezilerimizde, bize değişik gelen pek çok şeyi ama özellikle tarihi eserlerin önemini öğrenmeye başladık. Annem ve babam da hafta sonları beni çevremizdeki bazı tarihi yerlere gezmeye götürürdü. Şimdi size bu eski yapılardan örnekler vermek istiyorum.

Topkapı Sarayı günümüzde çok büyük bir müze. Fakat 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet’in girişimiyle Osmanlı İmparatoru’nun ikametgahı ve idari karargahı olarak inşa edilmiş ve 400 yıl Osmanlı padişahları tarafından kullanılmış. Sadece İstanbul’daki en önemli turistik yer değil, aynı zamanda benim gibi bir öğrenci için de ülke tarihi hakkında çok öğretici ve eğitici bir yerdi. Sarayı diğer arkadaşlarım gibi büyük bir hayranlıkla dolaşmıştım. Harem bölümü ben öğrenciyken restorasyon nedeniyle ziyarete kapatılmıştı. Ancak daha sonraki bir gezimde Harem bölümünü de görme şansım oldu.

Ayasofya bir Rum Ortodoks katedrali olarak M.S. 587 de Bizanslılar tarafından inşa edilmiş ve uzun yıllar dünyanın en büyük katedrali kalmış. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un alınmasından sonra onu camiye çevirmiş. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra 1934’de Atatürk tarafından muhteşem bir müzeye dönüştürülmüş. 2020’de islami eğilimi yüksek hükümet bu müzeyi tekrar camiye çevirmiştir. İlkokuldan başlayarak birçok kez Ayasofya’yı ziyaret ettim ve her seferinde muazzam kubbesine hayran kaldım. Ayasofya Bizans mimarisinin mükemmel bir örneğidir.

Sultan Ahmet Camii de Türkiye’nin en görkemli dini yapılarından biridir. 1609 ile 1617 yılları arasında inşa edilen, Osmanlı mimarisinin ve çiniciliğinin mükemmel bir örneğidir. Caminin 6 minaresi ve muhteşem yeşil, turkuaz ve mavi tonları ile 20.000 çinisi vardır. İlkokuldan başlayarak Sultan Ahmet Camii’ni de defalarca ziyaret ettim. Bir camii olarak dini hizmet verdiğinden, sadece bu dini hizmetler arasında ziyaret edilebilir.

İlkokul sınıfımızla Yerebatan Sarayı’nı ziyaret ettiğimizi de hatırlıyorum. Yerebatan Sarayı veya Sarnıcı 6. yüzyılda Bizans döneminde yaptırılan İstanbul şehrinin altındaki birkaç yüz antik sarnıçların en büyüğüdür. 2.8 milyon metreküp su kapasitesine sahip olup, burayı ilk ziyaret ettiğimizde, sarnıç içinde gezmek için bir sandal ile dolaştığımızı hatırlıyorum. Ancak son yıllarda tekrar ziyaret ettiğimizde, sarnıcın içini, yürüyüş yollarını kullanarak dolaştık, kayık ile dolaşma uygulaması kaldırılmıştı. İlkokulda öğrendiğimiz bir başka ilginç tarihi eser ise, 30 km ötedeki ormanlardan bu sarnıca su getirmek için Bizans zamanında inşa edilmiş çeşitli su kemerleri idi.  Bu su kemerlerinin bazıları binlerce yıl iyi bir şekilde korunmuş olup İstanbul’un tarihi karakterine katkıda bulunmaktadır.

Annem ve babam bazı hafta sonları bizi Kapalıçarşı’ya götürürdü. Özellikle bayram öncesi alış verişi için Kapalıçarşı çok popüler bir mekan olur ve halk buraya akın ederdi. Kapalıçarşı, 61 sokak ve 4000 dükkan ile dünyadaki en eski ve en büyük kapalı çarşılardan biridir. 1700’lerde inşa edilmiş ve yüzyıllar boyunca ihtiyaç çerçevesinde değişik yönlere doğru genişletilmiştir. 1950’li yıllarda, bugünkü gibi alışveriş merkezlerimiz yoktu. Bu nedenle, bir aile her türlü ihtiyacı için alışveriş yapmak istediğinde, Kapalıçarşı ve çevresindeki esnaf tezgahları bu iş için gidilecek ideal yerlerdi. İlerleyen yıllarda Kapalıçarşı turistlerin ilgi gösterdiği bir yer haline dönüştü. Oysa ben o yıllarda annem ve babamla birlikte bu çarşının kalabalık, gürültülü ancak çok renkli sokaklarında nasıl keyifle dolaştığımızı çok iyi hatırlıyorum.

Aile olarak bazı hafta sonları Topkapı Sarayı’nın sahilindeki Gülhane Parkı’nı da gezerdik. Güzel bahçeleri, özellikle renkli gülleri, laleleri, küçük hayvanat bahçesini ve sahile doğru Sarayburnu’nda cumhuriyetin ilanından sonra açılışı yapılan ilk anıt olan (1925) Atatürk heykelini unutmam mümkün değil.

Dolayısıyla ben 8 ile 10 yaş arasında, ilkokul öğretmenim ve ailemin girişimleriyle Bizans, Osmanlı ve Türk tarihi eserlerini yakından tanımaya, öğrenmeye ve takdir etmeye başladım. Gördüklerim ve öğrendiklerim bende daha o yaşta bir tarih bilincinin oluşmasına yol açtı. Ülkemin tarihi yerleriyle ilgili merakım ve görme isteğim, yaşamım boyunca devam etti. Ne mutlu bana ki tarihi yönden bu kadar zengin bir ülkenin en önemli ve en güzel şehrinde doğdum ve çocukluk yıllarımı bu muazzam şehrin tam merkezinde geçirme fırsatına sahip oldum.

Sünnet Törenleri

Hem Müslüman hem de Yahudi dinlerine göre erkek çocuklar sünnet edilir. Türkiye’de ben çocukken erkekler 5-9 yaşları arasında sünnet oluyordu. Bazı enteresan gelenekler vardı o zaman. Herhalde bunların bir kısmı bugün değişmiş olabilir. Geleneğe göre, sünnet olan erkek çocuklar, çocukluk çağından erkeklik çağına geçiş yaparlarmış. Bu tamamen halk kültürüne dayalı büyük ölçüde uydurma birşey. Aileler bu geleneği yerine getirmek için yüklüce para harcarlar. Benim zamanımda nispeten daha mütevazi olan sünnet düğünü endüstrisi herhalde bu gün çok daha büyümüştür!

Önce sünnet olacak çocuklar ilginç bir kıyafet giyerler, beyaz gömlek, ceket, beyaz pantolon veya şort, göğüslerinin etrafında bir pankart ve taç benzeri veya özel görünümlü bir şapka giyerlerdi. Daha sonra bu elbiseler içinde komik görünümlü ve sizi utandıracak resimler çekilirdi! Bu kıyafetler, fotoğraf çekimleri ailelere büyük masraflara mal olurdu. Bu kıyafetlerle akrabaları ziyarete gidilir, hediyeler veya harçlık vermeleri beklenirdi.

Akrabaları ziyaretten sonra, Eyüp Sultan Camii’ni ve türbesini ziyaret ederdik. Neden bu türbeyi ziyaret geleneği vardı, bilmiyorum. Ama kalabalık da olsa, Eyüp Sultan Camii çok güzel bir yerdir. Evlenmek üzere olanlar, çocuk bekleyen anneler, iyi bir koca bulmak isteyen kızlar, sünnet edilecek erkek çocuklar ve anne-babaları bu camii ve türbeyi ziyarete gelirler, dua ederler ve bazı niyetlerde bulunurlar. Eyüp Sultan Camii, Aksaray’da kaldığımız yere çok da uzak değildi ve geleneğin bir parçası olarak sünnet kıyafetleri içinde Bülent ve beni ailem bu türbeye getirdi. Ne için dua ettiğimi hatırlamıyorum ama ailem muhtemelen bizim için güvenli bir sünnet süreci için dua etmiş olmalılar!

Sünnet günü eve veya törenin yapılacağı düğün salonuna bir sünnetci gelirdi. Bu sünnetci az buçuk bir tıp eğitimi olan, lisanslı bir sağlık teknisyeni idi.  Bize canımızın yanmaması için herhangi bir ilaç verdiklerini hatırlamıyorum. Hem canımın acıdığını hem de bir miktar kanama olduğunu hatırlıyorum. Muhtemelen biraz iptidai bir şekilde sünnet olduk. Umarım bugünlerde, Türkiye’de sünnet daha tıbbi bir şekilde, uygun sağlık tesislerinde yapılıyordur.

İşin garibi, böyle biraz acılı ve kanlı bir ameliyattan sonra, bizi sünnet düğünü için bir eğlence salonunda, önceden annem tarafından hazırlanmış bir yatağa yatırdılar. Akrabalar ve diğer misafirler gelip önce bizi ziyaret edip, hediyeler verdiler. Babaannemin bana ve Bülent’e Nacar marka kol saati hediye ettiklerini hatırlıyorum. Ben bu kol saatini bu güne kadar sakladım!

Bundan sonra eğlenceler başlar ve bunların bizim acımızı unutturması ve eğlendirmesi beklenirdi. Benim acımı unutturduğunu ve eğlendirdiğini hiç sanmıyorum. Tam tersine, Bülent ve ben, herkesin gözü önünde acı içinde yatakta yattığımızı ve bir an evvel bu gecenin bitmesini beklediğimizi hatırlıyorum. Buna sözde “Sünnet Düğünü” veya Sünnet Kutlaması denir. Belki acı çeken bizler hariç, misafirler için bir kutlama olabilir.

Yahudilerin sünnete yaklaşımı, yani doğumdan hemen sonra sünnet yapmaları bana çok daha mantıklı geliyor. Çocuğun beş ya da altı yaşına gelmesini beklemek (benim durumumda neredeyse 8 yaşındaydım), daha acı verici, daha maliyetli ve daha utanç verici hale getiriyor! Bu arada sünnet tıbben gerekli değildir. Aslında sünnet ameliyatı ölüme neden olabilir. ABD’de her yıl yaklaşık 100 bebek sünnetle ilgili komplikasyonlardan ölmektedir. 1950’lerde Türkiye’de bu oran nedir bilmiyorum ama bundan çok daha kötü olmalı!

Bu törenlerin maliyeti belki evlenirken yapılan düğün töreninin bedeli kadar olmasa da hiç de az değildir. Sünnet törenimizin maliyeti hakkında hiçbir fikrim yok. Ama daha sonra ailemden öğrendiğime göre, iki amcamız Selahattin ve Necmeddin, sünnet düğünümüzün maliyetini üstlenmiş ve bunu bana ve kardeşime hediye etmişler. Sünnet düğünümüz Aksaray Topkapı arasındaki Vatan caddesi üzerindeki bir salonda yapıldı. Hemen hemen tüm akrabalarımız ve arkadaşlarımız törene gelmişlerdi. Annemle babamın çalan müzik eşliğinde dans edişleri gözümün önündedir. İyi hatırladığım bir diğer şey de geleneksel Türk tiyatrosunda ‘orta oyunu’ diye bilinen komedi türünün en ünlü sanatçısı İsmail Dümbüllü’nün de bizi eğlendirmek için sahneye çıktığıydı. Dümbüllü muhakkakki o gece bütün ziyaretcileri eğlendirmiştir. Fakat Bülent ve ben ne bunu takdir edecek yaşda, ne de eğlenecek bir durumdaydık.

Göztepe’ye Taşınma

1960 yazında, Langa, Aksaray’dan Anadolu yakasına, Kayışdağı Caddesi’nde (yeni adı Fahrettin Kerim Gökay Caddesi) İç Göztepe denilen semte taşındık. Önce geçici olarak, üç katlı bir binanın ikinci katında oturduk. Annemin dayısı, Cahit Kayra burada inşaatı yeni biten bir binanın ilk katında üç yatak odalı bir daireye sahipti. Bu dairenin son hazırlıkları da bitince hevesle oraya taşındık. Zemin katta olduğumuz için binanın etrafındaki geniş bahçenin ortasında gibiydik.  Çevremiz çok havadar ve yeşillikti.

Buraya taşınmadan hemen önce doğan Engin kardeşimle, evde altı kişi olduk. Bu yeni evin üç yatak odasının olması, kardeşlerin ikişer ikişer yatak odaları paylaşmasını sağladı.  Babam eve bir kaç tane piliç getirip, bizden onları yetiştirmemizi istedi. Bu piliç ve tavukları sevgiyle beslediğimi, sabahları yumurtaları topladığımı ve bir süre sonra birkaç tavuğun hastalandığını ve onların hastalıklarıyla uğraştığımı hatırlıyorum. Annem bizim için sabahları taze taze rafadan yumurta yapardı.

Binada Ercüment ile aynı yaşlarda oğlu olan Güler hanım adında bir komşumuz vardı.  Oğlunun adı Memoş idi. Annem bu Güler hanımla uzun süre arkadaşlık etti. Daha sonraki yıllarda bu hanım, annemi ikna edip Almanya’ya gitmesine neden olmuştur. Bu konuya ileriki bölümde daha detaylı değineceğim.

Bu evde otururken, dördüncü sınıf için yeni bir okula, Harun Reşit İlkokulu‘na gitmeye başladım. Okula gitmek için Kayışdağı Caddesi boyunca yürüyordum. Uzun bir yoldu, yokuş çıkıp, inerek giderdim. Kardeşim Bülent aynı ilkokulun 2. sınıfına gidiyordu. Bu yüzden her gün beraber okula yürürken elini sıkıca tuttuğumu hatırlıyorum.

Dördüncü sınıftaki okul hayatım olaysız geçti. Ancak, öğrencilerin biraz daha düşük gelirli ailelerden geldiğini ve sınıftaki öğrenci sayısının eskiye göre biraz daha fazla olduğunu hatırlıyorum. Okul binası ise çok yeniydi ve sınıfta başarılı olmak benim için hiç de zor değildi. Böylece dördüncü sınıfı çok iyi notlarla bitirdim.

Mediha teyzem bu evde kaldığımız süre boyunca bizi birkaç kez ziyaret etti. Bunlardan biri benim 10. doğum günümdeydi.

Anladığım kadarıyla bir süre sonra Mediha teyzemle babam arasında bazı sürtüşmeler ortaya çıkmaya başladı. Daha sonra, bu evin onun kardeşine ait olduğu için yatak odalarından birinin kendisine tahsis edilmesini istediğini öğrendik. Ama biz zaten altı kişilik kalabalık bir aileydik ve onun için böyle bir yatak odasını ona vermeyi göze alamazdık. Sonunda annem ve babam başka bir eve taşınmaya karar verdiler.

Kadıköy’e Yakın Semte Taşınma

Haziran 1961’de okullar tatil olduktan sonra bu evden ayrılıp Kadıköy’e, Kuşdili Caddesi üzerinde Salı Pazarı’na yakın başka bir apartmana taşındık. Evimiz binanın ikinci katındaydı, altımızda bir ekmek fırını, karşımızda ise bisiklet tamircisi bulunuyordu. Bina araba ve otobüs trafiğinin yoğun olduğu ana yol üstündeydi ve caddeden geçen taşıtları yukarıdan izlemek çok zevkliydi. Sabahın erken saatlerinde fırından yeni yapılan ekmeklerin nefis kokusunu alabiliyorduk. Genel olarak çevremiz daha önce oturduğumuz evden farklı olarak kalabalık ve gürültülüydü. Son yıllarda ziyaret ettiğimizde gördük ki, eski fırın şimdi bir restoran olmuş ve eski bisiklet dükkanı da spor ve vücut geliştirme kulübüne dönüşmüş!

Buraya taşındığımız zaman, Engin 1 yaşının biraz üzerindeydi ve Ercüment yaklaşık 4 yaşındaydı. Annem bu yeni evimize ilk geldiğimiz günlerde işe gitmiyordu. Ancak Ekim 1961’de eski işine geri dönerek Maliye’de çalışmaya başladı. Annem, Engin ve Ercüment’in ikisini de evimize yakın oturan bir Ermeni madama bırakıyordu. Annem ve babamın iş yerleri Avrupa yakasında Galata semtindeydi. Annem Maliye’de, babam da Tutum Bankası’nda çalışıyorlardı ve her gün Kadıköy-Karaköy vapuru ile gidip geliyorlardı.

Beşinci sınıf için Bahariye İlkokulu’na kayıt oldum. Bülent de üçüncü sınıfa gidiyordu. Okul evden biraz uzaktaydı, 20-25 dakika yürüyüş gerektiriyordu. Ancak okulu seviyordum. Üç katlı, oldukça eski, ahşap zeminli, tarihi bir binaydı. Öğretmenim, Sabahat Azak’ı da seviyordum.  İyi notlar almak için çok çalışıyordum. Matematik, fen, tarih ve coğrafya notlarım sınıfın en iyisiydi. Benim matematik ve fen bilimlerine karşı olan ilgi ve yakınlığımın bu okulda ve bu sınıfta başladığını söylersem, doğru olur. Öğretmenim Sabahat hanım bana bu pozitif bilimlere sevgiyi aşılayan kişidir ve bu yüzden ona minnettarım!

Bu okulda iken birkaç ilginç proje yaptığımızı da hatırlıyorum. Bu projelerden biri duvar gazetesi çıkarmaktı. Sınıf için duvar gazetesi yapıyor ve haftada bir değişik haberlerle bunu yeniliyorduk.  Ben ve kardeşim Bülent evde de duvar gazetesi yapmaya karar verdik. 1961 kışında böyle bir duvar gazetesini başlattık ve bu birkaç ay devam etti. Gazetelerden haber parçalarını kesip duvar gazetemize asıyorduk. Haber bulmakta bir sıkıntı yoktu. O yıl, Yassıada’daki mahkemenin Demokrat Parti üyeleri hakkında kararlar verdiği ve Adnan Menderes dahil ilk üç kişinin idam edildiği yıldı. İleri bir bölümde bu olaylara daha detaylı değineceğim. Bu duvar gazetesi benim ilk gazetecilik deneyimim idi. Daha sonraki bir bölümde anlatacağım gibi, benim gazeteciliğim ortaokulda ve lisede de devam edecektir.

Bu ilkokulun hemen yakınında, Bahariye Caddesi üzerinde güzel bir kütüphane vardı. Bu kütüphaneye üye olduğumu, sık sık gidip kitaplar okuduğumu ve bazı kitapları ödünç aldığımı hatırlıyorum. Bu tarihi bina benden önce Halkevi binası olarak kullanılıyordu. Benim ilkokul yıllarımda halk kütüphanesi idi. Sonraki yıllarda adliye binasına çevrilmiş ve etrafı polis ve jandarmalarla dolmuş. Bu tarihi binanın bu şekildeki gelişimi gayet acı birşey. Bir eğitim ve kültür binası bir yargılama ve cezalandırma merkezine dönüştürülmüş.

Benim ilkokul binası da son yıllarda Kaymakamlık olmuş! Hatta son ziyaretimde binaya yaklaştığımda ve fotoğrafını çekmek istediğimde bir güvenlik görevlisi yanıma gelip binanın fotoğrafını çekmeme izin vermedi! Sanırım güvenlik nedeniyle terörist tehditlerinden korkuyorlardı. Ancak, binanın uzaktan bir fotoğrafını çektim!

Bahariye İlkokulundan “Pekiyi / Çok İyi” genel notu ile mezun oldum. İlginç bir şekilde ilkokul diplomam, sınıf öğretmenim Sabahat Azak, okul müdürüm Faik Üstün, İstanbul Eğitim Müdürü Şevket Erdem ve hatta İstanbul Valisi Niyazi Akı’nın imzalarını taşıyor. Bu o zamanlarda ilkokul diplomasının önemini gösteriyor, sanırım. Bugün ilkokul diplomalarında valinin imzasının bulunduğunu sanmıyorum!

Ümraniye’de İnşaat Girişimi

1960 baharında annem ve babam Ümraniye’de küçük bir arsa satın aldılar. O günün parasıyla yaklaşık 10,000 TL verdiklerini tahmin ediyorum. 1960’larda Ümraniye, Kadıköy’den epey uzakta, oldukça kırsal bir semtti. Biz o yıllarda henüz Langa’da oturmaya devam ediyorduk ve Aksaray’dan Karaköy’e bir otobüs, Karaköy’den Kadıköy’e vapur ve Kadıköy’den Ümraniye’ye ise bir minibüs olmak üzere üç vasıta ile toplam 2 saatlik uzunca bir yolculukla gidiliyordu.

Anne ve babamın niyetleri bahçe içinde küçük bir müstakil ev inşa etmekti. Annemin her zaman böyle bahçeli müstakil bir ev isteği olmuştur. Babamın da mimarlık, çizim ve inşaat konusunda yetenekleri vardı. Önce evin planlarını çizdi. Hatırlarsam, bu planları yaparken o semtteki başka evlerin ölçülerini ve konumlarını göz önünde bulundurdu. Arsa eğimli bir arazi üzerinde yer alıyordu ve babamın çizdiği planlar bu eğime uygun bir bodrum katına da imkan veriyordu. 15 Mayıs 1960 tarihinde ilk defa birlikte Ümraniye’deki bu arsaya gittik ve temel atmak için kazı yapılması gereken alanları beraber işaretledik.

1960 yazı boyunca, babam yavaş yavaş evin temelini attı. Tek katlı ve 3 yatak odalı olması planlanan evin betonunu döktü. Hem ben hem de Bülent ona elimizden geldiğince yardım ediyorduk. Bodrumun bir parçasını kapalı hale getirip depo olarak kullanıyor, alet ve malzemeleri orada tutuyorduk.

Babam, Bülent ve ben bu inşaatta hafta sonları çalışıyorduk. Ümraniye’ye vardıktan sonra arsanın bulunduğu bölgeye erişmek için yaklaşık 2 km yürüdüğümüzü hatırlıyorum.  Ayrıca biraz uzakta bir yoğurt fabrikası vardı. Yoğurt ve başka yiyecekler almak için oraya yürürdük. Çevremiz göz alabildiğine açık araziydi ve bu manzara içinde, ilerlerde bir yerde yüksek bir radyo istasyonu kulesi olduğunu anımsıyorum. Bu boşluk ortasında bir yaz günü, fırtınalı bir havada, bizden biraz uzakta şekillenen gerçek bir kasırgaya şahit olduk. Hepimiz bu beklenmedik doğa olayına karşısında çok şaşırdık ve korkarak inşa ettiğimiz bodrum katındaki depoya koşup, oraya saklandık. Hayatımda ilk defa karşılaştığım bu kasırganın bulunduğumuz bölgeden süratli bir şekilde uzaklaştığını ve havanın tekrar normale döndüğünü dün gibi hatırlıyorum.

Annem ve babam tam olarak hatırlamadığım bir nedenle bu evin yapımından vazgeçtiler ve inşaatı yarım bıraktılar. Birkaç yıl sonra da satmaya karar verip elden çıkardılar. Bu inşaat tecrübesinden 40 yıl sonra Ümraniye’yi tekrar ziyaret ettim. Bölgedeki Netaş fabrikasına ziyarete gitmiştim. Ümraniye o kadar gelişmiş ve kalabalık bir yer olmuştu ki çevredeki hiç bir şeyi tanıyamadım.  Aslında Ümraniye’nin bu plansız gelişimi İstanbul’un son 40-50 yılda nasıl büyüdüğüne güzel bir örnek. 1960 yılında gittiğimizde Ümraniye küçük bir köydü. 1963’te küçük bir belediye olmuş. 1987 yılında ise İstanbul’un bir ilçesi haline gelmiş, şimdiyse 650,000 üzerinde bir nüfusa sahip. 1960’larda bu arsayı elden çıkarmayıp yatırım olarak tutsak ne olurdu, hep merak ederim.

Kamp Tecrübeleri

Babam doğanın içinde kamp yapmayı çok severdi. Sanırım uzun süren askerlik görevi sırasında çadırda kamp hayatı konusunda epey tecrübeler yaşamıştı. Küçüklüğümde Bursa’da yaşarken annem, babam ve Bülent ile Bursa’nın doğusunda yer alan ormanlarla çevrili İnegöl’de Oylat Kaplıcaları’na kamp yapmaya gitmişiz. 1954 Eylül’üydü ve ben henüz 4, Bülent de 1.5 yaşındaydı. Babamın çalıştığı Singer firmasından arkadaşlarının kampta bizi ziyaret ettiği gün çekilen resimde hep beraber görünüyoruz. Ama maalesef bu kamp tatilinden pek birşey hatırlamıyorum.

Buna karşılık 1957 yazında Selahattin amcam ve ailesiyle Pendik’e tren yoluna yakın otluk arazide bir hafta boyunca yaptığımız kampı çok iyi hatırlıyorum. Selahattin amcamın getirdiği iki büyük çadırı kurduğumuz arsa Mediha teyzeme aitti ve tren yolu ile karayolu arasındaydı. Marmara sahili elli metre ötemizde uzanıyordu. Ben neredeyse yedi yaşındaydım ve Bülent dört yaşındaydı, amcanın kızı Yasemin henüz iki yaşındaydı. Annem resimde de görüleceği gibi, o sırada Ercüment ‘e 6 aylık hamileydi.

Bu kamp gezisiyle ilgili birkaç ilginç şey hatırlıyorum. Sabah erken bir saatte tren geçerken ve onun gürültüsü ile uyanırdık. Bu benim tren raylarına yakın ilk uyuma tecrübem oldu. O yıllarda Pendik çok sakin bir yerdi. Deniz ve kumsal muhteşemdi, suya girip yüzmeyi ve kumsalda oyunlar oynamayı çok sevdiğimizi hatırlıyorum.

Bizden sonra bu arsa yıllarca boş kaldı ve hatırladığım kadarıyla 1960’ ların sonunda Mediha teyzem burayı elden çıkardı

Babamın Denizcilik Bankası ve Tutum Bankası Yılları

Babam Singer’den ayrıldıktan sonra 1955 Ocak ayında İstanbul’da Denizcilik Bankası’nda çalışmaya başladı. Yeni görevi Karaköy’de bankanın genel müdürlük binasında idi. Karaköy rıhtımına yakın bu gösterişli ve tarihi taş binaya babamla beraber bir çok kere gittiğimi hatırlıyorum.  Babamın genel müdürlükteki görevi şubelerdeki mevduat hesaplarının kontrolü olduğunu da anımsıyorum.

Babam, Denizcilik Bankası’nda iki buçuk yıl çalıştıktan sonra, 1957’nin Temmuz’unda Tutum Bankası’na geçti. Annem bu sırada Ercüment’e hamileydi. Aile nüfusu arttıkça masrafları da artıyordu. İki çocuklu aile üç çocuklu olacaktı. Tutum Bankası özel bir bankaydı ve babama normal maaşının üstüne, sekiz ikramiye ve prim vermeyi teklif etmişti. Her ne kadar Deniz Bankası büyük bir devlet bankası ve Tutum Bankası gayet küçük bir özel bankaysa da babamın bu daha yüksek maaş teklifini değerlendirmesi ve seçmesi çok normaldi. Babama Denizcilik Bankası’nda işi ayarlayan Macit dayının bu transfer işine kırıldığını, annem tarafında bu olayın büyütüldüğünü hatırlıyorum. Ayrıca daha fazla gelir temin etmenin ötesinde babamın Tutum Bankası’nda çalıştığı Çarşıkapı Şubesi o zamanlar oturduğumuz Langa’ daki evimize çok daha yakın bir yerdeydi. Babamı öğle tatilin de bile eve geldiğini hatırlıyorum.

Babamın Tutum Bankası’nın Çarşıkapı Şubesi’ndeki görevi şef muavinliğiydi ve muhasebe kontrol işlerinden sorumluydu. Babamı bu şubesinde de bir çok kez ziyaret etmişimdir. Bu şube her ne kadar Çarşıkapı ismini taşırsa da tam Çemberlitaş’ın karşısındaydı. Babamı o şubede her ziyaretimde Çemberlitaş hakkında sorular sorar, yeni şeyler öğrenirdim. Bu sütun Romalı imparator Konstantin tarafından M.S. 328 yılında yapılmış ve Romalılardan kalan en yüksek sütunlardan biri. Çemberlitaş ismi Osmanlılar devrinde bu sütunu korumak için etrafına koydukları demir çemberlerden geliyor.

Babam daha sonra, 1958 yılının sonunda, Tutum Bankası’nın Karaköy Bankacılar Caddesi’ndeki Genel Merkezi’ne transfer oldu. Oradaki görevi genel müdürlük muhasebe kontrolüydü. Bütün şubelerden gelen hesapları kapsıyordu, gayet sorumlu bir görevdi ve maaşı iki misli artmıştı. Babamın gayet dürüst, sorumlu ve çalışkan bir bankacı olduğundan çok gurur duymuşumdur. Onu Bankalar Caddedi’ndeki ofisinde ziyaret ettiğimde beni bir çok iş arkadaşlarıyla tanıştırmıştı.

1963’de hükümet 34 tane bankanın tasfiyesine karar verdi.  1950-1960 yılları arasında Bayar/ Menderes idaresi altında özel bankaların sayısı muaazam şekilde artmış ve çok gevşek bir bankacılık rejimi sürdürülmüştü. 27 Mayıs 1960’dan sonra gelen hükümetler iflas etme durumunda olan bu bankaların tasfiyesine gitmiş. Bazı bankalar kapanırken, bazıları da büyük devlet bankaların içine alınmış. 1964 yılında, Tutum Bankası’nın devlet bankası olan Emlak Kredi Bankası’nın bünyesine girmesine karar verilmiş. Babam, bu kapatılma ve devir işlemleri sırasında Tutum Bankası’nın Galata Merkez Şubesi’nde çalışmaya devam etti. 1965 yılının Temmuz ayında Tutum Bankası tamamen kapanınca da, Emlak Kredi Bankası’nın Kadıköy Şubesi’ne transfer oldu.

Futbol

Benim küçüklüğümde biz erkek çocuklar, evin önündeki sokakta veya eve yakın boş bir arsada top peşinde koşarak futbol oynamayı öğrenirdik. Ben epey küçük bir yaşta, Beylerbeyi’nde üç yaşındayken topa vurmaya başlamıştım. Muhtemelen pek yetenekli değildim ama topa vurmayı seviyordum. Langa’da otururken, beş yaşındaydım ve içlerinde Rum çocukların da olduğu arkadaşlarla evin civarında boş bulduğumuz her yerde futbol oynardık. İlkokuldayken ve daha sonra Kadıköy Koleji’ndeyken, takımlara girecek kadar iyi bir oyuncu değilsem de fırsat buldukça o heyecanı yaşamak isterdim. Aslında büyüdükçe okullarda önceliğimi derslerim almıştı ve tüm gücümle başarılı olmak için çalışıyordum.

Ancak o yıllarda lig maçlarını ve futbol takımlarının ligdeki durumlarını yakından izlerdim. Evde televizyonumuz yoktu ama maçları ailecek Grundig marka radyomuzdan takip ederdik.

Benim çocukluğumda bütün önemli futbol kulüpleri sadece İstanbul’daydı ve üç büyük futbol takımımız vardı: Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş futbol kulüpleri. Babam koyu bir Fenerbahçe taraftarı idi ve çok eski yıllardan beri sarı lacivert renkleri tutuyordu. Kardeşim Bülent ve ben de babamdan etkilenerek Fenerbahçe takımının taraftarı olmuştuk. Buna karşılık annem de Galatasaray taraftarıydı ve evde dostça bir rekabet havası yaşanıyordu. İki küçük erkek kardeşim Ercüment ve Engin de annemi bizim karşımızda yalnız bırakmamak için Galatasaray’ı seçmişlerdi. Yani ailenin üç üyesi Fenerbahçe, diğer üçü de Galatasaray taraftarıydı.

Fenerbahçe takımından favori oyuncum Lefter Küçükandonyadis idi, kısaca ona Lefter derdik. Muhtemelen Fenerbahçe kulübünün sahip olduğu en iyi golcü idi ve kulüp tarihindeki tüm oyunculardan daha fazla rakip kalelere gol atmıştı. İlginç olan husus kendisi Rum kökenli bir Türk vatandaşıydı. 2012 yılında vefatından sonra Kadıköy’de Fenerbahçe stadının yakınındaki küçük bir parka bir heykeli kondu.

Çok iyi hatırladığım bir diğer oyuncu, milli maçlarda kazandığı kahramanca kurtarışlarıyla tanınan, muhtemelen Türk futbol liginin en iyi kalecilerinden biri olan Galatasaray kalecisi Turgay Şeren idi.

Çocukken futbol maçı seyretmek için babamla İstanbul’da Dolmabahçe ve Fenerbahçe gibi birkaç futbol stadyumuna gittim. Gerçi bunlar büyük lig maçları değildi ama yine de bir maçı stadyum ortamında seyretmek bana çok heyecan verici gelmişti. Büyük lig maçları ise çok pahalıydı.

Futbol Türkiye’de en sevilen spor olmaya devam ediyor. Bu sporun ülkemizde yüzyılı aşkın bir geçmişi var. Ülkenin en büyük ve en çok taraftarı olan üç futbol kulübünün geçmişleri geçen yüzyılın ilk yıllarına kadar gider. Ancak bugünkü anlamda profesyonel futbol maçları benim çocukluk yıllarımda oynanmaya başladı ve hemen ardından 20 takımdan oluşan milli futbol Süper Ligi oluşturuldu. Bu gelişmenin ardından futbol halkın daha yakından ve heyecanla takip ettiği bir spor faaliyeti haline geldi. Nitekim bugün farklı ligler ve çok sayıda futbol takımıyla futbol sporu başlı başına bir endüstri halindedir.

Benim taraftarı olduğum Fenerbahçe bugüne kadar 19 kez şampiyonluk kazanmasına karşılık, en büyük rakibimiz Galatasaray şampiyonluk kupasını 22 kez kendi müzesine götürmüş. Son istatistiklere göre Türkiye nüfusunun önemli bir kesimi futbol ile ilgileniyor ve yakından takip ediyor.

Vapur Seyahatleri

İstanbul, Avrupa ile Asya kıtaları arasındaki geçiş noktasında yer almaktadır. Ben henüz küçük bir çocukken şehrin yaklaşık 1 milyon nüfusu vardı. Bugünkü nüfus ise, büyük bir metropol olarak Avrupa ve Anadolu yakalarına yayılmış olarak, 15 milyonun üzerindedir. İstanbul’un kuzeyinde Karadeniz, güneyinde Marmara Denizi vardır ve şehri ortasından geçen muhteşem İstanbul Boğazı şehri ve iki kıtayı birbirinden ayırır.

Bugün iki tarafı birbirine bağlayan üç uzun asma köprü ve su altı tünelleri var. Ancak benim küçüklüğümde İstanbul’un içinde deniz ulaşımını sağlayan tek vasıta şehir hatları vapurları idi. Yolcu vapurları, araba vapurları ve hatta tren feribotları vardı. İstanbul, iki kıta arasında her gün çok sayıda vapur seferinin yapıldığı, muhtemelen dünyanın en işlek deniz trafiğinin olduğu bir yerdi.

Asya ile Avrupa arasında ilk vapur yolculuğumu bir aylıkken yapmışım. Çocukken muhtemelen bu vapurları binlerce kez kullandım. Şehir hatları vapurlarında geçen o kadar çok hatıralarım var ki muhtemelen onlar hakkında ayrı bir kitap yazabilirim.

Bu vapurlar çok dakikti, genellikle çok temizdi ve çoğunlukla çok keyifli yolculuklar yapılırdı. Bazen bir müzik enstrümanı çalmaya başlayan bir adam veya kadın gelir, müziğini çalar ve sonunda bir miktar para toplamaya çalışırdı. Diğer günlerde, girişimci bir adam, bir mutfak ürünü ya da diğer ıvır zıvır bir şeyler hakkında süratli ve renkli bir satış konuşması yapar ve elindekileri yolculara satmaya uğraşırdı.  Bu kendine özgü kişileri vapur yolcularının çoğu tanır, atıp tutarak bağırışlarına göz yumar ve yarım saati bulmayan vapur yolculuğu keyifli bir şekilde sürer giderdi.

En keyifli ve manzaralı deniz yolculuğu, Boğaz’ın kuzey ucuna kadar giden vapur seferiydi. Bu yolculuk, Galata Köprüsü’nden başlar, Karadeniz çıkışına gelmeden önce Boğaz’ın Anadolu ve Avrupa yakaları arasında mekik dokur gibi, belki 10-15 kez gidip gelirdi. Kavaklar vapur iskelesinde fazla uzun olmayan bir bekleme süresinden sonra İstanbul’a, Galata Köprüsü’ne dönerdi. Bu şekilde iki kıta arasında özellikle yaz aylarında çok zevk alınan zikzak bir deniz yolculuğu yapmış olurdunuz. Günümüzde bu tür seferlerin sayıca azaltılması ve vapurların uğradıkları iskelelerin kısıtlanmasına rağmen, çevrenin doğal ve tarihi zenginliği içinde çok keyifli ve güzel bir yolculuk yapmak hala mümkün.

Bu vapurlarda en yaygın şekilde satılan içecek çaydı. Vapurda görevli çaycılar bardakları doldurdukları tepsiyi taşıyarak vapurun her yerini dolaşırlar, seslenen yolcunun eline çay bardağını bırakırlardı. Çevremde oturan pek çok kişinin keyifle çay içmesini izlerdim. Çay fiyatları da halk için gayet uygun idi. Çaycıları ve çay içenleri İstanbul’un hemen her yerindeki kahvehane veya çay bahçelerinde de görürdük.

Bu vapurların kaptanları genellikle çok tecrübeli profesyonel kişilerdi ve yolcular tarafından büyük gemi kaptanları gibi saygı görürlerdi. İstanbul ikliminde zaman zaman özellikle sabahları çok yoğun sisler yaşanır ve görüş özellikle deniz üzerinde çok kısa mesafelere düşerdi. Vapurlar eskiden bu kesif sislerin içinde de süratlerini azaltarak çalışmaya devam eder, çalışamaz hale gelip sefer iptal edildiğinde her iki yakada iskele önlerinde işine veya okullarına gidemeyen yolcular birikirdi. Muhtemelen 50-60 yıl önce bu vapurlarda hiç radar sistemi yoktu. Bu yüzden, diğer vapurlarla iletişim kurmak için devamlı çan çalar, düdüklerini uzun uzun öttürerek sisin içinde yol alırlardı. Birkaç vapurun aynı anda çan çalmaları, bu şekilde birbirleriyle bir iletişim kurmalarını dinlemek gerçekten insanda değişik duygular yaratırdı. Bu yoğun sis koşullarında vapurlara binmek kimi zaman hem korkutucu hem de heyecan verici bir macera gibiydi. Böyle hava koşullarında deniz üzerinde bazı önemsiz çarpışma olayları yaşanmışsa da ciddi bir kaza olduğunu hatırlamıyorum.

Bu vapurların o yıllardaki en olumsuz yanı, bodrum katındaki kabinlerin dışında, vapurun her yerinde, sigara içilmesinin serbest olması idi. Sigara dumanına maruz kalmamak için çok kere bu alt kabinlerde yolculuk yapardım. Burada hiç pencere olmadığı için bütün manzaradan mahrum kalırdınız. Günümüzde vapurun her yerinde sigara içmek yasaklanmış durumda. Konan yasaklar sayesinde hem İstanbul’da hem Türkiye’nin bütününde sigara içme alışkanlığı azalmış. Bu arada son Türkiye seyahatimde vapurların bodrum katlarının güvenlik nedeniyle yolculara kapatıldığını öğrendim.

Bu vapurların isimlendirilmesi de ilginç bir konudur. Çocukluk günlerimde hatırladığım kadarıyla bu vapurlar adlarını genelde İstanbul’un Maltepe, Üsküdar, Karaköy, Kalamış gibi değişik semtlerinin isimlerinden alıyorlardı. Sonraki yıllarda, 1970 lerde bu vapurların üzerinde bazı savaş şehitleri veya seçkin kişilerin adlarını görmeye başladık. Bu isimlerin kimler tarafından ve neye dayanarak seçildiğini ve siyasetin bu işin içinde ne kadar yer aldığını bilemiyorum.

Okula gidip gelirken yaşadığım bu deniz yolculuklarının heyecanı sadece seyrettiğim dışarı manzaralar ve içerde olup bitenlerle sınırlı değildi. Kıyılarda gördüğüm tarihi binalar da çok ilgimi çeker, haklarında bilgi edinmeye gayret ederdim. Gözlem yaptığım bir diğer yer de vapurun makina dairesi idi. O zamanlar makina dairesinin kapısı açık olurdu ve başınızı içeri uzatarak makinanın gürültüyle kollarını aşağı yukarı hareket ettirişini görebilirdiniz. Genelde insanların uzak durduğu bu yeri ben büyük bir merak ve keyifle gözlemler, vapurun çalışma sistemini anlamaya çalışırdım. İlerleyen yıllarda yine güvenlik nedenlerinden ötürü, vapurun bu bölümünün kapısı sıkı sıkıya kapalı tutulmaya başlandı.

1940’lar ve 1950’lerde kullandığımız eski vapurlar çoğunlukla İngiltere’nin Glasgow tersanelerinde inşa edilip, Türkiye’ye ithal olarak getirilmişti. Ancak, bugün bu vapurların hemen hepsi Türkiye’deki tersanelerde yapılıyor.  Yakın zamanlarda, hız ve verimlilik için en yeni teknolojilerle inşa edilen, ancak önceki vapurların estetik güzelliğinden yoksun olan üç yeni vapur hakkında tartışmalar yaşanmış ve bu konuda halkın oyuna başvurulmuştu. İstanbul’da insanlar vapurda giderken hava koşulları müsaitse, vapurun kenarlarında veya arkasındaki açık alanlarda oturmak, püfür püfür esinti içinde seyahat etmek ister. Bu yeni vapurların tümüyle dışarıya kapalı görüntüsü halkın onlar hakkında olumsuz düşünmesine yol açtı ve daha süratli olmaları bile insanların bu düşüncesini değiştiremedi.

Benim çocukluk yıllarımda yoğun olarak vapur kullanıldığı için İstanbul ve çevresinde pek çok yerde, çok güzel görünümlü vapur iskeleleri inşa edilmişdi. Bunların bazıları eski tarihli, gerçekten çok zarif yapılardı. Bahsettiğim yıllarda bu iskelelerde bekleyerek uzun zamanlar geçirdiğimi hatırlıyorum.  Bazı iskeleler çok küçüktü, bazıları ise epeyce büyüktü ve birden fazla vapurun yanaşmasına uygundu. Bazen vapurlar yan yana yanaşırlardı ve bir sonrakine ulaşmak için bir vapurdan öbürüne geçmek zorunda kalırdık.  İskelenin kapılarını açtıklarında, manzaralı iyi bir yer bulmak için koşarak vapura binerdik. Bir başka ilginç şey de, vapur iskeleye yanaşmadan ve halatçılar tarafından tamamen bağlanmadan önce, bazı genç yolcular, ya aceleleri olduğu için, ya da gösteriş olsun diye iskeleye atlamaya başlarlardı. Bunu büyürken birkaç kez ben de yaptığımı itiraf etmeliyim. Bunlara bugün izin verilmediğini umarım.

1950’lerde çekilen bu fotoğraf, Galata Köprüsü’ndeki birkaç vapur iskelesini gösteriyor. İstanbul’a yaptığım son ziyaretde bazı iskelelerin hiç kullanılmadığını, bazılarının nadiren kullanıldığını, bazılarının başka amaçlara çevrildiğini ve bazılarının ise tamamen kaldırıldığını öğrendim. Örneğin Galata Köprüsü’ndeki şehrin en eski vapur iskelelerinin yerine turistik, pahalı balık lokantaları açıldığını gördüm.

Bir diğer küçük ayrıntı da, o dönemde vapurların üst katlarına iskelelerden merdivenle de erişim sağlanırken, günümüzde vapura bu şekilde binişe bilinmeyen bir nedenle izin verilmiyormuş.

Günümüz İstanbul’unda devasa bir şehiriçi trafik yoğunluğu derdi var. Trafik sıkışıklığının bazı sonuçları, hava kirliliği, iş hayatında zaman kaybı, insanlarda yarattığı stres ve herkes için devamlı gecikmeler gibi sıralanabilir. Büyük paralar harcanarak inşa edilen köprüler ve tünellerin bu problemi çözmeye yetmediği görülüyor. Hükümetlerin ulaşımda kara yollarını merkeze koyan politikaları bu problemin en önemli nedenidir. İstanbul gibi bir deniz şehrinde vapur seferleri çok daha düşük maliyetli bir toplu taşıma sistemi olabileceği için, eğer bu seferleri azaltacaklarına arttırsalardı ve daha planlı bir denizyolu toplu taşıma politikası takip etselerdi, bu trafik sorun ciddi surette hafifletilebilirdi diye düşünüyorum. Bu vahim bir strateji noksanlığı ve maalesef İstanbul’da yaşayanlar için çok talihsiz bir durum.

İyi hatırladığım bir diğer şey de, İstanbul’da lodos denen güneybatı rüzgarlarıdır. Bunlar, Akdeniz, Ege ve Marmara Denizlerinden gelen ve hızı 30-50 km / saat’e varan, sonuçta İstanbul çevresinde deniz trafiğini zorlaştıran rüzgarlardır. Bazen lodos nedeniyle vapurlar çalışmaz, çalışırlarsa da bazı yolcular rahatsız olur, deniz tutmasına yakalanırdı.  Belki de ben bu vapurları bu tür olumsuz hava koşullarında kullanmak zorunda kaldığım için zaman içinde buna alıştım ve hayatım boyunca hiç deniz tutması hissetmedim! Bu nedenle, denizde, karada ve hatta uçakta olumsuz koşullarda seyahat sırasında rahatlığımı lodos koşullarında İstanbul vapurlarındaki yaşadığım tecrübelerime borçluyum diyebilirim.

Yılbaşı Eğlenceleri

Yeni Yılı neden kutladığımızı ve bunun tarihsel geçmişini hep merak ederdim. Aslında, yeni yıl kutlamaları 4.000 yıl öncesine, Babil zamanlarına kadar uzanıyor (Noel kutlamalarından çok daha eski). Babil döneminde, yeni yıl kutlamaları bahar sezonundaymış. Eski Mısır’da da yılbaşı kutlanırmış fakat bu tarih sonbaharda Nil nehri tarlaları sular altında bırakıp Mısır’a hayat verdiği zamana denk gelirmiş. Bugün kullandığımız takvim, M.Ö. 45’te Jül Sezar tarafından yeniden düzenlenen Roma takvimine dayalı. Bu takvim 1582’de Gregoryen takvimi olarak bir kez daha yeniden düzenlenmiş. Osmanlılar ise İslami takvimi kullanıyorlardı. İslami takvim, Yahudi takvimi gibi ayın gökyüzündeki evrelerini temel alır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra, Atatürk’ün yaptığı önemli reformlardan biri de eski hicri takvimini bırakarak uygar dünyanın kullandığı Gregoryen takvimini kullanmaya başlamaktı.

Yılbaşı arifesinde ailecek büyük bir akşam yemeği ile yeni yıla girişimizi kutlardık. Akşam yemeğinin temelini, fırında pişirilmiş bir tavuk ile yanında patates püresi oluştururdu. Babam bazı yıllar bu tavuğun içine geceyi renklendirmek için madeni para koyar, yemeği yerken bunun kime çıkacağını merakla beklerdik.  En önemlisi bu Yılbaşı yemeklerinde masanın üstünde annemin yaptığı çeşitli “meze” türleri olurdu. Annem ve babam o zamanlar meze ile beraber bira, özellikle Tekel birası içerlerdi; biz çocuklar meşrubat içer ama mezeyi yemekten çok keyif alırdık.

Yemekten sonra anne ve babamızın bize verdiği hediyeleri açardık. Büyüyene kadar biz çocukların anne ve babamıza veya birbirimize hediyeler alıp verdiğimizi ise hatırlamıyorum. Bize alınan hediyelerin hepsi olmasa da çoğu, gerekli giysiler ve çoraplar, ayakkabılar ve kitaplar gibi fayda gözetilerek alınan şeylerdi. Nadiren hediyeler arasında oyuncak da olurdu. Bunun bir nedeni oyuncak endüstrisinin o dönemde ülkede fazla gelişmemiş olmasıdır diyebiliriz. Fakat büyük olasılıkla, ailemizde mali önceliğin çocukların temel ihtiyaçlarını almaktı. Artan para olursa, ki çoğu zaman olmazdı, ancak o zaman oyuncağa sıra gelirdi. Ailemde gördüğüm bu ev idaresi ve tasarruflu yaşama alışkanlığı sayesinde bugün, o günlere oranla çok daha yüksek bir gelire sahip olsam da, harcamalarıma dikkat ederim.  Gereksiz masraflardan uzak durmayı, küçük yaşlarda annem ve babamdan görüp öğrenmiş olduğuma inanıyorum.

Hediyeleri açtıktan sonra ya radyo skeçleri ya da komedi programları dinler veya tombala oyunu oynardık. Tombalanın yılın herhangi bir zamanında oynamanın mümkün olduğunu biliyorum. Ama benim çocukluğumda sadece yılbaşı geceleri oynanırdı. Bu nedenle tombala aklımda her zaman bir yılbaşı gecesi oyunu olarak kalmıştır. Radyo eğlencesi dinleyip gülerek ve tombala oynayarak gece yarısına varırdık. Yeni yılı karşılarken saat tam 12.00 de annem ayakta durmakta ve yeni yıla bu şekilde girmekte ısrar ederdi. Bazı yılbaşı gecelerinde boş sokağa bardak attığını da hatırlarım. Bunlar onun, ailesi için gerçekten iyi ve sağlıklı bir yeni yıl dileme alışkanlığı idi.

Benim çocukluk yıllarında yılbaşı kutlamalarında evde çam ağacı süslemek gibi bir adetimiz yoktu. Bu tür ağaçlar o günlerde İstanbul’da nadir bulunur ve muhtemelen pahalıydı. Selahattin amcamın yeni yıl için böyle çam ağaçları süslediğini hatırlıyorum. Sanırım anne babam, Moda’da kendi evlerine taşındıktan sonra 1970’lerde ilk “Yılbaşı Ağacı”nı süslemişlerdi.

Yılbaşı kutlamalarıyla ilgili annemin bizlere anlattığı ilginç bir anıyı o günlerde ülkede ve insanlarda yaşanan değişimi göstermek bakımından burada aktarmak faydalı olacak. 1949 yılının son günü, henüz benim doğmadığım o dönemde, yeni evli olan annemle babam akşam yemeği için babaannemi ziyaret ediyorlar. Yılbaşı gecesi olduğu için annem radyoyu açarak müzik ve her ne skeç veya komedi programı varsa onu dinlemek istiyor. Gelen tepkiden, geleneklerin ve dini kuralların hakim olduğu babaannemin evinde yılbaşı kutlaması yapılamayacağını anlar annem. Evin adetine saygı duyarak babamla birlikte evden ayrılıp saat 21.00 de kendi annesinin evine giderler. Orada bulunanlarla birlikte dans ederek ve eğlenerek yeni yıla, 1950 yılına girmişler. Yaşanan bu olaydan ben iki sonuç çıkarıyorum. Annem yeni gelin olmasına rağmen kendine güveni yüksek ve istediğini yapma gücüne sahip bir kadınmış ve babam da evliliğinin ilk günlerinden itibaren ona çok destek veriyormuş. Diğer bir enteresan şey de, ertesi yıl, 1951 yılbaşı gecesi için, ailem beni babaannemin evine götürür. Ben o sırada sadece 45 günlük bir bebekmişim. Sevgili babaannem hayatında ilk kez annem, babam ve benim ile birlikte yılbaşını kutlamış. Bu benim babaannemin hayatinda yaptığım ilk büyük değişiklik oldu, herhalde!

Türk halkının büyük çoğunluğu müslüman olduğu için ülkenin genelinde noel kutlamaları olmaz. Bunun tek istisnası İstanbul’un, azınlıkların oturduğu eski semtleridir. Çocukluk yıllarımda, özellikle 1955 ile 1960 yılları arasında Langa’da yaşarken, annemim mahallede bir çok Rum arkadaşı vardı. Bilhassa kapı komşumuz Perso ve ailesi ile gayet yakındık. Katoliklerden farklı olarak Rum Ortodoks noeli 7 Ocak’ta kutlanır. Bu gün geldiğinde annem, Perso ile Noel ayini için geceleyin Rum kilisesine giderdi. Annemin kilisede kutlama ayinin nasıl yapıldığını ertesi gün bize anlattığını hatırlıyorum. İlginç bir şekilde, annemin Rumlara yakınlığı ve Rum Kiliselerinde ayinlere katılımı Mısır’da küçük bir çocukken, Rum komşularıyla birlikte büyümesinden ve annesiyle Mısır’daki Rum Kıpti kiliselerine gitmesiyle başlamış.

Daha sonraki yıllarda annem Galata’da, daha sonra da Moda’da otururken Noel’de kiliseye gitmeye devam etti ve gerek Rum gerekse Türk arkadaşları ve komşuları ile ayinlere katıldı. Bunun nedeni, Hıristiyan inancı değil, öğrenmeye olan merakı ve diğer inançlara duyduğu saygıydı diye düşünüyorum. Ben de muhtemelen büyürken ondan, merak duygusunun yanı sıra diğer inançlara karşı saygılı ve hoşgörülü olma niteliklerini aldım.

Yaptığım ve yapmadıklarım

Çocukluğumun önemli bir bölümünü yaşadığım 1950’lerde (biraz da1960’larda), bugün büyüyen çocuklardan epey farklı deneyimler yaşadım. Hayatımın ilk 12 yıllık bölümünü nasıl geçirdiğimi maddeler halinde özetlemek gerekirse:

Aile hayatım

Sevgi dolu bir annem ile evine düşkün bir babam ve çok istikrarlı süren bir aile hayatımız vardı. Annem ve babam biz çocukları endişeye düşürecek çapta ciddi bir kavgaya meydan vermezdi. Evin içinde tartışırlarken, boşanma ihtimali veya evi terk etme tehditleri, hatta hiç bir kaba söz veya küfür asla duyulmazdı. Annem ve babam ne zaman onlara ihtiyacım olsa hemen yanımda olurlardı. Tüm çocukları için ellerinden gelenin en iyi ve en doğrusunu yapmaya gayret göstermişlerdir. Bütün emekleri ve gösterdikleri sevgi için onlara minnettarım.

Kardeşlerim

Benden sonra dünyaya gelen üç erkek kardeşim var. Annemin tüm arzusuna karşın kız kardeşim olmadı. Evdeki çocukların en büyüğü olarak, hepsinin ağabeyi idim. Sonuç olarak, çok hızlı bir şekilde sorumlu ve yetişkin bir genç oldum. Çok küçük bir çocukken bile şımartılmadım, küçük kardeşlerimin büyümesine destek ve yardım sağlamaya çalıştım. Bu sorumluluk duygusu günümüzde hala devam ediyor.

Barış

Türkiye 1950’lerin başında Kore Savaşı’na katılmıştı ve yaşadığımız yıllar Soğuk Savaş’ın en sert yaşandığı bir dönemdi. Ama Türkiye’de insanlar barış içinde yaşıyordu. Ekonomik anlamda ise günlük yaşamı olumsuz etkileyen şartlar söz konusuydu. Türkiye akıllıca bir dış politikayla 2. Dünya Savaşı’na katılmadığı için savaşın getirebileceği yıkımı yaşamadı. Ülke uzun yıllar barış içinde kaldı. 1960 yılında ülkede çeşitli huzursuzluklar, protesto faaliyetleri ve askeri bir müdahale yaşadık. Ancak bütün bu olanlar günlük hayatımızı önemli bir şekilde etkilemedi. Huzurlu bir ortamda büyüdüğüm için kendimi çok şanslı görüyorum.

Ekonomik denge

Benim büyüdüğüm yıllarda Türkiye çok sarsıcı bir ekonomik çalkantı yaşamadı. Anne ve babamın kendi çocukluk yıllarında yakalandıkları 1929 Büyük Depresyon’u gibi bir ekonomik durgunluğu benim çocukluğumda yaşamadık. Annem ve babam ne zaman ihtiyaç duydularsa rahatlıkla bir işe girebiliyorlardı. İşsiz kalmanın getirdiği acı tecrübeler yaşamadık. Buna karşılık çalışma koşulları ve yasaları bugüne göre çok daha ağırdı. Evi geçindirecek ve sofraya yemek koyacak parayı kazanmak için çok çalışmak gerekiyordu. Kardeşlerim ve ben annemize ve babamıza ne kadar teşekkür etsek yetersiz kalır.

Akşam yemekleri

Akşamları belli bir saatte tüm aile hep birlikte sofraya oturup yemek yenmesine önem verilirdi. Evin bütçesine göre ayarlanmış bu yemekler orta gelirli bir ailenin yiyebileceği düzeydeydi ama hiçbir zaman sofradan doymadan kalkıp, aç olarak uyumaya gittiğimizi hatırlamıyorum. Çocukların karnının doyması annemle babamın en önem verdiği hususlardan biriydi.

Ev

Bahsettiğim yıllarda sürekli oturduğumuz, mülkiyeti bize ait sabit bir evimiz olmadı. Ancak 15 yaşına ulaştığımda annemle babam bir apartman dairesi satın alabildiler. 15 yıl boyunca kiralık evlerde oturduk ve bir düzineyi aşan ‘evden eve taşınma’ macerası yaşadık. Bu yüzdendir ki, devamlı okul veya oyun arkadaşlarım olmadı, farklı ilkokullara gitmem gerekti ve ev taşıma telaşesi hayatımızın bir parçasıydı. Ancak asla oturacak ev bulmada zorluk çekmedik. Annem uygun evi bulma ve eşyaları odalara yerleştirme, babam ise lojistik olarak kamyon bulunması ve organize edilmesi gibi ev taşınması konularında gerçek birer uzman olmuşlardı. O kadar çok taşındık ki, taşınmanın olmadığı dönemlerde annem, evdeki odaların yerlerini değiştirip oyalanırdı.

Arabalar

Babam, 1950’lerin başında ben çok küçükken, Singer şirketinin arabasını kullanıyordu. Kendi arabasını ancak 1973 yılında alabildi. Okul yıllarında bol bol yürümek zorunda kaldım. Genelde otobüs, tramvay ve vapur gibi toplu taşıma araçlarını kullanır, nadiren dolmuş veya taksiye binerdim. Kimse beni okula arabayla götürüp bırakmadı.  Ayrıca 28 yaşıma kadar araba kullanmayı da öğrenmedim.

Kötü alışkanlıklar

Annem ve babam evde ancak yılbaşı veya evlilik yıldönümü gibi özel günlerde, mezeli bir sofrada, bira içerlerdi. Yine ender olarak bazı arkadaş veya akrabalarla beraber olduklarında alkollü içki kullanırlardı. Dönem gereği evde misafirler için değişik markalarda sigaralar bulunurdu. Fakat annemle babam sigaraya veya alkollü içkilere hiçbir zaman kayda değer bir masraf yapmadılar. Kısaca, evimiz sigara içilen bir ev değildi, bu yüzden de havası temizdi ve biz çocuklar da sigara dumanının etkisinde hiç kalmadık. Yaşamım boyunca sigara içmeyi hiç sevmedim ve hep uzak durdum. Üniversiteye gelene kadar da asla bira veya alkollü içki içmedim.

Sağlık

Küçüklüğümde sağlıklı bir çocuktum. Kabakulak, suçiçeği gibi bazı çocukluk hastalıkları geçirdim ama aynı zamanda o sırada gerekli olan tüm aşıları da oldum. Başımdan ciddi bir kaza geçmedi ve herhangi bir ameliyat durumum olmadı. Yaşadığım en ciddi tıbbi sorun, 5 yaşındayken paslı bir tel çitin üzerinden atlarken dizimi kestiğim için tetanoz aşısı yaptırmak zorunda kalmam olmuştu.

Kitap Okuma

Kitap okumayı seven bir aile olarak, evin çeşitli yerlerinde kitaplar olurdu. Evin o kadar önemli bir parçasıydı ki, küçükken kitapsız bir ev düşünemezdim. Kitap fiyatları bugünle karşılaştırıldığında çok daha ucuzdu ve evde hepimiz için kitaplar olurdu. Daha önce de bahsettiğim gibi çok meraklı ve öğrenmeye aç bir çocuktum ve daha okumayı sökmeden çevremde bulduğum her şeyi okumaya çalışırdım. Okumayı öğrendikten sonra kitaplar en yakın arkadaşım oldu ve yaşam boyu onlardan hiç uzak kalmadım.  Bazı evlerde olduğu gibi annemin veya babamın yatakda bana hikaye kitapları okuduğunu hatırlamıyorum. Ama ikisinin de fırsat buldukça çok ilgimi çeken öyküler anlattığını anımsıyorum. En sevdiğim şey ise beni   kitapçılara götürmeleri olurdu. Elimde kitaplarla keyifle eve dönerdim. Evde ders kitaplarımızı saklamak için çantalarımız vardı. Onları sevgiyle hatırlıyorum. Akrabalarımız da kitapsever insanlardı. Özellikle anne tarafımız genelde öğretmenlerden oluşuyordu ve hepsinin evlerinde kütüphaneleri vardı. Geçtiğimiz günlerde vefat eden büyük dayım Cahit Kayra yazdığı 50’den fazla eserle kitapsever ailemizin gurur kaynağı olmuştur. Ben de kendimi her zaman bir kitap kurdu olarak görmüşümdür ve öyle olmayı da sürdürüyorum.

Radyo ve TV

Küçüklüğümde henüz Türkiye’de TV yayınları başlamamıştı. Bunun iyi yanı televizyon bağımlısı bir çocuk olarak büyümedim. Oturma odasının bir köşesinde radyomuz dururdu, onun önünde oturup haberleri, tiyatro oyunlarını ve çeşitli akşam eğlencelerini dinlerdik. Radyonun eğlencenin yanı sıra çok eğitici bir yanı vardı. Önemli bir olay olduğunda haberleri dinlerken heyecanlanırdık. Bayramlarda ve yılbaşlarında ki özel eğlence programlarını merakla bekler, radyonun önünde oturup dinlerken bir şeyler yerdik. Eve ilk televizyon cihazı 1969 yılında alındı.

Evcil Hayvanlar

Çocukluğumda evde evcil hayvanımız yoktu. Mahallede başıboş dolaşan köpekler ve kediler vardı ve onları sever yiyecek verirdik. Annem bu hayvanlara karşı merhametliydi ve elinden geldiğince beslerdi. Mısır’da ki çocukluğunda evlerinde beyaz bir fino köpek olduğunu, oradan ayrılırken trenin arkasından koştuğunu hep anlatırdı. Babam ise bambaşka bir ev ortamında büyümüştü ve evde evcil hayvan düşüncesine tahammülü yoktu. Evde ancak 1960’larda balık ve kuş ve 1970’ lerde ise köpek beslemeye başladık. Benim küçüklüğüm ise evcil hayvanın olmadığı bir evde geçti.

Telefonlar ve cep telefonları

1970’lere kadar evimizde telefonumuz olmadı. Eve telefon hattı bağlatmak uzun yıllar beklemeyi gerektiren bir süreçti ama o yıllarda bunun noksanlığını çok da hissetmezdik. Belki de çok acelemiz yoktu. Akrabalarımıza ve arkadaşlarımıza uzun mektuplar yazardık, özel günlerde ise birbirimize muhakkak tebrik kartları atardık. Babam uzun ve detaylı mektuplar yazarken annem mektubunu mümkün mertebe kısa tutmaya gayret gösterirdi. Ailemden, akraba ve arkadaşlarımdan aldığım mektup ve kartpostalların çoğunu hala saklıyorum. Mektup yazarak haberleşme de maalesef birçok şey gibi günümüzde işlevini yitirdi. Yetiştiğim yıllarda cep telefonu bilimkurgu öykülerinin bir parçasıydı. Bunları okuyup, gelecekte olabilecekleri düşünmek hoşuma giderdi. Eğitimimi tamamlayıp iş kariyerime başladığımda iletişim teknolojisi hızla ilerliyordu ve sonraki yıllarda yaptığım çalışmalarla cep telefonlarının geliştirilmesine büyük katkı verdiğimi düşünüyorum. Daha sonraki bir bölümde bu konuya daha detaylı değineceğim.

Bilgisayarlar ve İnternet

Dünyadaki bilgisayar teknolojisinin başlangıç yılları benim çocukluk yıllarıma denk gelir. Ama ne çevremde ne de ülkemde henüz bilgisayar yoktu. İnternet’in doğuşu ise çok sonraki yıllarda gerçekleşti. Bu teknolojiyle ilgili haberleri gazetelerde, dergilerde gördükçe büyük bir merakla okurdum. Eğitimin ve kariyerim de bu teknolojinin öğrenilmesi ve geliştirilmesine yönelik oldu ve İnternet ilerleyen yıllarda katkıda bulunduğum bir alan oldu. Daha sonraki bölümlerde daha detaylı bu konulara değineceğim. Çocukken ders notlarımızı defterlere yazardık. Bilmediğimiz konuları kitap, ansiklopedi ve haritaları araştırarak öğrenirdik. Matematik hesaplamaları, çarpım tablosunu önceden ezberleyerek, çoğu zaman kafadan yapardık. İlerleyen yıllarda hesap makinalarını kullanmaya başladık.   

Müzik

Muhtemelen hiçbir müzik aletini çalma yeteneğim yoktu. Piyano, keman, gitar ya da başka bir enstrümanın nasıl çalınacağını öğrenme fırsatım olmadı. Ailem, özellikle annem müzik dinlemeyi sevmesine rağmen hiç bir müzik aleti çalmıyordu. Çocukluğumda müziğe karşı ne hevesim ne de ilgim oldu. Bu, çocukluğumdan beri duyduğum büyük bir pişmanlıktır. Ancak lise yıllarında plaklar alarak pop müzik dinlemeye başladım ve okuldaki arkadaşlarla beraber günün popüler şarkılarını ve şarkıcıları takip ederdik.

Spor Dalları

Benim sporla da pek ilgim olmadı. O zamanlar Türkiye’deki çoğu erkek çocuk gibi az buçuk futbol oynadım. Ayrıca yaz aylarında bol bol yüzmeyi severdim. Ama sporla olan ilgimin kapsamı buydu. Tenis, kayak, basketbol gibi sporlarla uğraşma veya öğrenme fırsatım olmadı. Bir süre uzun atlama antrenmanı yaptığımı hatırlıyorum ama ciddiye almadım. Derslerime ayırdığım zamanın bir kısmını spor faaliyetlerinde kullanmadığım için pişman mıyım? Bu sorunun yanıtı ne olur, emin değilim.

Geriye bakış

1950’ler ve 1960’lardaki çocukluk yıllarıma dönüp baktığımda, eskilere hasret duygularının ötesindeyim. Sevecen, şefkatli ve istikrarlı bir ailede doğduğum ve büyüdüğüm için kendimi çok şanslı hissediyorum. Beni büyüten ve benim için fedakarlık yapan anneme ve babama çok minnettarım. Ayrıca bana bakan, bana tavsiyelerde bulunan ya da birçok yönden yardım eden anneannem, babaannem, Mediha teyzem ve diğer teyzelerime ve amcalarıma çok şey borçluyum. Bir bakıma onların katkılarının bir ürünüyüm. Bunun için çok müteşekkirim.

Benim çocukluk yıllarında gördüğüm, yaptığım birçok şey artık Türkiye’de bulunmuyor.  Bazılarının kaybolması toplumun doğal evriminden veya gelişmesinden kaynaklanmakta. Bazıları ihmalden veya yanlış politikalardan dolayı. Örneğin, İstanbul’un Asya ve Avrupa yakaları muazzam masraflarla birçok köprü ve sualtı geçişleriyle birbirine bağlanmış.  Ancak daha kapsamlı ve akıllıca bir toplu taşıma politikasının parçası olabilecek vapur sistemi kaybolup gidiyor.

Çocukken yürüdüğüm çok sayıda dar, Arnavut kaldırımlı sokakları dün gibi hatırlıyorum. O zamandan beri çok sayıda otoyol inşa edilmiş. Ancak, bu dar sokakların çoğu, her iki tarafta da araçların park edilmesi nedeniyle araba kullanmayı bırakın, yürümeyi bile zorlaştırmış.

Ben büyürken İstanbul bir milyonun altında bir nüfusa sahipti. 50-60 yıl sonra, şimdi 15 milyonun üzerinde bir nüfusu var. Yine güzel, yine tarihi eserlerle dolu ama tamamen farklı, tanınmaz bir mega şehir olmuş!