Bölüm 1 – Aile Öyküm

Bir insan, ailesinin geçmişini neden araştırır? Benim, bu çalışmayı yaparken iki amacım vardı. Birincisi, bir çocuğun gelişmesinde, aile geçmişinin çok önemli olduğunu düşünmemdir. Sadece ailenin sunduğu maddi imkanlardan dolayı değil, daha da önemlisi, değerler, ilkeler ve beklentiler, çocuğun yetiştirilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Çocuğun yeteneklerinin, ilgi alanlarının ve gelecek beklentilerinin bazı yönleri kalıtsal olabilir ama bunun yanısıra, ana ve baba ve diğer aile büyükleri, bilgi ve deneyimlerine dayanarak çocuğun yaşamında belirli yol ve yöntemleri izlemeleri için onları etkilerler. Özellikle hem anne, hem de baba tarafından bazı akrabalarımın okul yıllarında benim üzerimde kayda değer etkileri oldu. Dolayısıyla, çocukluktaki gelişimimi neyin ve kimin nasıl şekillendirdiğini bilmek istedim.

İkincisi, nereden geldiğimi de bilmek istedim. Geçmişi M.Ö. iki bin yıllara dayanan İstanbul’da, Avrupa ve Asya’nın kesiştiği noktada doğdum. Coğrafyanın bu kısmı medeniyetlerin beşiği olmuştur. Bazı tarihçiler buna medeniyetler mozaiği diyorlar. Hattiyanlar (M.Ö. 2500-2000), Hititler (M.Ö. 1660-1190), Asuriler, Lidyalılar (M.Ö. 700-300), Frigler (M.Ö. 750-300), Urartular (M.Ö. 860-580), Akatlılar (M.Ö. 2335-2154), Yunanlılar, Persler (M.Ö. 545-333), Romalılar (M.Ö. 30- 395), Bizans, Moğollar (1241-1243), Selçuklular (1071-1299), Osmanlılar (1299-1923), son 5.000 yılda Anadolu’da yaşayan kültürler. Türkçenin resmi dil haline gelmesinden önce Anadolu’da 72 dil konuşulmaktaydı. Ayrıca dünyanın bu bölgesinde birçok dini inanç uygulanabilmiştir. Aile tarihimin Anadolu’nın kültürel zenginliği içinde, bu medeniyet mozaiğini ne derece yansıttığını bilmek istedim.

Yakın akrabalarımdan bir kaçının, aile geçmişimizi kapsamlı bir şekilde araştırma fırsatı bulduğu için gerçekden şanslıyım. Özellikle kardeşim Ercüment Ünsoy bu hususta çok titiz ve ailemizin atalarının nereden geldiğini araştırmak için derinlemesine bir çalışma yaptı. Bu nedenle, ilk bölümde üzerinde detaylı olarak duracağım aile tarihimizle ilgili bilgilerin önemli bir kısmını onun bu çalışmasına borçluyum.

Ayrıca, kendi yakın ailemin yanısıra hiç görmediğim atalarımdan başlayarak, uzak veya yakın, çeşitli aile üyelerinin temel başarılarını vurgulamak istedim. Bunu anlamak için, büyük anneler ve büyük babaların hangi koşullarda nasıl yaşadıklarını ve çocuklarını nasıl yetiştirdiklerini bilmek gerekir. Okuyunca da göreceğiniz gibi atalarım dönemlerine göre iyi koşullarda yaşamışlar ama maddi anlamda çok zengin olmamışlardı. Daha önemlisi, aileler eğitime büyük önem vermiş ve politika, ticaret, sanat ve eğitim yoluyla topluma önemli katkılar sağlamışlardır. Eğer üç kelimeyle atalarımı özetlemek gerekirse; (1) eğitim, (2) özveri ve (3) hizmettir.

Annemin tarafı biraz daha kalabalık ve karmaşık ama şansımıza epey detaylı bilgiye sahibiz. Öncelikle annemim ailesini anlatarak başlayıp sonra babamın ailesi ile devam edeceğim.

Eyüboğlu Ailesi

Annemin babası Mehmet Ruhi Eyüboğlu, Karadeniz kıyısında Trabzon’da doğan ve İstanbul’da eğitim gören bir eczacıydı. Hem ana hem de baba tarafından “Eyüboğlu” ailesine mensuptur. Eyüboğlu ailesi, Türkiye’nin ve büyük olasılıkla dünyanın en kalabalık ve aynı zamanda en eski ailelerinden biridir. Bu ailenin Türkiye içindeki nüfusu yaklaşık 500.000, dünya üzerinde ise yaklaşık 1.000.000 kişiye ulaşıyor. Eyüboğlu ailesinin geçmişini en az 1000 yıl geriye götürebiliriz. Aile üyeleri genelde Eyüboğlu soyadını taşımakla birlikte, değişik nedenlerle farklı soyadlarını benimseyen kişiler de olduğunu biliyoruz.

Araştırmalar Eyüboğlu ailesi için iki olası tarihi kaynağı işaret etmektedir. Birincisi, Eyyubi hanedanının ilk sultanı olan ve Filistin’deki Hıristiyan haçlılara karşı askeri zaferler kazanan Selahaddin Eyyübi’ye (1137-1193) dayanıyor. Eyüboğlu, Eyyubi’nin oğlu anlamına gelir. İddia, Eyüboğlu ailesinin, Selahaddin Eyyubi’nin erkek kardeşinin soyundan gelenlerle başladığı yönündedir. Ailenin yeni kuşakları zaman içinde dünyanın farklı yerlerine yayıldılar. Ancak, maalesef bu iddianın ciddi bir kanıtı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu tarih çizgisini daha derinlemesine takip etmeyi faydalı bulmuyorum.

İkinci iddia, Eyüboğlu ailesinin, Orta Asya’dan Anadolu’ya 11. yüzyıl boyunca göçeden Oğuz Türklerinin Bozok kolundan gelmesidir. 1071’de Selçuklu Türklerinin Malazgirt Savaşı’nda kazandığı zaferden sonra bu Türkler Anadolu’nun çeşitli yerlerine ulaştılar ve yerleştiler. Bu göçmen topluluklardan Kuzey Batı Anadolu’da Bursa yöresine yerleşen Kayı kabilesi Osmanlı İmparatorluğu’nun temelini oluşturmuştur. Eyüboğlu ailesi de aynı göçer topluluklarının Bayat kabilesine mensup olup, Güney Doğu Anadolu’da bugünkü Maraş ilinin bulunduğu bölgeye yerleşmiştir. Eyüpoğlu ailesinin resmi görüşü bu yönde olup benim için de ailenin kökeni konusunda kabul edilebilir kesin bir bilgidir.

Ancak, 11. yüzyılda doğudan batıya göçeden bu Türk boylarının Anadolu’da o dönemde karşılaştıkları toplumlara yüzyıllar içinde karıştığını ve kaynaştığını belirtmek önemlidir. Son 900 yıl boyunca bu toplumsal karışma öylesine yoğun bir şekilde gerçekleşti ki, bugünün Türkiye’sinde doğan bizler, 6000 yıllık Anadolu uygarlıklarının çocuklarıyız. Bir bakıma bizler Anadolu’yuz. Bu, kültürel yapımızı çok güçlü kılan bir unsurdur.

Yavuz Sultan Selim’in bölgede şehzade olduğu dönemde, 1506-1507 yılları arasında Eyüboğlu soyundan bazı ailelerin, Maraş yöresinden Karadeniz sahiline göçederek Trabzon vilayetine bağlı Maçka ve Bayburt arasındaki topraklara yerleştiğini biliyoruz. Trabzon ve havalisi 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet tarafından imparatorluğa katılmıştır. Osmanlı padişahları imparatorluğa yeni katılan bölgenin Eyüboğlu ailesi tarafından yönetimi için ilerleyen yıllarda özel fermanlar düzenlemişlerdir.

  1. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Eyüboğlu ailesine dahil fertlerin Trabzon ilinde belediye başkanı olarak başladıkları görevlere, 1877‘de açılan ilk Osmanlı parlamentosu olan Meclisi Mebusan’da, İkinci Meşrutiyet’ten (1908) sonra tekrar açılan parlamentoda İttihak ve Terakki Partisi mebusu olarak ve Kurtuluş Savaşı sürerken önce Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, sonra 1920’de Ankara’da Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Büyük Millet Meclisi’nde vilayetlerini temsil etmeye devam ettiklerini görüyoruz. Eyüpoğlu ailesinde özellikle annemin yetişme döneminde yakın ilişkiler içinde olduğu ünlü politikacılar, sanatçılar, ressamlar, yazarlar ve tiyatro oyuncuları bulunmaktadır. İlerleyen bölümlerde annemin bu yakın akrabalarından bazıları hakkında bilgi vereceğim.

Fatma Güller Eyüboğlu

Eyüboğlu aile büyüklerini incelemenin en kısa yolunun, annemin baba tarafında en dikkat çekici kadın figür olarak gördüğüm, dedemin annesi Fatma Güller Eyüboğlu’nun hayat hikayesini anlatarak başlamak olduğunu düşündüm. Fatma Güller, 1850’li yıllarda Trabzon’un Maçka ilçesinde doğdu ve 80 yıla yakın uzun bir ömür sürdü. Fatma hanım, üstüste iki evlilik yaptı ve Ahmet Eyüboğlu ile yaptığı ilk evliliğinden bir oğlu, İbrahim Hakkı ve bir kızı, Zehra Zeliha, oldu.

Kızı, Zehra Zeliha hanım 1890 ların sonunda Trabzon’dan İstanbul’a, Sofizade Mehmet Rasim (Özsoy) ile evlenmek üzere taşındı. Mehmet Rasim bey o yıllarda Ziraat Bankası’nda yöneticilik yapıyordu ve tarımı ve çiftçileri kredilendiren bu bankada yıllar içinde üst düzeylere yükseldi. Evliliklerinin ilk yıllarında Mehmet Rasim beyin bankadaki görevi nedeniyle imparatorluğun çeşitli şehirlerinde dolaşarak yaşadılar. İkinci Meşrutiyet’in (1908) ilanından sonra İstanbul’ a dönerek bir ev kiralayıp yerleştiler. Trabzon’dan İstanbul’a, eczacılık eğitimi almaya gelen dedem Ruhi Eyüboğlu, ablası ve eniştesinin yanına yerleşti. Zehra Zeliha’nın Bitlis’de doğan oğlu Yaşar Nezihi Özsoy (1902-1961), Üsküdar ortaokulunu ve daha sonra öğretmen okulunu bitirdi. Okulda derslerinde fazla başarılı olmaması, üniversite hayatını başarıyla sürdüren dedemin, eniştesiyle arasının açılmasına neden oldu. Ortada bariz bir kıskançlık vardı! Oysa Yaşar Nezihi sanatçı ruhluydu ve öğretmen olmak yerine tiyatro uyuncusu olmayı seçti. 1937’de İstanbul Şehir Tiyatrosu’na katılmadan önce çeşitli tiyatro gruplarıyla çalıştı. Çok takdir gören bir aktördü ve oynadığı çeşitli rollerle ünlendi. Ayrıca 1938-1952 yılları arasında 14 farklı filmde oynadı. 1961’de 59 yaşında çok erken yaşta yaşamdan ayrıldı. Annesi Zehra Zeliha hanım ise 1963’de vefat etti.

Fatma Güller’in oğlu İbrahim Hakkı Eyüboğlu 50 yaşına yaklaşırken Şükriye hanım ile evlendi ve 1919’da Lütfiye ve üç yıl sonra Nazmiye adında iki kızları oldu. Annem İstanbul’da yaşayan halasının kızı Nazmiye ile iyi arkadaştı. Ona çok uzun boylu olduğu için Uzun Nazmiye derdi. Annem hem Nazmiye’nin hem de kız kardeşinin İstanbul’daki 1940’lı yıllarda yapılan düğünlerine katılmıştı. Baba tarafının bu iki düğünüde de aileyi temsilen sadece annem bulunmuştu. Annesi ile Eyüboğlu ailesi arasındaki ilişkileri sürdüren köprü kişiydi annem.

Küçüklüğümde annemle birlikte Uzun Nazmiye’yi birkaç kez ziyarete gittiğimi anımsıyorum. Bu ziyaretleri detaylı hatırlayamamakla beraber, aklımda güçlü fikirleri olan iyi eğitimli bir kadın olarak kalmış. Uzun Nazmiye, annemin babasının tarafında görüştüğü tek kişiydi ve 1982’de vefat ettiğinde annemin çok üzüldüğünü hatırlıyorum.

İlk kocası Ahmed Eyüboğlu, 1885’de vefat ettikten sonra Fatma Güller hanım, Eyüboğlu ailesi içinde ikinci evliliğini yaptı. Bu kez ilk kocası Ahmet Eyüboğlu’nun erkek kardeşi Yakup Eyüboğlu ile evlendi. Kocasını kaybettikten sonra, kayınbiraderiyle evlenmesine yol açan kesin koşulları bilmiyoruz. Bir ihtimal Fatma Güller’in iki çocuğu Zehra ve Hakkı’nın, henüz küçük oluşu bu kararın alınmasında etkin olduysa da asıl nedenin Fatma Güller hanımı yabancılardan korumak olduğunu düşünebiliriz. Dönemin yerleşik kurallarına ve geleneklere uygun olarak, kayınpederi Mehmet Pir Ağa Eyüboğlu’nun aile içinde bu ikinci evlilik düzenlemesini yaptığını tahmin edebiliriz.

Ölen bir adamın karısının, kayınbiraderiyle evlenmek zorunda olduğu evlilik türüne Latince “Levirate” evlilik denir. Levirate terimi, latince “kocanın erkek kardeşi” anlamına gelen levir kelimesinden türetilmiştir. Bu tür düzenleme, dul kalan kadın ve küçük çocuklar için aynı aileden bir koruyucunun olmasını ve “tek başlarına” kalmamalarını sağlar. Geçmişte bazı Türk, Kürt ve Yahudi toplumlarında bu tür uygulamalar vardı, ancak bunun Eyüboğlu ailesinde yaygın bir uygulama olup olmadığını bilmiyorum.

Fatma Güller, kayınbiraderi ile yaptığı ikinci evliliğinden Mehmet Ruhi (1887), İsa (1888) ve Musa Kazım (1889) olmak üzere arka arkaya üç erkek çocuk dünyaya getirdi. Mehmet Ruhi benim dedemdi. Daha ileri gitmeden önce, bu isimlerin önemini açıklamalıyım. Babaları Yakup, üç oğluna üç büyük dinin, müslümanlığın, hristiyanlığın ve musevliğin peygamberlerinin adlarını koydu. Üç oğlu olacağını önceden düşünmüşmüydü bilmiyorum!

Fatma Güller, ailesinin bir kısmı ile birlikte 1915’de Trabzon’dan İstanbul’a göç etti ve 1928’de İstanbul’da yaşama gözlerini yumdu.

Eyüboğlu ailesinin atalarını Fatma Güller’den geriye 1600’lere değin yedi kuşak boyunca izleyebiliriz, ancak bu kişiler hakkında maalesef çok sınırlı bilgiye sahibiz. Soyağacında bilgi sahibi olduğum bazı kişiler hakkında bilgi vermek isterim.

Mehmet Ruhi Eyüboğlu

Dedem Mehmet Ruhi Eyüboğlu, 1887 yılında Trabzon’un Maçka ilçesinde doğmuş. Liseyi Trabzon’da bitirdikten sonra ailesi tarafından yüksek öğrenim görmesi için 1909’da İstanbul’da ablası Zehra Zeliha hanımın yanına gönderildi ve 1910’da İstanbul Darülfünun’a bağlı Eczacılık Mektebi’ne başladı.

Dedem, bilim ve tıbba büyük ilgi duyan çalışkan, zeki bir gençti. Daha önce değindiğimiz gibi ablasının oğlu ise okumaya çok meraklı değildi ve bu durum babasını kızdırıyordu. Zaman içinde dedemle eniştesi arasında bazı sorunlar çıktı ve dedem kendi evine çıkmak zorunda kaldı. Ancak bu tembel çocuk, Yaşar Nezihi Özsoy, hayatının ilerleyen dönemlerinde ünlü bir tiyatro ve sinema oyuncusu oldu.

Dedem Mehmet Ruhi, 1913’de 1. Dünya Savaşı’nın başlamasından sadece bir yıl önce, Eczacılık Mektebi’nden mezun oldu, ancak bütün gayretlerine rağmen İstanbul’da bir iş bulamadı. O zamanlar İstanbul’daki eczacıların çoğu ya Yahudi ya da Ermeniydi ve Türk çırak kabul etmiyorlardı. Bir kaç yılı böyle iş aramakla geçti.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu Almanya ile ittifak içinde aktif olarak yer aldı. Ancak bu ittifak savaşı kaybetti ve İstanbul 1918’de İngiltere ve Fransa tarafından işgal edildi. Mehmet Ruhi bey’in, Trabzon’daki ailesi gibi kendisi de savaştan uzak kaldı. Bir yıl öncesinde Kızılay’ın bir yardım projesiyle ilgili olarak bir grup gönüllü tıp görevlisiyle Mısır’a gitmişti. Fırsattan istifade çevreyi de dolaşmıştı. Bu resimde onu piramitleri gezerken görürüz.

Mısır o yıllarda İngiliz yönetimi altındaydı. Dedem yaptığı araştırmalarda, Kahire’deki hastanelerde Türkçe konuşan eczacılar için bir iş fırsatı olduğunu öğrendi. O yıllarda, Mısır’da yaşayan çok sayıda Türkçe konuşan Rum ve Ermeni vardı. Kahire’deki hastaneler, şehirdeki bu azınlıklara hizmet verecek Türkçe konuşan tıp profesyonelleri arıyorlardı.

Böylelikle eski bir Mısır hastanesinde göreve başladı. Topluma uyum sağlayabilmek için Arapça öğrenmeye başladı ve bu şekilde 5 yıl bekar hayatı sürdürdü. İşinde kendini kabul ettirip, belli bir maddi birikim sağladıktan sonra, evlenmeye sıra geldiğini düşünerek kendine bir gelin aramak üzere 1924’de İstanbul’a döndü.

1900 doğumlu anneannem, Sadiye hanım, dedem evlenmek niyetiyle İstanbul’a geldiğinde 24 yaşında, uzun boylu, alımlı bir genç kızdı. Babası, anneannemle evlenmek isteyen yüksek rütbeli bir kaç subayı, kızını uzaklara göndermemek için reddetmişti. Ancak, ne hikmetse kızıyla evlenip onu binlerce kilometre ötedeki Mısır’a götümek isteyen eczacı dedemi damat olarak kabul etmişti. Bu seçimin altında yatan önemli bir neden, dedemin savaş karşıtı bir tıp adamı olması olabilir. Buna karşılık diğer adaylar yüksek rütbeli de olsa mahrumiyet bölgelerinde görevli subaylardı. Uzun savaşlardan sonra barışa kavuşan bir ülkede dedemin şansı daha fazlaydı! Bu durumda mantıken dedemin teklifi daha ikna edici olmuş olabilir. Dedemin taşıdığı Eyüboğlu soyadının da fark yaratmış olması çok mümkündür. Büyük olasılıkla, iki aile de birbirlerini Trabzon’dan tanıyorlardı ve İstanbul’daki ortak tanışları dedemin evlilik teklifine aracılık etmişlerdi.

Düğün töreni her iki aile için önemli bir olay oldu! Bir yıl önce Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, hem ülkede hem de İstanbul’da siyasal istikrar ve toplumsal huzur sağlanmışdı. Her iki ailenin de ekonomik durumu günün koşullarına göre çok iyi sayılırdı. Hem anneannem hem de dedem ailelerinin büyük çocuklarıydı ve bu her iki ailede de uzun yıllardan sonra yapılan ilk evlilikti. Büyük bir düğün oldu! Anneannemin gelinliği 1924 yılı İstanbul’u için çok şıktı gerçekten. Kısa kollu, uzun beyaz gelinliğinin çok zarif bir duvağı vardı ve gelinliği tamamlayan yüksek topuklu ayakkabıları içinde anneannem yanında dedemle çektirdiği evlilik resminde etkileyici bir görüntü vermiştir. Düğünde, Eyüboğlu ailesinin tüm mensupları, bir araya gelmişti ve bu da pek sık rastlanan bir şey değildi. Ailecek çekilen resimde yeni çifti yakın akrabalarının arasında görürüz.
.
Evlendikten hemen sonra genç çift Istanbul’dan Mısır’a hareket etti. Önce gemiyle İskenderiye’ye, oradan da tren seyahatiyle Kahire’ye ulaştılar. Dedem oradaki ilk yıllarında Kahire’deki ve Kahire yakınlarındaki birkaç hastanede eczacı olarak çalışmaya devam etti ve daha sonra kendi eczanesini açmak için çalışmalara başladı.

Annem Hayat, 15 Eylül 1925’de Kahire yakınlarındaki Beni Mezar’da doğan ilk çocuklarıydı. Dedem Mehmet Ruhi Eyüboğlu hakkında daha fazla bilgiyi bu bölümün ilerleyen kısımlarında vereceğim.

Diğer Eyüboğlu Ailesi

Eyüboğlu ailesini incelerken özellikle üzerinde durulması gereken kişilerin başında dedemin kuzeni Mehmet Rahmi Eyüboğlu gelir. Mehmet Rahmi bey (1877-1952) bir Türk bürokratı ve siyasetçisiydi. 1903’de İstanbul’da Mülkiye’den (Siyasal Bilimler Fakültesi) mezun olduktan sonra Anadolu’nun çeşitli ilçe ve vilayetlerinde kaymakamlık ve valilik görevleri yaptı. 23 Nisan 1923 tarihinde yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi seçiminde bizzat Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından Trabzon’dan milletvekili adayı olarak gösterildi ve TBMM’nin ikinci döneminde 4 yıl Trabzonu temsil etti.

Annem Mehmet Rahmi Eyüboğlu’dan bizlere ‘Rahmi amca’ diye bahsederdi. Mısır’dan döndükten sonra dini bayramlarda annesi ve kardeşleriyle birlikte Rahmi amcasını ziyarete gittiklerini hatta genç kızlığa geçişte ondan dans dersleri aldığını biraz da gururla anlatırdı.

Mehmet Rahmi bey 5 çocuk sahibiydi. Bu çocuklardan üçü Türk sanat tarihinde derin izler bırakmış kimselerdi: Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu ve Mualla Eyüboğlu Angeher. Bu üç kişiyi aşağıda ayrı ayrı ele alacağım.

Rahmi beyin diğer kızı Nezahat Eyüboğlu, küçüklüğünde yaşları da yakın olduğu için annemle arkadaşlık etmişti; ancak her ikisi de evlendikten sonra bu arkadaşlık ilişkisi çok zayıfladı. Nezahat hanım, 1940 yılında Trabzon’lu tarihçi Mahmut Goloğlu (1915-1982) ile evlendi. 1950-1960 döneminde Demokrat Parti’nin Trabzon milletvekilliğini yapan Mahmut Goloğlu, sonrasında cumhuriyet tarihiyle ilgili çeşitli kitaplar yazdı. Çiftin iki kızı oldu: Ayşe Soyer (d.1942) ve Fatma Zehra Süer (d.1950)

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911-1975), Cumhuriyet döneminin en önemli Türk ressam ve şairlerinden biridir. Trabzon Lisesi’ni bitirmeden önce babasının valilik görevi nedeniyle ülkenin çok farklı bölgelerinde bulundu. 1929 yılında İstanbul’a yerleşti ve Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. 1931’de Fransa yaşayan ağabeyinin yanına gitti ve Fransızca öğrendi. Burada gelecekteki eşi Ernestine Letoni ile tanıştı.

Türkiye’ye döndükten sonra 1936’da Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun oldu ve Akademi kadrosuna katıldı. 1975’teki ölümüne değin Akademi’de kaldı ve öğretmenlik yaptı. Freskleri, mozaikleri ve tabloları ile çok üretken bir sanatçıydı. Bir çok ödüller kazandı. Eserleri İstanbul’da müzelerde, hastanelerde, otellerde ve ayrıca yurtdışındaki bazı Türk elçiliklerinde görülebilir.

Paris’teki NATO karargahında devasa mozaik panel yaptı. Fransa NATO’nun askeri kanadından ayrıldıktan sonra bu eser Brüksel’e transfer edildi. 1980’lerde Brüksel’e yaptığım ziyarette NATO karargahında bu mozaik paneli görmüştüm.

Bedri Rahmi, Rockfeller ve Ford vakıflarının girişimleriyle ABD’ye davet edildi ve Berkeley, California Ünivesitesi’nde misafir profesör olarak ders verdi. Eserlerinden biri New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde (MOMA) sergileniyor. Diğer eserleri de ABD, Avrupa ve Türkiye’deki çeşitli müzelerde bulunabilir.

Halk öyküleri ve türkülerden esinlendiği, doğaya olan tutkuyu, insanlara ve yaşama olan sevgiyi yansıtan, ayrıca sosyal konuları da içeren birçok şiir yazdı. Bazı şiirleri İngilizce, Fransızca ve Almanca’ya çevrildi. Türkiye İş Bankası tarafından yayınlanan tüm şiirlerinin ve bazı resimlerinin bulunduğu kitabını aldım. Toplamda 300’den fazla şiiri yayınlandı.

Bedri Rahmi ile ilgili ilginç bir hikaye, bazı büyük sanatçılarda görüldüğü şekilde, yaşadığı bir aşk ile ilgilidir. Fransa’da güzel bir Rumen kızı Ernestine Letoni’ye aşık olmuş ve onunla evlenmişti. O da bir ressamdı ve adını Eren Eyüboğlu olarak değiştirdi. (Kendisinden daha sonra bahsedeceğiz) Ancak Bedri Rahmi bir süre sonra bir Ermeni heykeltıraş, Mari Gerekmezyan’a aşık oldu. Onunla ilgili birkaç şiir yazdı, birkaç resim çizdi ve ona “Kara Dut” adını taktı. Karşılığında “Kara Dut”, Bedri Rahmi’nin büstünü yaptı. Aralarında çok sayıda aşk mektubu gelip gitti. Başlangıçta gizli olan bu aşk daha sonra kamuya maloldu. Bununla birlikte,”Kara Dut” 1946’da tüberkülozdan öldükten sonra, kalbi kırık bir şekilde karısına geri döndü, sevgiyle karşılandı ve teselli edildi. Onunla ilgili şiir dizisini 1948’de basımı yapılan bir kitapta yayınladı. Ancak eşi Eren ile evli kaldı ve 29 yıl boyunca sadece onu sevdi. Eşinin duyguları ise farklıydı. Bundan biraz sonra bahsedeceğiz.

Bedri Rahmi, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne dönüştükten sonra orada ders vermeye ve öğrenci yetiştirmeye devam etti. 1975 yılında, 64 gibi erken bir yaşta, pankreas kanserinden öldü.

Sabahattin Eyüboğlu

Bedri Rahmi’nin ağabeyi Prof. Dr. Sabahattin Eyüboğlu (1908-1973), tanınmış bir yazar, eğitimci, çevirmen ve Türkiye ‘nin ilk belgesel film yapımcısıydı. Trabzon’da doğdu, Trabzon Lisesini bitirdi ve Fransızca öğrenmesi için Dijon, Lyon ve Paris’e gönderildi. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul’a yerleşti ve İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi profesörü oldu.

Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na geçerek, yeni kurulmuş olan Köy Enstitüleri’nin ilk yönetici ve öğretmenlerinden biri oldu. Köy Enstitüleri, 1940 yılında kurulan ve ülkenin kırsal kalkınması için Anadolu köylerine eğitim hizmeti götüren, binlerce öğretmeni yetiştiren benzersiz okullardı. Sabahattin Eyüboğlu, Ankara yakınlarındaki Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde ders verdi. Daha sonraki yıllarda teyzem Emel Kayra ve kocası Hakkı Arıkan da aynı okulda öğretmenlik yapmışlardı. Teyzemi ziyaret etmek için 1960’larda ve 70’lerde Hasanoğlan’a gitmiştim. Ne yazık ki, Köy Enstitüleri doğduğum yıl, tutucu bir siyasi baskıyla karşılaştı ve kapatıldı, daha sonra da öğretmen okullarına dönüştürüldü.

Sabahattin Eyüboğlu’nun belgesel filmleri arasında 1956 Berlin Film Festivali’nde ödül alan Hitit Güneşi başta olmak üzere, Anadolu Roma Mozaikleri, Anadolu Yolları, Nemrud Tanrıları, Karagöz Dünyası, Kapadokya ve Kırk Çeşmeler yer almaktadır.

Sabahattin Eyüboğlu aynı zamanda bakanlıktaki çeviri bürosunun yardımcı direktörüydü ve William Shakespeare, Plato, Albert Camus, Jean-Paul Sartre, Ömer Hayyam, Arthur Miller, Moliere, Franz Kafka ve Bertrand Russell çevirisini yaptığı yazarlardan bazılarıdır. Tercümelerinin önemli bir katkısı, Atatürk’ün dil reformlarını takiben, Türkçenin Arapça ve Farsça kelimelerden temizlenmesine yardımcı olmuş olmasıdır. Böylece, bu dünya şaheserlerinin Türkçeye çevrilmesinin yanı sıra, sonraki kuşaklar tarafından kullanılan Türk dilinin de önünü açmıştır.

Lübnan doğumlu Fransız yazar Amin Maalouf tarafından yazılan Ömer Hayyam’ın Rubaileri ile ilgili Semerkant adında bir romanını okuyordum ve bu kitapta tüm Ömer Hayyam şiirlerinin ve şarkılarının Türkçe çevirilerinin, Sabahattin Eyüboğlu tarafından yapıldığını öğrendim.

Çeşitli konularda çok sayıda makale yazdı ve yazılarını ilk olarak 1961’de “Mavi ve Kara” başlığı altında yayınladı. Yakın zamanda bu kitabın son baskısını ben de aldım. “Mavi” yi sanatçıların yarattığı güzellik olarak tasvir ederken, “Kara” da paranın etkisini gösterir. Özellikle Anadolu halkının zengin tarihini ve özelliklerini dile getirme biçiminden çok etkilendim. Bir anlamda bana Anadolu’nun zengin tarihini ve bu ülkede mozaik oluşturan birçok medeniyeti yeniden öğrenmem için ilham vermiştir.

1945’de Ege Denizi ve Akdeniz gezisine katılarak antik Anadolu uygarlıklarını deniz yoluyla keşfetmek için “Mavi Yolculuk” turlarına çıkmaya başladı ve bu terimi Türkçeye kazandırdı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde sanat tarihi dersleri verdi. Kendisi hakkında ve kendisinin bizzat yazdığı çok sayıda kitap mevcuttur. Kardeşi gibi o da genç sayılabilecek bir yaşta, 1973 yılında 63 yaşında kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yumdu

Mualla Eyüboğlu

Bedri Rahmi ve Sabahattin’in kız kardeşi, büyük olasılıkla çeşitli tarihi restorasyon girişimlerine odaklanan ilk büyük Türk kadın mimar Mualla Eyüboğlu (Anhegger) (1919-2009) idi.

Mualla, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başladığı 1919 yılında babasının vali olduğu Sivas’ta doğdu ve bu vilayette aynı yıl Anadolu ve Rumeli illerinin temsilcileriyle Sivas Kongresi toplandı. Kongre, Mustafa Kemal tarafından, o sırada İstanbul’daki müttefiklere ve padişah hükümetine karşı direnişin temelini oluşturan “Misakı Milli” yi (Ulusal Ant) sonuçlandırmak üzere toplandı.

Türk Kurtuluş Savaşı ve devamında yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra Mualla, ailesiyle birlikte İstanbul’a taşındı ve burada kız okulu yerine karma eğitim veren bir liseye kaydoldu. Erkek kardeşinin yönlendirmesiyle İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi ve buradan 1942’de mimar olarak mezun oldu.

Mezun olduktan hemen sonra ağabeyinin ayak izlerini takip ederek Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde ders vermeye başladı. Daha sonra şöyle demiş : “Köy Enstitüleri, Anadolu’nun tamamını hedefleyen bir projeydi. Türkiye Cumhuriyeti 1923’de kurulduğunda, nüfusun % 90’ı kırsal alanlarda yaşıyordu ve nüfusun sadece % 3’ü okuryazardı. İnsanları eğitmek bir zorunluluktu. Bu yüzden ülke 21 bölgeye ayrıldı ve her birinde insanlara sadece okuma yazma değil, aynı zamanda marangozluk ve dikim gibi el sanatları da öğreten yerel bir enstitü kuruldu”. Sonraları mimar olarak yeni enstitüler planladı ve 1940’larda sıtmaya yakalanana değin köy okullarında ders verdi. Tedavi için İstanbul’a döndü. Bununla birlikte, 1950’de iktidara gelen yeni hükümet, tüm Köy Enstitüleri’ni kapatma kararı aldı.

Mualla hanım, sıtmadan kurtulduktan sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne katıldı ve Anadolu’daki çeşitli kazı alanlarına seyahat ederek bir kazı mimarı olarak çalışmaya başladı. Gelecekteki kocası, Osmanlı ve Türk tarihi alanında bir Alman akademisyen Robert Anhegger ile böyle tanıştı. Çift, 1958’de 4. yüzyıla ait antik yüzükler takarak evlendi.

Evlendikten sonra en ünlü projeleri, Topkapı Sarayı’nın harem bölümünün ve Boğaz’daki Rumeli Hisar kalesinin restorasyonlarıdır. Okul yıllarındayken, Topkapı Sarayı’nın harem bölümü bu restorasyon nedeniyle ziyarete kapatıldığı için görememiştim. Ancak 1990’larda İstanbul’u eşim ve kızımla ziyaret ettiğimde, hem Saray’ın Harem bölümünü hem de Rumeli Hisar kalesini ziyaret etmekten gurur duyduk.

Mualla Eyüboğlu, evini kariyeri boyunca topladığı binlerce eserle süsledi. Bu eserleri ölmeden evvel bir müzeye bağışlamak istiyordu. 2009 yılında 90 yaşında vefat etti. Ne yazık ki mirasçıları dileğini yerine getirmedi ve bu eserleri açık arttırmalarda en yüksek teklifi verenlere sattılar.

Burada ilginç bir gözlem yapmak isterim ki bu üç kardeş de Türk olmayan eşlerle evlendi. Bedri Rahmi, Romanya’dan Ernestine Letoni ile, Sabahattin Eyüpoğlu, İsviçre’den Magdalena Rufer ile ve Mualla Eyüpoğlu bir Alman, Dr. Robert Annegger ile evlendiler. Bu gözlemden üç sonu çıkarabiliriz : (1) aile, çok liberal ve açık fikirliydi; (2) diğer dinleri takdir ediyorlar ve saygı duyuyorlardı ve (3) iyi eğitimli, çok dilli ve farklı kültürlere açıktılar.

Bir diğer ilginç nokta ise Bedri Rahmi’nin eşi Ernestine Letoni’nin (1912-1988) Türkçe bir isim (Eren) alması ve kendi başına ünlü bir ressam olması diyebiliriz. Anadolu köylülerin ve doğasının görüntülerini dışavurumcu ekolde tablolarına yansıttı. Ayrıca Ankara’daki bazı binalar için çeşitli mozaik kompozisyonlar hazırladı. Çift, Bedri Rahmi’nin 1975’de vefat etmesine değin birlikte kalsa da, bunun mutlu bir evlilik olduğunu sözlemek pek mümkün değildir. (Bu, sanatçı çiftlerin yaşadığı tipik bir durum da olabilir!). Eren Eyüboğlu, kocasının ölümünden sonra oğlu Mehmet Eyüboğlu’na yaşadığı sıkıntıları anlattı. Çalışmaları, Türkiye’nin çeşitli galerilerinde sergilenmektedir. Babasının ve annesinin sanat eserlerini sergilemede çok etkili olan Mehmet Eyüboğlu ise yakın bir geçmişte vefat etti.

Ali Galip, Mehmet İzzet Eyüboğlu ve Meşrutiyet Dönemi

Ailemin Eyüboğlu tarafında sahip olduğum iki ilginç akraba, dedemin büyük amcası Ali Galip Eyüboğlu (1825-1910) ve oğlu (dedemin kuzeni) Mehmet Izzet Eyüboğlu (1862-1920) idi.

1800’lü yılların ortalarına değin Osmanlı Padişahları mutlak hükümdarlardı. Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Mithat Paşa gibi Osmanlı aydın ve yazarları batı ülkelerindeki gibi anayasal monarşi için girişimlerde bulunuyorlardı. Anayasal monarşi, tahta bulunan kişinin yetkilerini yazılı olan bir anayasaya göre kullandığı bir yönetim şeklidir. Bu sistemde padişah yürütme yetkisine sahip olurken, yasama yetkisi halk tarafından seçilen temsilcilerin oluşturduğı parlamento tarafından gerçekleştirilir.

1860’lerin ortalarından itibaren bu hareketin önde gelenleri, öncelikle Paris ve Londra gibi Avrupa şehirlerinde örgütlenmeye, gazeteler çıkarmaya başladılar. Kisa bir süre sonra bu genç aydınlar “Jön Türkler“ olarak anılmaya başlandılar. 1876 civarında, şehzade Abdülhamid’i meşrutiyeti (anayasal monarşiyi) kabul etmesi şartıyla babasının yerine geçmesi husunda destekleme sözü verildi. II.Abdülhamit olarak tahta çıktıktan sonra ilk Osmanlı anayasası, Kanuni Esasi’yi kabul etti ve 31 Ağustos 1876’ da büyük kutlamalarla ilan etti. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk parlamento, Meclisi Mebusan açılarak, birinci meşrutiyet başlamış oldu.

Dedemim büyük amcası Ali Galip Eyüboğlu belediye başkanlığını yaptığı Trabzon vilayetinden, bu ilk parlamentoda şehrini temsil etmek üzere seçildi ve İstanbul’daki oturumlara katıldı.

Ancak Sultan II. Abdülhamid, bu anayasanın ve parlamentonun kendisine getireceği kısıtlamaları kabul etmek istemiyordu. Böylece, Rusya ile yeni başlayan savaşı mazeret olarak kullanarak bu ilk parlamentoyu feshetti ve 14 Şubat 1877’de ilk anayasayı askıya aldı.

Sultan II. Abdülhamid’in despotik yönetimi yaklaşık 30 yıl sürdü. Bu baskı yönetimi döneminde Mülkiye (Siyasal Bilgiler Mektebi) ve Tıbbiyede okuyan öğrencilerin öncülüğünde genç aydınlar tarafından 1889 yılında rejime muhalif İttihat ve Terakki Partisi kuruldu. Başlangıçta gizli olan bu politik oluşum imparatorluğun çeşitli yerlerinde şubelerle birlikte büyüdü ve 1908’de Sultan II. Abdülhamid’i tekrardan meşrüti rejime dönmeye zorladı. Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu’nun İkinci Meşrutiyet dönemi başladı. Osmanlı Parlamentosu (Meclisi Mebusan) yeniden toplanarak, 1876 Anayasası’nın restorasyonu ile anayasal monarşiyi yeniden tesis etti.

1876 yılında ilk Meclisi Mebusan’da milletvekili olarak yeralan Ali Galip Eyüboğlu’nun Trabzon’da doğan büyük oğlu Mehmet İzzet bey, İstanbul’da Mülkiye’den mezun olan bir bürokrat ve politikacıydı. Mehmet İzzet bey de akrabası Mehmet Rahmi bey gibi Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde kaymakam olarak görev yapmıştır.

1909’da yapılan seçimde Trabzon ili’ni temsil etmek üzere seçildi, İstanbul’a taşındı ve 1912’ye kadar Meclisi Mebusan’da görev yaptı. Bu meclisin Ermeni, Rum ve Yahudi gibi çeşitli azınlıkların temsilcilerini de içeren toplam 275 üyesi vardı. 2. Meşrutiyet döneminin birincisinden daha uzun sürmesi, Balkan Savaşı (1912-1913), 1. Dünya Savaşı (1914-1918) ve sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına maalesef engel olamadı.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, 1918 yılında, İstanbul işgal altına girince Mehmet İzzet Eyüboğlu milli direnişe katılmak için Anadolu’ya taşındı. Temmuz 1919’da “Erzurum Kongresi” nde Trabzon vilayetinin temsilcisi oldu. Bu Kongreye Anadolu’nun 5 büyük ilinden 56 delege katıldı. Delegeler kongre başkanı olarak Mustafa Kemal’i seçtiler ve Türk Kurtuluş Savaşı’nı şekillendirecek bir dizi önemli kararlar aldılar. Ayrıca Misak-I Milli’nin (Ulusal Ant) ilk versiyonunu hazırlandı. Mustafa Kemal’i Türk bağımsızlık hareketinin lideri olarak seçtiler.

Ertesi yıl Mehmet İzzet Eyüboğlu, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılacak olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) Trabzon’u temsil etmek üzere seçildi. Ancak açılış oturumuna katılmak üzere Trabzon’dan Ankara’ya giderken Samsun yakınlarındaki bazı bilinmeyen kişiler, çeteler tarafından öldürüldü. Bu haber Ankara’da TBMM’ye ulaştığında, meclis Mehmet İzzet Eyüboğlu’nu onurlandırmak için saygı duruşunda bulundu. Suikastının gizemi bugüne kadar çözülemedi.

Yakup Eyüboğlu

Eyüboğlu ailesinin şeceresini incelediğimizde, dedemin babası Yakup Eyüboğlu’nun da, aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi, atalarının ondan önce beş, benden önce ise sekiz kuşak eskiye, 16. / 17. yüzyıla kadar gittiğini görürüz.

Ne yazık ki, bu nesillerin başarıları hakkında çok fazla bilgimiz yok. Ancak görebileceğiniz gibi 18. yüzyılda Mehmet Pir Ağa Eyüboğlu ve 17. yüzyılda Abdullah Ağa Eyüboğlu, “Ağa” unvanlarını taşıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda, “ağa” unvanı iki nedenden dolayı verilmiştir: (i) kırsal bölgelerde büyük toprak sahibi olan veya (ii) o yerleşim bölgesinde önemli sosyal etkisi olan veya toplumca saygı duyulan eğitimli veya tecrübeli kişiler. Bu tanıma dayanarak, dedemin babasının geldiği aile kanadında toplumda etkisi ve saygınlığı olan kişilerin olduğu sonucuna varabiliriz.

Ahmet’in küçük kardeşi Yakup Eyüboğlu, Trabzon’da doğdu ve Fatma Güller Eyüboğlu’nun ikinci kocası oldu. Yaklaşık 1886 yılında evlendi ve en büyük oğulları, 1887 yılında Trabzon’da doğan dedem Mehmet Ruhi idi. Keşke dedemin babası Yakup bey ve onun babası Mehmet Pir Ağa Eyüboğlu hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilseydim.

Trabzon

Atalarımın önemli bir kesimi Trabzon’dan geldiği için bu şehri tanımak önemlidir. Trabzon, Kafkas ve Anadolu kabilelerinin yaşadığı, tarihi geçmişi M.Ö. 14. yüzyıla kadar uzanan, zamanında Orta Anadolu Hititleri ile ticaret yapan ve savaşan, oldukça eski ve çok ilginç bir şehirdir. Yunanlılar M.Ö 756’da buraya yerleşmiş ve ona önce Trapez, daha sonra Trebizond adını vermişlerdir. M.S. 257’de Gotlar ve M.S. 258’de Persler tarafından ele geçirildi. Hıristiyanlık 3. yüzyılda Trebizond’a ulaşır ve M.S. 386’da Pontus dağlarında (Kuzey Anadolu Dağları) Sümela Manastırı inşa edilmiştir.

2016’da Trabzon’u ziyaret ettiğimizde, dedemin doğduğu Maçka kasabası yakınlarında dik bir uçurumun üzerine inşa edilen bu manastırı da ziyaret ettik. Trabzon, Selçuklu Türklerinin şehri kısa sürede ele geçirdiği 1071 yılına kadar bir Bizans şehriydi.

Bu liman kenti, İran, Venedik, Cenova vb. tüccarlar tarafından kullanılan İpek Yolu güzergahındaydı. Avrupa ile Asya arasında mal ticareti için kilit limandı. Marco Polo, 1261’de Çin’den dönerken Trabzon’u ziyaret etti. Aslında, Çin’den Trabzon’a karadan geldi ve ama Trabzon’dan Venedik’e gemiyle gitti.

Osmanlı imparatoru Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetmesine benzer şekilde 1461’de Trabzon’u da Bizanslılardan aldı. Trabzon, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk 5 vilayetinden biri, özellikle Karadeniz’in en büyük şehriydi. Bu şehir, kuzeydoğu Anadolu’nun Sancak Merkeziydi. Şehzade Selim (daha sonra Sultan I. Selim) Trabzon’a Sancak Beyi olarak atanmış ve oğlu Kanuni Sultan Süleyman orada doğmuştur.

Trabzon, Osmanlı döneminin sonlarında, yurtdışıyla ticaret yapan zengin bir tüccar sınıfına sahipti, şehirde bir dizi Avrupa ülkesinin konsolosluğu vardı. Süveyş Kanalı’nın açılışına kadar İran toprakları doğu/batı ticareti için ana geçiş olarak Trabzon kullanılıyordu. Pontus Rumları bölgede en büyük Hıristiyan grubuydu, ancak bir bölümü yıllar içinde müslümanlığı seçmişlerdi. Trabzon, batı dünyasının kültürel ve teknolojik yeniliklerinin Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk görüldüğü şehirlerinden biriydi. 1835 yılında Amerikan Dış Misyon Komiserler Kurulu, ABD ile doğrudan ticarete başlayan Trabzon Misyon Merkezi’ni faaliyete geçirdi. Dedemin babası, 19. yüzyılda bu ofis aracılığıyla Amerika’ya fındık ihracatı yapıyordu.

  1. yüzyılın ilk yarısında Trabzon’da yüzlerce okul inşa edildi ve Trabzon bölgesi o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun en yüksek okuma yazma oranlarından birine sahip oldu.
  2. yüzyılın ilk çeyreğinde ise Trabzon çok dramatik yıllar yaşadı. 1. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, Rus donanması 1915’de şehri bombaladı ve işgal etti. Bu işgal 1917’ye Rusya’da iç savaş ve komünist rejimin kuruluşuna değin devam etti. Anneannemin ailesi Dihkanzade’ler, 1916 yılında, yaşanan bu işgal öncesi Rus bombaları şehirde duyulur duyulmaz Trabzon’dan kaçarak ayrıldılar.
  3. Dihkan Ailesi

Annemin dedesi, Ali Lütfi bey, Trabzon ilinde oldukça varlıklı bir aile olan Dihkanzade’lerden gelir. Dihkan ailesinin sekiz kuşak önceye giden soy ağacı annemin dayısı Cahit Kayra tarafından hazırlanmış olup aşağıdadır.

Ali Lütfi beyin babası, Eyüp Dihkan (1832-1912) ve ataları aslen Azerbaycan’lıydı. Bu aile 19. yüzyılda, Trabzon yakınlarındaki Vakfıkebir adlı küçük bir kasabaya göç ettiler. Eyüp Dihkan’ın babası Mehmet Reis, onun babası ve dedeleri Hamdi Reis, Uryan Reis ve Ahmet Reis, hepsi denizciydi. “Reis”, Türk denizcilik terminolojisinde kaptan anlamına gelir. Muhtemelen aile Vakfıkebir’de dört kuşak deniz ticaretiyle meşgüldü ve önceki nesillerde balıkçılıkla geçiniyordu.

Eyüp Dihkan, 1852 yılında Zeliha hanım (1837-1918) ile evlendi ve Zihni (1853-1924), Ali Lütfi (annemin dedesi) ve Hayri Dihkan (1862-1931) olmak üzere üç oğlu oldu. Trabzon yakınlarında geniş fındıklık araziler satın aldılar. Burada fındık yetiştiriciliği, işlenmesi ve ticareti ile uğraştılar. Avrupa’ya ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne fındık ihraç etmeye başladılar ve işlerini yıllar içinde büyüttüler.

İşlerini büyütürken ve özellikle ihracata başladıktan sonra Almanya’dan fındık kırma makinaları getirttiler. Bu 19. yüzyılda Türkiye’den yapılan ilk fındık ihracatıydı. Aynı zamanda Dihkan’lar fındık kırma makinalarını Türkiye’de ilk kullananlardı. Dihkan ailesinin bu üç kardeşi de gerçekten batıya açık, yenilikçi ve açık fikirli insanlardı.

Ali Lütfi Dihkan

Büyük dedem Ali Lütfi bey, 1869 yılında Trabzon’da doğdu ve üç kardeşin en küçüğüydü. Eğitim seviyesinden emin değilim ama kendi kendine Fransızca öğrendiğini biliyorum. Yurtdışı müşterileriyle Fransızca iletişim kuruyordu. Yurtiçi ve dışına çok sayıda iş gezileri yapmıştı. Kendisiyle ilgili önemli bir husus hem erkek hem de kız çocuklarının eğitim görmesinde çok ısrarcıydı.

Ali Lütfi, 1894 yılında Trabzon’daki Salihoğlu ailesinden Kadriye hanım (1877-1955) ile evlendi. Genç çiftin Trabzon’da dört çocuğu; iki kızı, Sadiye ve Mediha ve iki oğlu Hamit ve Macit dünyaya geldi. Trabzon’da rahat bir yaşamları vardı. Ali Lütfi bey ailenin fındık işinin başındaydı. Bu durum, 1914’de 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar sürdü.

Rus donanması 1915’in başlarında Trabzon’u bombalamaya geldiğinde, Ali Lütfi çok zor ve uzun bir yolculuğa çıkarak, karısını ve dört çocuğunu Trabzon’dan İstanbul’a taşıdı. Bu konuyla ilgili detaylı bilgi daha sonraki bölümde veriyorum. 1917’de çift İstanbul’a geldikten sonra beşinci çocuğu, oğlu Ömer Cahit doğdu. Ali Lütfi bey, Istanbul’un işgali ve İstiklal Savaşı sürecinde ve bunları takiben 1923’de Cumhuriyetin ilanından sonra da fındık ihracatı işine devam etti.

Eşi, anneannemin annesi Kadriye, oldukça muhafazakar bir hanımdı. Yetersiz bir eğitim görmüştü ve özellikle kız çocukların eğitimine pek istekli değildi. Ancak kocası Ali Lütfi, tüm çocukların, hem erkek hem de kız çocuklarının eğitimi konusunda çok ısrarcıydı. Çocukların hepsi genelde çok iyi eğitimler aldı. Maddi durumları ortalamanın üstündeydi. 1929 başlarında çekilen bu resim, Ali Lütfi beyi Kadıköy /Yeldeğirmeni semtindeki evlerinin arka bahçesinde ailesiyle birlikte göstermektedir.

ABD’de 1929 yılında yaşanan ekonomik bunalım, özellikle bu ülkeye ihracat yapan Dihkan kardeşlerin işini bozdu. Almanya’dan kredi kullanarak aldıkları fındık kırma makinalarının borcunu ödeyememeleri nedeniyle kısa sürede iflas noktasına geldiler. İşini kaybeden Ali Lütfi bey ailesini geçindirmek için umutsuzca iş aramaya başladı. En büyük oğlu Hamit ile Ankara’ya gitti ve orada yeni iş olanakları araştıran kardeşi Musa ile bir araya geldi. Yatırım ve iş bulma girişimleri maalesef başarısız oldu.

Lütfi bey 1930 yılı Şubat ayının soğuk bir gününde iş aramakdan eve döndükten kısa bir süre sonra, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Kardeşi Hayri de, ertesi yıl yine kalp krizi nedeniyle vefat etti.

Salihoğlu Ailesi

Annemin anneannesi Kadriye hanım, Salihoğlu ailesindendi. 1877 yılında Trabzon’da doğdu. Ailesi 19. yüzyılın başlarında Gürcistan’ın başkenti Tiflis’ten Trabzon yöresine taşındı. Bu taşınmanın nedeni Rusların Gürcistan’a girerek Tiflis’i ele geçirmesiydi. Ruslardan kaçan aile Trabzon’un Ortahisar ilçesine yerleşti. Salihoğlu ailesinin soy ağacı aşağıdadır.

Kadriye hanımın babası Hafız Ali Salihoğlu (1845-1899) Gürcistanda yaşayan Ahıska Türklerinden geliyordu. Ahıska Türkleri 11. Yüz yıldan beri Gürcistan’da yaşıyorlardı. Hafız Ali Salihoğlu’nun Gürcistan’da tütün fabrikaları vardı. Muhtemelen oldukça zenginlerdi, ancak Ruslardan kaçarak Trabzon’a göç ettiklerinde, bu servetin çoğunu geride bıraktılar.

1876 yılında Trabzon’da Fatma Zülal hanım ile evlendi. Fatma Zülal, Trabzon’da doğdu, babası Tevfik efendi devlet memuruydu ve önceleri, o yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Trablus’ta (Libya) muhasebe müdürü olarak çalışıyordu. Daha sonra Güney Anadolu’da Mersin iline tayin oldu.

Fatma Zülal hanım, güçlü karaktere sahip güzel bir kadındı. Kocası Hafız Ali Salihoğlu’nu 1899’da, üçüncü çocuğuna hamile iken erken yaşta kaybetti. Sadece 40 yaşındaydı, iki küçük çocuğu vardı ve üçüncü çocuğuna hamile idi. O sırada Trablus’ta olan babasından yardım istedi. Babasından ne derece yardım aldığını bilmiyorum ama ilerleyen yıllarda, çevresinde çocukları ve torunlarıyla uzun bir hayat sürdü, 1939’da felç geçirdi ve 1942’de 83 yaşında vefat etti.

Fatma Zülal hanımın ilk kızı annemin anneannesi Kadriye hanımdı. İkinci çocuğu oğlu Hasan Naci ve üçüncüsü ise kızı Nimet hanımdı.

Hasan Naci Yamaç

Annemin büyük dayısı Hasan Naci Yamaç, kızıl saçlı ve annesinin gözdesi olan oldukça yakışıklı bir adamdı. Hem Trabzon’da hem de İstanbul’da iyi bir eğitim gördü. İstanbul’da Fransızca eğitimi aldı.
Trabzon’a döndükten sonra ‘Trabzon’da Meşveret’ adlı gazetenin yayıncısı oldu. Bu girişim nedeniyle kendisine “Meşveretci Naci” adı verildi. Bu gazete “Genç Türkler veya Jön Türkler” in liberal ve demokratik eğilimlerini Trabzon’da yansıtan en uzun soluklu gazetesi oldu. Naci Yamaç, otomobili Trabzon’a getiren kişi olarak tanınır. At arabası sürücüleri onun şehirde dolaştığını görünce onunla yarışa giriştikleri o dönemin hatıraları arasında kalmıştır!

“Jön Türkler” hareketi, Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahın eğemen olduğu mutlak monarşinin anayasal parlamenter bir rejimle değiştirilmesini sağladı. Jön Türkler hareketini takiben kurulmuş olan İttihat ve Terakki Partisi’nin liderleri, 1908’de padişah ll. Abdülhamit’e karşı bir isyan başlatarak 1909 yılında onu devirdiler. Bu devrim ile Jön Türkler, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde ilk kez çok partili demokrasi çağını başlatarak 1908’de İkinci Meşrutiyet Döneminin kurulmasına yardımcı oldular.

Hasan Naci bey, Trabzon vilayetini temsilen Temmuz 1914’de Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’daki son parlamentosuna seçildi ve İstanbul’a taşındı. Hasan Naci bey aynı zamanda üyesi olduğu İttihat ve Terakki Partisi’nin Trabzon kurucu başkanıydı. Çevresinde koyu bir ittihatcı olarak tanınıyordu. I. Dünya Savaşı’nda (1914-1918) kritik bir dönemde parlamenter olarak çalıştı. Yine bu dönemde Samsun’un tanınmış ailelerinden Yemeniciler’in kızı Nebihe hanım ile evlendi.

1918’de İstanbul’un İngilizler tarafından işgalinden sonra, Mustafa Kemal’in bağımsızlık hareketine katılmak için Ankara’ya kaçtı. Kaçarken dikkat çekmemek için kılık değiştirerek öküz arabası güden bir köylü gibi davranmak zorunda kaldı. Ankara’ya geldiğinde, kendisine Anadolu’daki halkı bağımsızlık savaşı konusunda aydınlatma görevi verildi. İnsanları bağımsızlık savaşına ikna edici toplantılar yaptı. Kendine güvenen ve topluma hitap etme yeteneği olan biriydi ve köylüleri Mustafa Kemal’in liderliğinin arkasında birleşmeye çağırdı.

Naci bey annesi Fatma Zülal hanıma ve yeğeni Mediha’ya çok düşkündü. Annesi ve kız kardeşinin ailesi Trabzon’dan kaçarak 1916’da İstanbul’a geldiklerinde, Naci bey onları önce kendi evine yerleştirdi. Daha sonra İstanbul’un Anadolu yakasında, Küçükyalı sahilinde bir yalı evi tutmalarında yardımcı oldu. Mediha’nın öğretmen okuluna kaydolmasını sağladı. Mediha’daki cevheri görerek eğitimi konusunda teşvik etti. Bir tür yaşam öğretmenliği yaptığı yeğenine, tavsiyelerde bulunduğu bir çok mektuplar yazdı.

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra 1934 de Yamaç soyadını aldı ve emekli olarak, İzmir yakınlarındaki Urla’da bir çiftlik satın aldı. Burada zeytin, üzüm ve tütün yetiştiriciliği yaptı. 1935 yazında annem, Mediha teyzem ve Macit dayımla birlikte bu çiftliği ziyaret etti ve fotoğraflardan anlaşıldığı kadarıyla çok keyifli günler geçirdiler.

Naci Yamaç’ın üç kızı vardı. Nermin en büyüğüydü ve annemin dayısı Macit Kayra ile evlendi. İkinci kızı Berrin hayatını Samsun’da geçirdi. Üçüncü kızının adı Fikret’ti ama aile içinde ona Cici denirdi. Banka müdürü İlhan Yeşil ile evliydi. Ailemin İlhan ve Cici Yeşil’i birkaç kez ziyaret ettiğini hatırlıyorum. Annem ile Cici’nin yaşları birbirine yakındı ve ikisinin geçmişten gelen eski arkadaşlıkları vardı. Cici, 58 gibi oldukça erken bir yaşta kanserden vefat etti.

Naci Yamaç yakışıklı, akıllı, idealist ve ileri görüşlü bir insandı. Urla’daki çiftliğinde kış geceleri şömine başında çocuklarına gelecekte insanoğlunun bilimsel olarak çok ilerleyeceğini ve aya gideceğini anlattığını söylerler. Bu tahmini, ölümünden 32 yıl sonra gerçek oldu!

Naci Yamaç, 1937’de zatürre nedeniyle çok genç yaşta, 54 yaşında vefat etti. 2019’da Istanbul’a gittiğimde Sahrayıcedid mezarlığında kabrini ziyaret ettim. Eşi Nebihe Yemenici Yamaç, uzun bir yaşam sürdü ve 1983’de 83 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Kadriye Salihoğlu

Annemin anneannesi Kadriye Salihoğlu (Kayra), 1877 yılında Trabzon’da doğdu. Hafız Ali bey ve Fatma Zülal hanımın en büyük çocuğuydu. Yeterli eğitim almamıştı. 17 yaşındayken 1894 yılında Trabzon’da Ali Lütfi Dihkan ile hayatını birleştirdi. Aileler arasında düzenlenen geleneksel bir evlilikti. Çift Trabzon’da yaşıyordu, iki kızı ve iki oğlu toplam dört çocukları oldu. İlk çocukları anneannem Sadiye, 1899’da doğdu, arkasından ikinci kızları Mediha 1902’de dünyaya geldi. Daha sonra iki erkek çocuk, Hamit ve Macit, sırasıyla 1903 ve 1911’de doğdu.

Kocasının ailesi arazi sahibi olup fındık ticaretiyle uğraştığı için varlıklı sayılırlardı. Trabzon’da rahat bir hayat sürüyorlar ve çocuklar düzenli okula gidiyorlardı.

Ancak 1914’de 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte her şey değişti. Osmanlı İmparatorluğu Almanya ile ittifak halindeydi. Son günlerini yaşamakta olan Rus Çarlığı Osmanlı devleti ile savaşa girmişti ve özellikle kuzey topraklarına göz dikmişti. Rus donanması 1915’de Trabzon limanını bombalamaya başladı.

Hızlıca alınan kararlar ve düzenlemeler sonucu Kadriye hanım, kocası Ali Lütfi bey, annesi Fatma Zülal hanım, kız kardeşi Nimet ve dört çocuğu Trabzon’u büyükçe bir balıkçı teknesi ile terk etti. Yol boyunca havanın ve denizin durumuna göre dura kalka, ancak Trabzon’un 300 km batısında bir liman şehri olan Samsun’a vardılar. Aile karadan bir kaç ay süren yolculukla Samsun’dan Ankara’ya ve oradan da tren ile İstanbul’a ulaştı. Büyük teyzem Mediha Kayra’nın, ailenin Trabzon’dan kaçış sürecini ve İstanbul’a gitmek için aylar süren zor yolculuklarını tuttuğu günlüklerden faydalanılarak serüven tadında anlattığı kitap, kardeşi Cahit Kayra tarafından geçtiğimiz yıllarda yayınlanmıştır. Bu konuyla ilgili daha fazla bilgiyi ilerleyen sayfalarda vereceğim.

Kadriye hanımın erkek kardeşi Hasan Naci bey, yaklaşık bir yıl önce, 1914’de son Osmanlı meclisinde Trabzon temsilcisi olarak seçilip, İstanbul’a gelmiş ve burada bir ev tutmuştu. Kadriye hanım ve ailesi uzun ve zorlu yolculukdan sonra İstanbul’a vardıklarında, Naci bey onları tren istasyonunda karşıladı ve evine götürdü. Daha sonra Küçükyalı’da deniz kenarında yeni evlerine taşınan aile İstanbul’da kendilerine bir hayat kurdu. Kadriye hanım, 1917’de Ömer Cahit adını verdikleri beşinci çocuğunu dünyaya getirdi.

Kadriye hanım, uzun boylu ve güçlü bir kadındı. Kocasını, büyük dedem Ali Lütfi’yi 1930’da kalp krizi sonucu kaybetti. Evin geçimini sağlayan kişinin beklenmedik kaybından sonra, ailenin her anlamda sorumluluğu ikinci kızı Mediha Kayra’nın (Mediha teyzem) omuzlarına kaldı.

Henüz çok küçükken, annem benim elimden tutup, Beylerbeyi’nde Boğaz’a bakan Mediha teyzeme ait bahçeli evde oturan anneanneme bırakırdı. Kadriye hanım o yıllarda o evde yaşıyordu. Biraz bulanık da olsa, onu hatırlıyorum. Felç geçirdiği için yürüyemeyen ve fazla konuşamayan bir hanımdı. Ancak, çok hoş ve sıcak bir gülümsemesi vardı ve soylu bir görünüme sahipti. Hem anneannem hem de Mediha teyzem anneleri 1955’de vefat edene kadar ona baktılar.

Kadriye hanımın kız kardeşi ve ailenin son çocuğu, Nimet hanım hayatı boyunca hiç evlenmedi. Bütün ömrünü ailesine adadı. Hem annesine hem kardeşlerinin çocuklarına büyük fedakarlıklarla baktı, evin her türlü işiyle ilgilendi. Uzun bir ömrü oldu ama göründüğü kadarıyla mutlu bir yaşam sürmedi. Gençken annemle beraber onu ziyaret ettiğimizi hatırlıyorum. 1980 yılında 80 yaşında vefat etti.

Annemin Ailesi

Annemin beraber yaşadığı kalabalık bir ailesi vardı. Annesi, anneannesi ve ninesi, teyzesi, dayıları ve kardeşleri, aynı evde hep beraber yaşıyorlardı.

Anneannem Sadiye Kayra

Sadiye Kayra, 1900 yılında Trabzon’da doğdu. Ailenin en büyük çocuğuydu. İlkokulu Trabzon’da bitirdi. Henüz daha genç kızken, 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcında, 1915’de Rus donanması Trabzon açıklarına geldi ve şehri bombalamaya başladı.

Babası Ali Lütfi Dihkan, eşi Kadriye hanım ve dört çocuğunu şehirde yaşanan telaş sırasında büyük bir balıkçı teknesine bindirdi ve sahilden fazla açılmadan denizyoluyla Trabzon’u terkederek Samsun’a ulaştı. Aile Samsun’dan at arabasıyla yola çıkıp kasabalarda konaklayarak, zaman zaman da yürüyerek seyahat ettiler ve bir kaç ay süren bu yolculuktan sonra Ankara’ya vardılar. Ankara’dan trene binerek İstanbul’a ulaştılar. Serüven dolu bu yolculuk anneannem ve kardeşleri üzerinde yaşamları boyu sürecek etkiler bırakmışır. Bu dönemde henüz 14 yaşına yeni ulaşmış Mediha teyzem yaşadıklarını günlüğüne ayrıntılarıyla not etmiştir. Kendisinin vefatından sonra bu anıları, “Hoşça Kal Trabzon Merhaba İstanbul” adlı bir kitapta yayınlandı.

Anneannem ve ailesi 1915’de İstanbul’a geldi ve önce dayısı Naci Yamaç’ın evinde daha sonra Marmara denizi kıyısındaki Küçükyalı semtinde tuttukları şirin bir sahil evine yerleştiler. İstanbul, üç yıl sonra, İngiliz, Fransız ve İtalyanların işgali altına girdi. Anneannem küçükken bizlere Gurka olarak bilinen Hint kökenli İngiliz askerlerin eve gelerek sorgulama yaptıklarını anlatırdı. Bu garip görünümlü yabancı askerlerden korkan hane halkını anneanemim babası Ali Lütfi bey sakinleştirmiş, Müslüman inancına sahip bu askerlere Kuran-ı Kerim’den ayetler okuyarak ortamı yumuşatmış ve askerlerin sorunsuz bir biçimde evi terketmelerini sağlamış.

Anneannemin anlattıklarından, işgal koşullarına rağmen, kardeşleriyle bu evde keyifli vakitler geçirdiklerini öğrenmiştik. Evin hemen önünden denize girme ve kayıkla dolaşma gibi yazın tadını çıkaracak faaliyetleri olmuştu. Evin yakınındaki tren istasyonundan şehre inerek hem alışveriş yapıyor hem de çevreyi geziyorlardı.

İşgal bittikten sonra, 1923’de Kadıköy’ün merkezinde Yeldeğirmeni semtinde yeni bir eve taşındılar. Kalabalık oldukları için büyük bir müstakil bina tuttular. Aynı yıl Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı çeşitli reformlar ve yeni yaşam biçimini aile bireyleri tarafından hemen benimsedi ve uygulamaya başlandı. Genel olarak aile büyükleri açık fikirliydi ama daha önemlisi dayıları Naci Yamaç, hem bağımsızlık savaşında hem cumhuriyetin kuruluşundan sonra bu dönüşümün gönüllüsü olarak ön saflardaydı.

Daha önce değindiğimiz gibi 1924 yılında Mehmet Ruhi Eyüboğlu, evlenip yuvasını kurmak için Mısır’dan İstanbul’a geldi. Bazı tanıdıklar aracılığıyla büyük dedem Ali Lütfi ile temasa geçti. Dihkanzadeler ve Eyüboğlu aileleri Trabzon’dan birbirlerini tanıyorlardı. Mehmet Ruhi bey, anneannemle evlenme isteğini babasına iletti.

Uzun boylu, alımlı ve çok yumuşak huylu bir genç kız olan anneannem kendisiyle evlenmek isteyen yüksek rütbeli birkaç subayın babası tarafından geri çevrilmesi sürecinde 24 yaşına gelmişti. Eyüboğlu ailesinden dedem Mehmet Ruhi beyin izdivaç teklifini, anneannemin babası, geri çevirmek için bir sebep bulamamıştı. Mehmet Ruhi beyin hem tanınmış Eyüboğlu ailesine mensup oluşu, hem de eczacılık gibi yüksek eğitim gerektiren bir meslek sahibi oluşu kayınpederini ikna etmede elini çok güçlendirmiş olmalı.

Evlilik işlemleri 1924 Eylül ayında tamamlandı ve yeni evli çift, İstanbul’dan Mısır’ın sahil şehri İskenderiye’ye Abbase adlı bir İngiliz gemisiyle seyahat ederek gitti. Oradan da trenle Kahire’ye ulaştılar.

1805’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan fiili olarak ayrılan Mısır, 1882’de İngiltere tarafından işgal edildi ve 1914’te sultanlıktan İngiltere’nin kontrolünde bir krallığa dönüştü. Sultan Fuad’ın kral olarak tahta çıkışı ülkenin egemenliğini değiştirmedi, kralın ve yönetimin haklarını önemli ölçüde kısıtlayan İngiltere tüm yönetime hakimdi.

Anneannem Kahire’ye gelin geldiğinde, bu tarihi şehir İngilizlerin kontrolü altında çok kozmopolit bir yerdi. Rumlar ve Ermeniler dahil birçok Hıristiyan azınlıklar vardı. Dedemin Kahire’de önceden ayarladığı daireye taşındılar. Kendisi hastanede bulunan eczanede çalışmaya devam etti. Bununla birlikte, kendi eczanesini açmak için Sağlık Bakanlığı’ndan lisans almak için uğraşıyordu ve bunu Kahire şehrinde yapmak epeyce zordu. Böylece, 1925’de, Nil Nehri’nin batı kıyısında, Kahire’nin 230 Km güneyinde Beni Mezar adlı bir şehre taşındılar. Başlangıçta bir hastanede eczacı olarak çalıştı. Ama sonra lisansını aldı ve kendi eczanesini açtı.

Beni Mezar kasabası, Kahire ölçüsünde kozmopolit bir yerleşim değildi, ancak orada yaşayan Kıpti-Hıristiyan Rumların ve Ermenilerin kendi cemaatleri vardı. Anneannem ve dedem bu gayrımüslim cemaatlerin yanıbaşında yaşıyorlardı. Karı kocanın komşularının çoğu Ermeni, Rum veya Musevi gibi gayrımüslim ailelerdi.

Dedemle haftasonları yaptıkları civar gezilerinde anneannem Mısır’daki yerli Arap kadınlarla tanıştı ve onlarla sohbet etti. Onlara kadın haklarından, eğitimin ve temizliğin öneminden bahsederek örnek olmaya çalıştı.

Anneannem Türkiye’de kadın haklarının savucusu olarak bilinen tanınmış bir romancı ve siyasi aktivist, Halide Edip’e hayrandı. Halide Edip (1884-1964) ilk Türk feministi olarak kabul edilir. Sonraki yıllarda, Halide Edip İstanbul’dan Ankara’ya kaçarak Mustafa Kemal’in bağımsızlık savaşına katıldı ve Mustafa Kemal’den onbaşı rütbesi aldı. Konuşmaları ve yazılı eserleriyleTürkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra gerçekleştirilen kadın hakları reformlarını etkiledi. Anneannem de, Mısır Arap kadınlarına, 100 yıl önce, 1924’de kadın hakları için benzer mesajlar veriyordu!

Bu resim elinde Nil nehrine karşı tüfeği tutan anneanemi gösteriyor. Gençken muhtemelen daha cesaretli bir kadındı. Büyüdüğümde onun bu tarafını görmedim. Halide Edip’in de Kurtuluş Savaşı günlerinde benzer şekilde tüfek tutan bir resmi olduğunu duymuştum. Istanbul’a ailesine yolladığı bu resimde anneannem Halide Edip gibi görünmek istiyormuş.

Annem, 15 Eylül 1925’de anneannem ile dedemin Nil Nehri’ne bakan iki katlı evlerinde doğdu. Bu konuyu ilerleyen bölümlerde daha detaylı anlatacağım.

Anneannem, annemden sonra, aynı evde, ikiz kız çocuğunu, Emel ve Güler teyzelerimi dünyaya getirmiş. Daha sonra, dördüncü kız çocuğuna, Mine teyzeme hamile iken, eşini (dedemi) kalp krizinden kaybetmiş. Apar topar herşeyi satıp, çocuklarla İstanbul’a dönmüşler. Annemle ilgili bölümde bunları daha detaylı anlatıyorum.

Benim anneannemle olan bağlantılarım doğumumla başlar. Ben doğduğumda, hem anneannem hem de babaannem yanı başımdaymış. Doğumumdan sonra, annem işine döndüğü için anneannem bana iki yaşıma kadar bakmış. Bunlardan ilerdeki bölümlerde daha detaylı bahsediyorum. Anneannem diğer torunlarına da uzun süreler baktı. Özellikle, Mine teyzemin çocuklarının, Zerrin, Atilla ve Zeynep’in bebeklik yıllarında anneannemin büyük emeği geçmiştir.

Daha sonraki bölümde de anlattığım gibi, ben Ankara’da ODTÜ’de okurken, anneannemi Mine teyzemlerin evinde ziyaret ederdim. Daha sonra, anneannem İstanbul’da kız kardeşi, Mediha teyzemle beraber oturmaya başladı. Kanada’dan İstanbul’a her gelişimde Mediha teyzemle beraber anneannemi de ziyaret ederdim. Çok genç yaşta eşini kaybettikten sonra önce annesinin, sonra kızlarının yanında yaşadı, herkese çok yardımcı oldu. Son yıllarında kardeşi, Mediha teyzemin evinde kalıyordu ve beraber iyi vakit geçirdiler.

Anneannemi 1990 yılının Şubat’ında kaybettik. 90 yaşındaydı. Annem ve ben Kanada’daydık. Anneme bu haberi verdiğimizde ne kadar üzüldüğünü çok iyi hatırlıyorum. Son günlerinde onunla beraber olamamak hem annemi hem de beni çok üzmüştü. Bana geçen emekleri için anneanneme çok minnetarım. Cici anneanneciğim, nurlar içinde yat!

Hamit Kayra

Annemin Hamit, Macit ve Cahit adlarında üç dayısı ve Mediha adında bir teyzesi vardı. Hamit Kayra, 1903 yılında Trabzon’da doğdu. Ailesiyle beraber 1915’de İstanbul’a göç ettikten sonra Galatasaray Lisesi’nde eğitim gördü. Galatasaray, İstanbul’daki en eski ve prestijli Fransızca eğitim veren liseydi.

Cumhuriyet’in ilanından sonra 1927’de İstanbul’da askerlik görevini yerine getirdi. Savaşlar geride kaldığı için şanslıydı. Bağlı olduğu birlikte Fransızca tercüman olarak görevlendirildi.

Askerlikten sonra iş aramaya başladı ve Ankara’da yabancıların kaldığı bir otelde Fransızca bildiğinden dolayı resepsiyon görevlisi olarak iş buldu. Bir süre sonra oradan ayrılarak yine Ankara’da yünlü kumaş üreten bir şirketinin muhasebe müdürü oldu. İlerleyen yıllarda karşısına çıkan yüksek ücretli bir teklifi değerlendirerek Artvin’deki Murgul Bakır İşletmeleri’nin muhasebecisi olarak kuzey doğuya gitti.

Burada ailesinden çok uzakta izole bir ortamda yaşarken gelişen talihsiz olaylar sonucu evlenmek zorunda kaldı. Yerel adetlerin etkin olduğu bölgede, beraber görüldüğü söylenen Hediye adlı kızla, erkek kardeşlerinin baskısı sonucu evlenmeyi kabul etmek zorunda kaldığı söylenir. Bu gönülsüz evlilik 1940 yılında gerçekleşti. Hediye hanım o günlerde sadece 17 yaşındaydı, Hamit dayı ise 37. Evliliklerinin mutlu geçtiği söylenemez ama beraberlikleri sürdü ve 1941’de oğulları Doğan dünyaya geldi.

Hamit dayı benim doğumumda bana bazı hediyeler getirmiş. Çocukluğumda onu, sakin ve kendinden emin, yumuşak sözlü bir beyefendi olarak hatırlıyorum. Kız kardeşi Mediha ile çok yakındı. Ancak Mediha teyzem, eşi Hediye hanımdan hoşlanmazdı ve hiç anlaşamazdılar. Hediye hanım geçinilmesi çok zor bir insandı ve ailede içinde neredeyse hiç kimse onu benimsemiyordu. Eşine de oğluna da despotça davrandığı söylenirdi. Hamit Kayra, 1962’de 59 yaşındayken dünyaya veda etti. Eşi Hediye hanım, çok daha uzun bir hayat sürdü ve 87 yaşındayken 2010 yılında vefat etti.

Hamit dayı, muhtemelen Kayra ailesinin en hayvansever üyesiydi. Tüm evcil hayvanları severdi ama özellikle kedisine çok düşkündü. Ne yazık ki, eşi her türlü evcil hayvandan nefret ediyordu. Tek oğulları Doğan çocukluktan iyi tanıdığım ama yanında kendimi pek rahat hissetmediğim biriydi. Doğan ve iş ortağı, ilerleyen yıllarda Mediha teyzemin Beylerbeyi’ndeki bahçeli evini devraldı. Burası, Boğaz’a bakan tepelerde çocukluğumun güzel birkaç yılını geçirdiğim müstakil bir evdi. Doğan ve arkadaşı bu değerli mülkü akılsızca bir anlaşma sonucu kaybettiler. Mediha teyzemin bu evi Doğan’a vermesi büyük bir hataydı.

Macit Kayra

Annemin ikinci dayısı 1911’de Trabzon’da doğan Macit Kayra’dır. 1915’te ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti. Ailenin eğitime verdiği önem nedeniyle önce Kadıköy Ortaokulu, sonra İstanbul Lisesi’nde okudu ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden (Mülkiye) mezun oldu. Başarılı bir eğitim gördü. Atletik ve yakışıklı bir adamdı, üniversitede futbol oynadı, yelkencilik yaptı, balık avladı, pul toplama ve fotoğrafçılık gibi hobileri vardı.

Annem 1930’lar ve 1940’larda kalabalık bir evde dayılarıyla birlikte büyüdü ve dayılarıyla, özellikle Macit Kayra ile geçirdiği zamanın çok güzel anılarından hep bahsederdi. Evde, yaşamın bütün mütevaziliğine rağmen, birlikte eğlenceli vakitler geçirdiler. Hafta sonları çevre gezileri düzenlediler, akşamları kitap okudular ve sobanın etrafında toplanıp radyodan dünya haberlerini dinlediler.

Macit dayı 1933’de Mülkiye’den mezun olduktan sonra, Ziraat Bankası’nda müfettiş olarak işe başladı. Dedem de (babamın babası) meslek hayatının büyük bölümünü Ziraat Bankası’nda krediler müfettişi olarak geçirmiştir. Ne tesadüf!

  1. Dünya Savaşı sırasında, Türkiye’nin tarafsız kalmasına ve savaşa katılmamasına rağmen, askerlik yaşındaki erkeklerin çoğu orduda görev yapmak üzere seferber edildi. Macit Kayra 1937-1940 yılları arasında orduda üç yıldan fazla görev yaptı.

Askerlik dönüşü Macit dayı bankacılık mesleğine devam etti ve yıllar içinde terfiler alarak yükseldi. İller Bankası, Deniz Bankası, Anadolu Bankası vb. çeşitli bankalarda yönetici olarak görev yaptı. Sanırım en son görevi Anadolu Bankası’nın genel müdürlüğüydü.

1940 yılında Macit Kayra, dayısı Naci Yamaç’ın kızı Nermin Yamaç ile evlendi. Çocukluktan beri birbirlerini seviyorlardı. Macit ve Nermin Yeldegirmeni’ndeki bahçeli evde birlikte büyüdüler. Evlendikten sonra sırasıyla 1941 ve 1948 doğumlu Gönül ve Zülal adlı iki kızları oldu.

Küçüklüğümde ailecek Macit dayımlara pek yakın değildik. Bunun bir sebebi dayımın annemi evlenme konusunda yanlış yönlendirmesi ve uyguladığı gereksiz baskı olmuştu. Bu konuya daha sonra değineceğim.

Ben doğduğumda Macit dayı bana bazı hediyeler getirmiş. Gençken onu evinde bir veya iki kez ziyaret ettiğimi hatırlıyorum. Bizim ailemize çok ilgi göstermezdi. Sadece bizim aile değil, ablasının diğer çocukları ve torunlarıyla da alakadar olmazdı. Büyük teyzem Mediha Kayra’nın evini ziyarete gittiğimde bazen karşılaşırdık, bana okulumu ve deslerimin nasıl gittiğini sorardı.

Eşiyle beraber, 1960’ların ikinci yarısında Selamiçeşme’de yeni aldığımız eve ziyarete gelmişlerdi. O zaman Anadolu Bankası’nın genel müdürüydü.

Çok zeki, iyi eğitimli ve mesleğinde çok başarılı bir insandı. Türkiye’de özel bankacılığın gelişme döneminde etkili mevkilerde oldu. Ne yazık ki, onu iyi tanıma şansım olmadı. Emekli olduktan sonra sağlığı bozuldu ve 1982’de 71 yaşında kanser nedeniyle hayata gözlerini yumdu. Vefatı sırasında Kanada’daydım. Eşi Nermin hanım biraz daha uzun bir hayat sürdü ve 2003 yılında 85 yaşında vefat etti.

Cahit Kayra

Annemin en küçük dayısı Cahit Kayra, 11 Mart 1917’de doğdu. Ailenin en küçüğüydü ve Trabzon’da değil, İstanbul’da dünyaya geldi. 1924’de, ablasının müdür yardımcısı olduğu Özel Boğaziçi Lisesi’nin (Feyziati Lisesi) ilkokul bölümüne yatılı öğrenci olarak başladı. Ablası ile birlikte hafta sonları eve geliyordu. Bu durum finansal sıkıntıların bütün dünyayı sardığı 1928 yılına kadar sürdü. Daha sonra Cahit, 1935’de mezun olana değin 5. sınıftan başlayarak gündüzlü öğrenci olarak devam etti. Mediha ablasının eğitim kadrosunda olması nedeniyle, gündüzlü öğrenci olarak ücretsiz eğitim almayı başardı. Derslerinde çok başarılı olmamasına rağmen zamanında mezun oldu. Bununla birlikte, öğrenmeye çok meraklıydı, özellikle eline geçen kitap, dergi ve gazeteleri okumayı çok severdi.

Cahit, 1935 yılında abisi mezun olduktan bir yıl sonra Mülkiye sınavına girip başarılı oldu ve İstanbul Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kabul edildi. Okul 1937’de İstanbul’dan Ankara’ya taşındı. Cahit, üniversite yıllarını Ankara’da sürdürdü ve 1938’de fakültenin finans bölümünden mezun oldu.

  1. Dünya Savaşı nedeniyle Cahit dayı iki dönem askerlik yapmak zorunda kaldı. Birincisi, Almanların Yunanistan’ı işgal ettiği 1937-1941 yılları arasında, Yunan sınırına yakın bir mıntıkadaydı. İşin ilginç tarafı, Almanlardan kaçan Yunan askerleri sınırı geçerek Türk tarafına geliyorlardı. Cahit Kayra’nın birliği bu kaçan askerler ve sivillere ellerinden geldiğince yardım ediyordu. İkinci askerlik hizmeti 1944-1946 yılları arasında, İstanbul yakınlarındaki bir tank fabrikasında çalışan İngiliz uzmanlara çevirmen olarak görev yapmasıdır.

Ağabeyi Macit bir bankacı olarak yükselirken Cahit dayı bir kamu görevlisi, politikacı, devlet adamı ve daha sonra tanınmış bir yazar oldu. Ankara’da Maliye Bakanlığı’nda önce müfettiş olarak ve daha sonra danışman olarak çalıştı. PTT, Türk Ticaret Odası ve Türk Hava Yolları’nda yönetici pozisyonlarında bulundu. Paris ve Bern’de Türkiye’nin dış ticaret temsilcisi olarak görev yaptı. İsviçre’de Uluslararası Ticaret Genel Anlaşması (GATT) görüşülürken Türkiye’y heyet başkanı olarak temsil etti.

Ankara’ya döndükten sonra, Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1923 yılında kurulan ve Türkiye’nin en büyük özel bankalarından biri olan Türkiye İş Bankası Yönetim Kurulu’nda yer aldı. İktisat ve Ticaret Akademisi’nin yanı sıra Orta Doğu Kamu Hizmeti Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak da görev yaptı.

1970 lerin başında politikaya atıldı ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne katıldı. 1973-1977 yılları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’de (TBMM) Ankara milletvekili oldu. 1974 yılında Bülent Ecevit’in koalisyon hükümetlerinden ilkinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak hükümete katıldı.

Bu koalisyon hükümeti, kısa ömürlü olmasına rağmen, 1970 lerin en önemli hükümetlerinden biriydi. Yunanistan’da, Ege Denizi’ndeki kıta sahanlığını 12 mile genişletmeyi talep eden askeri bir cunta vardı. Yunan adalarının statüsü ve Ege Denizi’ndeki doğal kaynakları da ilgilendiren bu stratejik talebi Cahit Kayra geri çevirmede etkili oldu. Yine bu dönemde Kıbrıs adasında Sovyet yanlısı bir lider olan Makarios yönetimdeydi ve Yunanistan’la birlikte adadaki Türk azınlığı yok etmek için (Enosis) planlar yapıyorlardı. Ecevit’in koalisyon hükümeti ordunun Türk azınlığı kurtarmak için adaya askeri çıkarma yapmasına karar verdi. Bu müdahale, Yunan cuntasının devrilmesi ve Kıbrıs’taki Sovyet yanlısı hükümetin çöküşü gibi iki mühim ve olumlu gelişmeye yol açtı. Fakat Türkiye’ye dönük ekonomik ambargo gibi olumsuz tepkileri de tetikledi. Dolayısıyla Cahit Kayra, o dönemde ülkenin enerji ihtiyaçlarını karşılayacak petrol kaynakları bulma konusunda etkileyici görüşmelerde bulundu ve kararlar aldı.

Yazarlığa, 1953 yılında Orta Doğu’daki petrol araştırmalarıyla ilgili yazdığı ilk kitabıyla başladı. Siyasetten ayrıldıktan sonra sonra zamanının çoğunu yazmaya adadı. Milliyet ve Güneş gazeteleri için makale ve araştırma yazıları yazdı, çeşitli TV röportajlarında yer aldı. İngilizce ve Fransızca biliyordu. Hayatı boyunca, 50’ye yakın kitabı yayınlamıştı ve ben son görüştüğümde, 103 yaşında hala aktif olarak yazmaya devam ediyordu.

1953’te Gönül Çanga Kayra ile evlendi ve sırasıyla 1954 ve 1957 doğumlu Sinan ve Gündüz adlarında iki erkek çocuğu oldu. Gönül Kayra gayet başarılı bir piyanistti. Ünlü Türk besteci ve orkestra şefi Cemal Reşit Rey’in öğrencisiydi. Aynı zamanda ünlü Türk konser piyanisti İdil Biret’in de yakın arkadaşıydı. Gönül hanım 2008 yılında vefat etti.
Ailemin Cahit Kayra ve ailesi ile çok daha fazla etkileşimi oldu. Çok gençken, Cahit Kayra’nın sahip olduğu evlerden birinde bir yıl yaşadığımızı hatırlıyorum. Ayrıca üniversite yıllarında Hereke’de, sahildeki yazlığında bir hafta kalmıştık. Ankara’da ben Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğrenci iken oğlu Sinan’a matematik dersi verdiğimi de hatırlıyorum.

Son yıllarında, özellikle eşi Gönül hanım vefat ettikten sonra, Kadıköy Moda’da evinde yaşıyordu ve vaktinin çoğunu kütüphanesinde geçiriyordu. Kardeşim Ercüment kendisini zaman zaman ziyaret etti. Son İstanbul ziyaretlerimde her fırsat bulduğumda Cahit dayımla vakit geçirmeye gayret ettim. Beni bu kitabı yazmaya teşvik etti. Hem İngilizcesini hem de Türkçesini yazmamı istiyordu.

Maalesef, uzun ve gayet verimli bir yaşamdan sonra 2021 yılının başında, 104 yaşında, onu kaybettik. Cahit Kayra gayet zeki, dürüst, benzersiz ve örnek bir devlet adamı, bilge bir yazar ve çok kıymetli bir insandı. Onun kaybıyla, yanlız bizim aile değil, bütün Türkiye çok değerli bir evladını kaybetti.

Mediha Kayra

Annemin teyzesi, Mediha Kayra ailemizdeki en özel kişiydi. Muhtemelen onun hakkında ayrı bir kitap yazabilirim, çünkü bir ya da iki sayfa onu anlatmaya yetmeyebilir. Dihkan ailesinin en zeki, en yetenekli ve en dikkat çekici üyesi olduğuna inanıyorum. 1902 yılında Trabzon’da doğdu. Ailesi onu önce Trabzon’daki bir din okuluna gönderdi. Okulunu sınıfının birincisi olarak bitirdi. 12 yaşından itibaren derslerden kalan vaktini dayısı Meşveretçi Naci’nin gazete matbaasında geçirmeye başladı ve erken yaşlarında dünyadaki haberleri aktif olarak takip ediyordu.

Birinci Dünya Savaş’ının başında, Rus donanması Trabzon açıklarına geldi ve şehri bombalamaya başladı. Osmanlı donanması o zaman onları koruyacak durumda değildi. İnsanlar korkuyla şehirden kaçmaya başladı. Bazı insanlar dağların ötesinden geçen karayolunu seçtiler. Ancak, bu çok zorluklar ve tehlikelerle dolu bir yolculuktu. Bazı aileler, batıdaki diğer sahil kasabalarına kaçmak için yelkenli veya balıkçı tekneleri tercih ediyordu. Bununla birlikte, kalabalık aileler için yeterince büyük yelkenli tekneler bulmak imkansızdı. Rus donanmasının pozisyonu itibarıyla güvenli bir deniz rotası bulmak da çok zordu.

Birkaç korkunç haftadan sonra, hepsi olmasa da ailenin çoğunu alabilecek bir yelkenli bulmayı başardılar ve bir sahil kasabasından diğerine geçmeye başladılar. Her durakta birkaç gece kalmak, yeni bir yelkenli bulmak ve bir sonraki kasabaya taşınmak için ideal koşulları beklemek zorunda kaldılar. Çoğu yelkenli tekne filo olarak seyahat ediyordu. Bir keresinde, yoğun bir siste sıkışmışlardı ve filodaki hiçbir tekne nasıl ilerleyeceğini bilemiyordu. Mediha’nın büyükannesinin, namazları için Kıbleyi gösteren küçük bir pusulası vardı. İşte bu pusulayı kıyıya geri dönmek için kullandılar ve tüm yelken filosu onları takip etti!

Dört hafta boyunca denizde korkular içinde 300 km. yol yaparak Samsun’a vardılar. Oradan Anadolu’nun içine yola çıkarak bazen at arabalarıyla bazen yürüyerek ve sık sık kasabalarda konaklayarak yaklaşık 330 km. ötedeki Ankara’ya çok zorluklar çekerek altı ayda vardılar.

Ankara’da bir süre dinlendikten sonra Eskişehir üzerinden İstanbul’a bir tren yolculuğu yaptılar. Ancak, askeri personelin ve ailelerinin taşınmasına öncelik verildiğinden, bu yolculuk bile trenden atılma riski altında oldukları için gergin ve telaşlı geçti.

Bu gezi sırasında yaşadıklar heyecanlı olayları ve çevresinde gördüklerini günlüğüne aktaran 13 yaşlarındaki Mediha Kayra’nın belge niteliğindeki bu anlattıkları ölümünden sonra kardeşi Cahit Kayra tarafından düzenlenerek “Hoşcakal Trabzon, Merhaba İstanbul “adı ile kitaplaştırıldı.

Amcası Naci, İstanbul’da, Haydarpaşa tren istasyonunda ablasının ailesini karşıladı ve onları evine götürdü. Bir süre sonra Mediha Kayra’yı Bakırköy’de bulunan öğretmen okuluna (Ittihad-i Muaalim) yatılı öğrenci olarak kaydettirdi. Okula ve yeni yaşam tarzına süratle adapte oldu. Okul hayatı onu yaşından daha hızlı olgunlaşmasına yardımcı oldu. Öğretmen okulunu 1921’de 19 yaşında sınıf birincisi olarak bitirdi.

Okulda Fransızca öğrendi, keman ve piyano dersleri aldı ve klasik müzik ile tanıştı. Okul tiyatrosunun oyunlarında çeşitli roller aldı. Okul müdürü, ünlü şair ve oyun yazarı İbrahim Alaettin Gövsa tarafından 1920’de yazılan, “tarih”, “savaş” ve “barış” olmak üzere üç karakteri içeren “Sulh ve Harb” adlı trajedide “tarih” rolünü oynadı. 1. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ve İstiklal Savaş’ının tüm hızıyla sürdüğü göz önüne alındığında, bu özel oyun ve içindeki rolü çok ilginçti. Ayrıca, Afife Jale 1919 yılında ilk kez sahneye çıkan Müslüman kadınmış. Üç yıl sonra, Mediha Kayra da sahneye çıkarak aynı şekilde, çığır açıcı bir rol oynamış oluyor.

Bir yıl sonra İstiklal Savaşı zaferle sona erdi ve yeni Türkiye Cumhuriyeti 1923’de kuruldu. Mediha 22 yaşındaydı ve Boğaziçi Lisesi’nin kızlar bölümünün müdürlüğü kendisine teklif edildi. Onun asıl planı hukuk fakültesine gitmek ve avukat olmaktı. Bununla birlikte, ailesine maddi açıdan yardım etmek için kendisine önerilen bu öğretim görevini üstlenmeye karar verdi. Kısa süre içinde çocuklara eğitim vermeyi sevdiğini keşfetti ve öğretmen olmaktan keyif almaya başladı. Okulda Türkçe ve tarih gibi konuların dışında aritmetik dersleri de vermeye başladı.

Zeki, yetenekli, dikkat çekici ve güzel bir genç kadındı. O yıllarda Mustafa Kemal’in devrimlerinin hem okulda hem de günlük yaşamda en ateşli destekçilerinden biri oldu.

1929 küresel depresyonu Türkiye’yi vurduğunda, ailede ticaret yapan babası ve amcası ekonomik şartlara uzun süre dayanamadılar ve iflas ettiler. Bir süre sonra her ikisi de kalp krizinden vefat etti. Ailenin bütün yükü Mediha’nın omuzlarına kaldı. Abla olarak küçük kardeşleri Hamit, Macit ve Cahit’e kol kanat gerdi. Ablası Sadiye 1924’de evlenmiş ve eşiyle Mısır’a gitmişti.

Cahit, Medihanın hem müdür hem de öğretmen olarak çalıştığı Boğaziçi Lisesi’ne yatılı bir ilkokul öğrencisi olarak kaydedildi. En küçük kardeşi gözünün önündeydi.

1937’de en sevdiği kardeşi olan Hamit’i ziyaret etmek ve moral desteği vermek için Doğu Karadeniz’deki Artvin’e uzun bir yolculuk yaptı. Hamit orada Murgul Bakır Fabrikası’nın muhasebe müdürlüğünü yapıyordu. Mediha ve Hamit büyüme çağlarında birbirlerine çok yakın ve bağlıydılar. Birkaç yıl sonra, Hamit’in Artvin’de yaptığı evlilik hem aileyi ama özellikle Mediha’yı üzdü ve Hamit’in eşi Hediye ile hep mesafeli bir ilişkisi oldu.

Boğaziçi Lisesi’ndeki görevi yaklaşık 20 sene sürdü. Bu yıllarda binlerce olmasa da yüzlerce öğrenci yetiştirdi.

Okulun geçirdiği yangın felaketinden sonra kapatılma kararı alındığında, Milli Eğitim Bakanlığı kendisine İstanbul dışında bir görev önerdi. Ancak İstanbul’da kalmak, ailesine yakın olmak istiyordu. Bu nedenle azınlık okullarında, özellikle İstanbul’daki Anarad Higutyun Ermeni okulunda Türkçe öğretmeni olarak görev aldı. Bu görevde yaklaşık 17 yıl daha öğretmenlik hayatına devam etti.

1950’lerde, özellikle okul öncesi çocukluk yıllarımda, Mediha teyzemle epey zaman geçirdim. Annem ve babam onun Beylerbeyi’nde annesiyle birlikte yaşadığı müstakil eve yakın oturuyorlardı. Annemin, kardeşim Bülent’i ve beni onların evine sık sık ziyarete götürdüğünü çok iyi hatırlıyorum. Beylerbeyi tepesinde, Boğaz’a bakan bu evin benim için her zaman özel bir anlamı olmuştur.

Bu sevimli evin 1949’da, ben doğmadan az önce, 7.000 Türk Lirasına satın alındığını duymuştum. İşin asıl ilginç yanı 50’li yaşlara yaklaşan, bekar bir kadının şehrin merkezinden uzak ve büyük bir bahçenin içindeki iki katlı müstakil bir evi niçin satın almış olmasıydı. Bu sorunun cevabı bir ihtimal bu evin Trabzon’da büyüdüğü evi hatırlatması olabilir. Gerçek neden ise sanırım bu ev, yaşamının büyük bir bölümünde kendine duyduğu güven, yeterlilik ve bağımsızlık isteğinin dışa vuran bir ifadesiydi.

Mediha teyzem yaşlılık yıllarında şehrin merkezine taşındığında bu bahçeli evi çok sevdiği kardeşi Hamid’in oğlu Doğan’a devretti. Çocukluk anılarımda özel bir yer tutan bu evin daha sonraki yıllarda Doğan ve iş ortağının akılsızca yapılmış bir işlem sonucu elden çıktığını öğrenmek beni gerçekten çok üzmüştü. Bunu, Mediha teyzemin hayatında yaptığı en büyük hatalardan biri olduğunu düşünürüm. Böyle bir karar vermesinin tek nedeni, çok erken vefat eden kardeşinin oğluna maddi destek olmakdı. Maalesef Doğan, halasının bu tasarrufunu takdir edemedi ve hayal kırıklığına uğrattı. Teyzemin bu evi ona verdiğine pişman olduğuna eminim ama bunu asla dile getirmedi ve üzüntüsünü bizlere göstermedi.
Yurtdışında görevli kardeşi Cahit’i 1962 yazında Paris ve Zürih kentlerinde ziyaret etti. Döndükten sonra bana bu Avrupa gezisiyle ilgili izlenimlerini anlattığını hatırlıyorum. Bildiğim kadarıyla daha sonra bir daha yurtdışına çıkmadı.

Mediha teyzem yaklaşık 5 yıl gibi uzun sayılabilecek bir nişanlılık döneminden sonra 1957 yılında Mustafa Sağlam adlı bir bey ile evlendi. Evlilikleri çok kısa sürdü ve aynı yıl içinde boşandılar. Sebebini bilmiyorum ama sanırım Mustafa bey Mediha teyzeme uyacak bir adam değildi! O zamanlar olup biteni anlamayacak kadar küçüktüm ancak daha sonra eşinin onun zekası ve yaşamdaki öncelikleriyle uyuşmadığını öğrendim. İkisinin nasıl tanıştıklarını tam olarak bilemiyorum çünkü teyzemden bu konuda bir şey işitmemiştim. Mustafa Sağlam, bir bankada çalışan elektrik teknisyeniydi. Mediha teyzem 1950’lerde Beylerbeyi’nde satın aldığı yeni evin elektrik tesisatını tamir ettirmek için onu eve çağırmıştı. Tanışmaları bu şekilde olmuş olmalı. Ancak bu sadece bir tahmindir, çünkü Mediha teyze nasıl tanıştıklarını hiçbir zaman açıklamadı.

Mediha teyze küçük kardeşlerinden sonra ablasının ailesine, onun kızları ve çocuklarına da destek oldu. Anneannem genç yaşta eşini kaybettiği için Mediha teyzem, ablasının kızları ve torunları için güvenilir ve güçlü bir kadın örneğiydi. Beylerbeyi’deki eve yakın bir stüdyoda çekilen bu resimde, anneannem ve Mediha teyzeyi, tüm ailenin ortasında torunlarla birlikte otururken görürüz. 1956 yazında çekilen bu resim, Mediha teyzemin, ablasının ailesinin yaşamında nasıl merkezi bir role sahip olduğunun göstergesi sayılabilir.

Mediha Kayra bizim evin de önemli bir parçasıydı. Çocukluğumda, bize oturmaya gelir, biz de onu sık sık ziyarete giderdik. Onunla aynı evde oturmuşluğumuz hiç olmadı. Ama çocukluğumda evimizde en sık gördüğümüz akraba oydu.

1967’de emekli olduktan sonra yerleştiği Kadıköy’de uzun yürüyüşlere çıkar, çarşıdan alışverişlerini yapar ve yürüyüşlerinin sonunda muhakkak bizim eve uğrardı. Yol üstünde gördüğü ve gezip beğendiği evleri keyifle anneme aktarır “Hayat, güzel bir daire gördüm” derdi.

Emekli olmadan önce Ermeni okulunda öğretmenlik yapmış olması nedeniyle İstanbul’daki azınlıklar konusunda gözlemleri vardı ve bu izlenimlerini bizimle paylaşırdı. Bu kişiler aslında Türk vatandaşı olmakla birlikte, yasalar uyarınca kendi okullarına ve eğitim müfredatlarına sahiptirler. Türkçe öğretmeni olarak rolü, Türk dili ve edebiyatını ve genelde Türk kültürün değerini azınlık çocukları olan öğrencilere aktarmaktı. Onunla yaptığımız sohbetlerde İstanbul’da yaşayan Ermeni, Rum ve Museviler hakkında epey bilgi sahibi olmuştum. Okuldaki öğrenci çocukları Türklere karşı “zehirleyen” Ermeni öğretmenlerden şikayetle bahsettiğini çok iyi hatırlıyorum.

Mediha teyzemin kolej yıllarımda üzerimde büyük etkisi olmuştur. Okuldayken sık sık onu ziyarete giderdim. Bana sadece yaşam tecrübelerini değil aynı zamanda vatan sevgisi ve yurtseverlikle ilgili düşüncelerini ve tavsiyelerini aktarırdı. Başlangıçta, yurtdışında eğitim için Türkiye’yi terketmemi hoş karşılamadı, haklı olarak asla geri dönemeyebileceğimi düşünüyordu. Kanada’dayken bana bugüne değin sakladığım birkaç mektup yazdı.

65 yaş gibi epey geç bir yaşta emekli oldu, ancak aktif bir yaşam sürmeye devam etti. Emekli olduktan sonra bir süre yalnız yaşadı daha sonra ablasını (anneannemi) yanına alarak aynı evde beraber hayatı paylaşmaya başladılar. İkisi her yaz birlikte annemin Tekirdağ, Değirmenaltı’daki yazlık evine kalmaya gider ve orada birkaç hafta geçirirdi. Yazlığın temiz havası ve sakin atmosferi her ikisinin de çok hoşuna giderdi. Annem Mediha teyzesinin iştahı açık biri olduğunu ve kahvaltıda özellikle beyaz peynir yemeyi çok sevdiğini söylerdi. Uzun yaşamın bir sırrı mı acaba?

Yaşlılığın ilerleyen yıllarında Değirmenaltı’nda ablası ile keyifli ve güzel günler geçirdi. Birlikte kısa yürüyüşler yapar, temiz havanın tadını çıkarırlar ve biraz egzersiz yaparlardı. İki kız kardeş çok yakındı, hiçbir şey üzerinde tartıştıkları görülmezdi. Anneannem yumuşak huylu ve anlayış gösteren bir insandı, Mediha teyzemin ise her türlü mantıksızlığa prim vermeyen ciddi bir kişiliği vardı. Dikkatimi çeken bir diğer husus ise Mediha teyzemin anneanneme her zaman saygılı davranması ve ona “Abla” diye hitap etmesiydi.

Istanbul’a her geldiğimde, onu evinde ziyarete gider ya da bir yere götürmeyi başarırdım. Mediha teyzem ve anneannem kuş sesleri ve geçmişin anılarıyla dolu bir apartman dairesinde başbaşa yaşıyorlardı. 1985’de Jeelee ve ben onları ziyaret ettik ve her ikisiyle de harika zaman geçirdik.

1995 yılında teyzemin evine yakın Saray Muhallebicisi’ne gitmiştik. Şimdi unuttuğum bir şeyi kutluyorduk. Aileden bir kaç kişi daha vardı. Herkes kahve, meyve suyu gibi şeyler sipariş ederken, çok ilginçtir, o zaman 93 yaşında olan Mediha teyzem, garsondan bira istedi. Gerçekten bir şeyler kutlamak istiyordu anlaşılan! Ne yazık ki, pastane alkollü içecekler servis etmediği için hayal kırıklığına uğramıştı.

Yaşı yüze yaklaştığında, kardeşim Ercüment, onunla yakından ilgilenmeye başladı. Evin alışverişi, parasal ve sağlık gibi konularda ona yardımcı olmaya çalışıyordu. 2001 yılında 99 yaşındayken onu son bir kez ziyaret ettim. Düşünsel ve entelektüel yetenekleri hala çok keskindi. Günlük siyasi haberleri eskisi gibi yakından takip ediyordu. Türkiye’nin, Atatürk’ün başta laiklik olmak üzere reform ve ilkelerinden saptırıldığına dair endişelerini üzüntüyle dile getirmişti. 19. yüzyılın ünlü vatan şairi Namık Kemal’in yazdığı uzun bir şiirin dizelerini heyecanla ve kusursuz bir şekilde ezberden söylerken büyük bir şaşkınlığa düşmüştüm.

2002’de teyzemin evinde 100. yaşgünü kutlaması yapıldı. Maalesef ben katılamadım. Ailenin önemli bir kısmı oradaydı. Kanepede yanyana oturanlar, Cahit dayım, Mediha teyzem ve annem.

Mediha Teyze, bir yıl sonra, 2003 yılında 101 yaşında dünyaya veda etti. Okul yıllarında benim için çok önemli yol gösterici bir kişiydi. Gerçi, Türkiye’de kalıp yüksek mevkilerde çalışmak gibi benimle ilgili beklentilerini yerine getiremedim. Ancak onun bana aktardığı ilkeler, hayatım boyunca çalıştığım veya yaşadığım her yerde bana rehberlik etti.

Mediha teyzem, Kayra ailesinin sadece en zeki, en parlak ve en çalışkan üyesi değil, aynı zamanda en cömert, en yardımsever ve en özverili üyesi idi. Kaç kişi sokakta yürürken, kaldırım kenarında gördüğü bir çöpü yerden alıp üşenmeden ve çekinmeden ilerdeki çöp kutusuna taşıyıp atar? İşte Mediha teyzem böyle bir insandı. Kaç defa bu tür örnek davranışlarına tanık oldum.

Bana J.F. Kennedy’nin çok bilinen “ülkenizin sizin için yaptığı değil, sizin ülkeniz için yaptığınız şey önemlidir” cümlesini hatırlatır. Mediha Kayra, ailesi ve ülkesi için, ülkesinin onun için yaptıklarından çok daha fazlasını yaptı. Nur içinde yat, Mediha teyzeciğim.

Annemin ailesi hakkında ilginç bir gerçek de, ailede kadınların egemenliğiydi. Aile büyüğü erkeklerin erken yaşta ölmeleri nedeniyle ailenin yönetimi doğal olarak kadınların eline geçmişti. Bu durum aynı zamanda ailede yeni yetişen kız çocuklarına, özellikle annem ve üç kardeşine daha sonraki yıllarda güçlü bir kararlılıkla yetişecekleri ortamı sağladı. Bu fenomeni en iyi simgeleyen belge, 1940’ta annemin dayısı Macit Kayra ve eşi Nermin Yamaç’ın nişan töreninde çekilen resimdir. (Nermin hanım, Naci Yamaç’ın kızı olduğu için, Macit ve Nermin kuzenlerdir). Görüldüğü gibi, annemin dayısı dışında, bu resimdeki herkes kadın. Sol üstten başlayarak,
• Doğduğumda ebeliğimi yapan Cici Anne’m olan Cemile hanım, Trabzon’dan İstanbul’a kaçarken aileye katıldı.
• Nimet Yamaç, hiç evlenmemiş ama aileye daima bağlı kalmış daha sonraki yıllarda Macit ve Nermin’in iki kızına bakmış.
• Eşinin erken vefatından dolayı babasız dört kızı büyüten anneannem Sadiye Kayra.
• Büyük teyzem Mediha Kayra, eve para getiren ve aileyi çekip çeviren kişi. Hayatımda annem ve babamdan sonra üzerimde en çok etkisi olan kişidir.
• Resim çekildiğinde 15 yaşına varmış olan annem Hayat Kayra Ünsoy, uzun boylu görünmek için bir kutu üzerinde duruyor (!)
• Anneannemin annesi yani ninem Kadriye Kayra. Yeğeni Nermin ve oğlu Macit’in arasında oturan, ailenin en yaşlı üyesi.
• Annemin üç kız kardeşi, teyzelerim, yerde minderlerin üzerinde oturuyor. Her üçü de gelecekte öğretmen olarak hayata atılacaklar.

Bu resmin bin kelimeden daha değerli olduğuna inanıyorum! Anne tarafının çok güçlü kadınlardan oluştuğunu ve benim üzerimde ciddi etkileri olduklarını söylemek yanlış olmayacak!

Teyzelerim

Annem ailenin dört kızından en büyüğüydü. ………


Babamın tarafı

Babamın tarafı hakkında Osmanlı İmparatorluğu’nun çok erken dönemlerine, 1300’lü yıllara uzanan ve yaklaşık 15 kuşak geriye giden soy bilgimiz mevcut.

Dedemin dedesi Hacı Salih efendi ve eşi Hacı Nimet hanım, 19. yüzyılın ilk yarısında İstanbul’da evlenip yuva kurmuşlardı. Her ikisi de Istanbul’un eski ailelerindendi.

Oğulları Mehmet Arif bey 1867’de dedemin annesi Fatma Zehra hanım ile evlendi. Fatma Zehra hanım 1925’de, ben dünyaya gelmeden çok yıllar önce vefat etmesine karşın epey ilginç ve araştırmaya değer bir aile geçmişine sahip. Kendisinin, 15. yüzyılda Konya/Aksaray’dan İstanbula göçeden Zembilli Ali Cemali Efendi’nin soyundan geldiğini tespit ettik. İlişkiyi üç adımda kurduk:

  1. Fatma Zehra hanım, İbrahim Rusuhi Efendinin Emine Faika hanım ile olan evliliğinden olan kızı,
  2. 1996-1997 yılları arasında başbakanlık yapan Prof. Tansu Çiller’in eşi, Özer Çiller, İbrahim Rusuhi Efendi ile Zembilli Ali Cemali arasındaki aile ilişkisini de gösteren bir soy araştırması yaptırmış ve bir secere hazırlatmış,
  3. Tarihçiler, Zembilli Ali Cemali’nin atalarını, 13. yüzyıl din bilgini Cemaleddin Aksarayi’nin soyundan geldiğini belgelendirmişlerdir.

Dedemin annesi Fatma Zehra hanımın Cemaleddin Aksarayi’ye değin 15 kuşak geriye uzanan aile ağacı şöyle:

Dedemin Annesinin Ailesi

Zembilli Ali Cemali

Zembilli Ali Cemali Efendi (1445-1525), üç Osmanlı sultanı, Sultan II. Beyazıd, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde, 1503-1525 yılları arasında Şeyhülislamlık yapmış, Osmanlı tarihinde bu görevde en uzun süre kalan din adamlarından biriydi. Osmanlı İmparatorluğu’nda “Şeyhülislam” devlet sistemindeki en eğitimli otoriteydi, aynı zamanda imparatorluktaki tüm dini eğitim ve ibadet kurumlarının da başıydı. Osmanlı kanunlarına göre devlet hiyerarşisi içindeki yeri sultanların çevresindeki vezirden daha yüksekti. Yasalar kendisine “dini hüküm” demek olan Fetva çıkarma yetkisi veriyordu. “Zembilli” adı, vatandaşların cevaplaması için sordukları yazılı soru kağıtlarını evinin penceresinden aşağı sallandırdığı bir sepete bırakma pratiğinden gelir.

Zembilli Ali Cemali, gençken öğrenme yeteneğiyle öylesine dikkati çeken bir öğrenciydi ki Bursa’daki öğretmeni (Hüsamzade Efendi) kızını onunla evlendirdi. Eğitimini tamamlayınca İmparatorluğun değişik vilayetlerinde çeşitli okullarda ders vermeye başladı. Fatih Sultan Mehmet döneminde Edirne’de ders verirken 40 akçe maaş alıyordu ve bu parayla geçinmekte zorlanıyordu. Şöhreti kulağına gelen ve maddi durumundan haberdar olan Fatih Sultan Mehmet onu çalışmalarında desteklediğini göstermek için 5000 Akçe para ve giysiler gönderdi. Sultan II. Beyazıt tarafından Şeyhülislam olarak tayin olunduktan sonra dahi, haftada bir gün Beyazıt’da bir okulda din dersleri vermeye devam etti.

Sultan Selim döneminde, padişahın bazı yanlış işler yüzünden yaklaşık 150 kişiyi idam etmeye karar verdiğini öğrendiğinde, doğruca saray’a koşarak, bu tür konularda acımasızlığı ile bilinen Sultan Selim’in karşısına çıktı ve bir şekilde onu bu 150 kişiyi affetmeye ikna etti.

Sadrazam Piri Mehmet Paşa

Soyağacımızdaki bir diğer ilginç tarihi kişilik, Zembilli Ali Cemali’nin amca oğlu Sadrazam Piri Mehmet Paşa (1463-1532) dır. Piri Mehmet Paşa, Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde, 1518-1523 yılları arasında, Osmanlı devletinin sadrazamlığını yaptı.

Önemli başarılarından biri, İstanbul’daki tersanelerin yenilenmesi ve Osmanlı donanmasının güçlendirilmesi, diğeriyse Akdeniz’de Rodos adası (1522) başta olmak üzere yaptığı deniz fetihleri oldu. Zembilli Ali Cemali, kuzeni Piri Mehmet Paşa İle birlikte Rodos’un fetih seferine katıldı ve İslam dinini yerleştirmek amacıyla fetihden sonra bir süre daha adada kaldı.

Piri Mehmet Paşa, yaşlılık nedeniyle Sadrazamlıktan emekli olmuş, ancak ölümüne değin Kanuni Sultan Süleyman’ın her konuda danıştığı ve güvendiği biri olarak kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme döneminin en büyük devlet adamlarından biri olarak kabul edilir. Mezarlığı Silivri’de kendi adını taşıyan caminin bahçesindedir.

Cemaleddin Aksarayi

Zembilli Ali Cemali Efendi, zamanının büyük bilim adamı, teolog, filozof, Türk dilbilimci, şair ve öğretmeni olan Cemaleddin Aksarayî’nin (1314-1389) torunudur. Çelebi Halife olarak da bilinen Cemaleddin Aksarayî, Karaman’ın Aksaray ilçesinde doğdu. Din, ahlak, edebiyat, tıp hakkında birçok kitap yazmıştır. Özellikle ahlak değerleri üzerine yazdığı kitaplar olağanüstü değerlidir. Türk dilbilimci olduğu için çoğu kitabını Türkçe yazdı. Farsça yazdığı bir kaç kitap da vardır.

Aksaray’ın Zincirli Medresesinde müderris (profesör) oldu. Çok sayıda öğrencisi olduğu için onları eğitirken üç gruba ayırması gerekiyordu. İlk gruba derslerini sabahları okul yolunda, öğrencileri yürürken at sırtından veriyordu. İkinci grup öğrenci onu okul dışında bekler ve eğitim okulun bahçesinde yapılırdı. Günün ilerleyen saatlerinde ise okulun içinde üçüncü gruba ders verirdi.

Aksaray

Cemaleddin Aksarayi, Aksaraylı Cemaleddin anlamına gelir. Aksaray, Anadolu’nun merkezinde, Karaman ilinde, Ankara-Adana ekseninin ortasında, ulaşım yollarının ve büyük ticaret merkezinin kesiştiği tarihi bir şehirdir. Asuriler (M.Ö. 2. binyıl), Hititler (M.Ö. 16-11. yüzyıl) ve Kapadokya Krallıkları (M.Ö. 300 ile 100) bu bölgede yaşamışlardır. Bunu Roma İmparatorluğu’nun ve daha sonra Bizans İmparatorluğu’nun hakimiyeti izledi. 1071’de Selçuklu Türklerinin Malazgirt Savaşı’nda kazandığı zaferden sonra Kutalmışoğlu Süleyman Anadolu’da bağımsız bir Selçuklu Türk devleti kurdu ve 1076’da Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bir parçası olarak Aksaray’a yerleşti. Aksaray ve çevresinde cami ve kervansaraylar inşa ettirerek bölgeyi mamur hale getirdi. 14. yüzyılda, Cemaleddin Aksarayi henüz hayattayken, bölgeyi ziyaret eden ünlü Faslı gezgin İbni Battuta, Aksaray’da ortaya çıkan Türk ve Müslüman tüccarların faaliyetinden etkilenmiş ve şehir merkezini “güzel bir yerleşim, suyolları ve bahçelerle çevrili, şehrin evlerinde bile su kaynağı var”, diye yazmış.

Aksaray, 1470 yılında İshak Paşa tarafından Osmanlı İmparatorluğuna dahil edilmiş ve şehrin Türk sakinlerinin önemli bir kısmı, kısa süre önce Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiş olan Istanbul’a gönderilerek, daha sonra Aksaray adını alacak semte yerleştirilmişler.

Cemaleddin Aksarayi, Aksaray ilçesinde doğdu, büyüdü, öğrenciler yetiştirdi ve hayata veda etti. Ancak Zembilli Ali Cemali ve Piri Mehmet Paşa gibi torunları ve torunlarının çocukları Aksaray’dan Istanbul’a getirilen grupların içindeydiler. Bu kişiler aile şeceresinin baba tarafında bulunan atalarımdır.

Örneğin, Zembilli Ali Cemali’nin Konya, Aksaray’da doğduğunu ama İstanbul’da vefat ettiğini biliyoruz. Cemaleddin Mehmet Cemal Çelebi (1470-1553), Abdülbaki Efendi (1520-1601), Cemaleddin Efendi (1765-1825), dedemin annesi Fatma Zehra hanım (1851-1925) ve dedem Mehmet Sabri Ünsoy (1868-1941) hepsi İstanbul’da (muhtemelen Aksaray semtinde) doğdular ve İstanbul’da vefat ettiler.

  1. yüzyılda İstanbul’un Aksaray semtine getirip yerleştirilen Türklere burada toprak ve mülk verildiğini düşünebiliriz. Bu gayrımenkuller nesilden nesile aktarıldı. Örneğin dedem Mehmet Sabri Ünsoy, Aksaray semtinde böyle çeşitli gayrımenkullere sahipti. Bu konuda daha fazla bilgi ileride vereceğim.

Ancak Bizans döneminden kalan Rumlar da, Aksaray bölgesinde yaşamaya devam ettiler. Ailem, kardeşlerim ve ben 1950’lerin ikinci yarısında Aksaray’ın Langa adlı bir mahallesinde, dedemden kalma evlerden birinde yaşıyorken, komşularımızın çoğu Rumdu ve onlarla çok iyi ve dostça bir ilişkimiz vardı. Özellikle Perso adlı bir Rum hanımla annemin çok iyi komşuluk ilişkisi olduğunu hatırlıyorum. Daha sonraki bir bölümde bununla ilgili daha fazla bilgi vereceğim.

Dedem Mehmet Sabri Ünsoy ve Babaannem Ayşe Ünsoy

Adının tamamını taşımaktan gurur duyduğum dedem Mehmet Sabri Ünsoy, yukarıda bahsettiğim İstanbul’a yerleştirilmiş Oğuz Türklerinin soyundan geliyordu. Kendisi 1868 doğumludur. Tüm ailesi, büyükannesi ve büyük dedesi İstanbul’da Aksaray semtinde doğmuş ve büyümüşlerdir. Aile bütün bu yıllar içinde oturdukları semtte çeşitli gayrimenkuller edinmiştir.

Dedem İstanbul’un Aksaray ilçesinde Sultan Abdülaziz’in annesi tarafından 1872 yılında eğitime açılan Pertevniyal Lisesi’nde eğitim gördü. Mezun olduktan sonra Ziraat Bankasına girdi ve bankada yıllar içinde yükselerek müfettiş oldu. Ziraat Bankası, Osmanlı Devleti tarafından 1863 yılında İstanbul’da kurulmuş olup öncelikle ülke genelindeki tarımsal faaliyetlere maddi fon sağlamak amacı gütmüştür. Ülkenin, devlete ait, en büyük ve en güçlü bankasıydı. Dedem işi gereği yaşadığı İstanbul’dan ayrılarak Anadolu’da, kırsal alanlarda bankanın verdiği tarımsal kredileri yerinde inceleme gezileri yapıyordu.

Dedemin ilk evliliği, 1890’ların başında olmalı ama bu evlilik ile ilgili fazla bir bilgimiz yok. Bilebildiğimiz şey, bu hanımla dedem muhtemelen Anadolu’da iş gezilerinden birinde tanıştı ve nikahına aldı. Bu evlilikden dedemin, birinin adı Hamdi diğerinin ise adını öğrenemediğimiz iki oğlu olduğu söylenir. Anneleri bilmediğimiz bir nedenden dolayı genç yaşta vefat etti ve annenin ailesi iki küçük çocuğu bakmak için yanlarına aldılar ve Istanbul’dan uzaklaştırdılar. Dedem daha sonra yeniden evlenince, bu çocuklardan bir daha hiç haber alamadı.

1914’de dedem yeni bir evlilik girişiminde bulundu ama gariptir ki gerdek gecesi yeni gelinin nefesinin dayanılmaz olduğunu ileri sürerek nikahı iptal etti. Evlilik 24 saat bile sürmemişti.

Ancak aynı yıl içinde dedem, babaannem Ayşe hanım ile evlilik yaptı. Babaannem aslen Karadeniz‘li idi. Giresun’dan İstanbul’a gelmişti. Ondokuzuncu yüzyıl biterken, 1899’da, Giresun’un deniz kenarında çok yeşil bir ilçesi olan Keşap’ta doğdu. 12 yaşında teyzesi Emine hanım onu yanına alarak İstanbul’a getirdi. 1914’de 15 yaşındayken dedemle evlendi. Dedem ondan 31 yaş büyüktü.

Eski Istanbul’un merkezi sayılan Aksaray semtinde, Topkapı Sarayı’na sadece beş kilometre uzaklıktaki üç katlı büyük bir evde yaşadılar. Bu üç katlı evin tarihi de çok ilginçdir. Dedemin babası Mehmet Arif bey ve eşi Fatma Zehra hanım ile evlenmeden önce 19. yüzyılın başında ahşap bir bina olarak inşa edilmişti. Yaşamları boyunca aynı evde yaşadılar. Dedem de bu evde doğdu ve orada büyüdü.

Ancak 1911 yılında Istanbul’un Aksaray semti, tarihinin en kötü yangınlarından biriyle karşı karşıya kaldı. 5,500’den fazla bina yanarak kül oldu. Dedemin evi temeline kadar yanmıştı. Dedem evi aynı temel üzerine ama bu sefer betonarme olarak inşa ettirdi.

Dolayısıyla, babaannem Ayşe hanım, 1914’de, Birinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önce, dedem ile evlendiğinde, işte bu yeni inşa edilen 3 katlı eve gelin geldi. Bu evin ailemizde önemli bir yeri vardır. Dedem bu evde doğdu ve bu evde vefat etti. Babam ve bütün amcalarım da burada doğdu. Büyük amcam Muzaffer’ın vefat ettiği yer de burası. Annem ilk kardeşim Bülent’i burada doğurdu. Bu eve 1950’lerde ve 1960’larda her dini bayramda babaannemin elini öpmeye gelirdik. Bu resimde, kardeşim Ercüment 1966’daki böyle bir ziyarette evin bahçesinde görünüyor.

Ev konum olarak Aksaray’ın merkezine çok yakındı (5 dakika yürüme mesafesi), evin de, arazinin de gayrimenkul değeri epey yüksekti. 1969’da satıldığında, babam ve kardeşleri her biri kendilerine düşen paylarla yeni bir apartman dairesi alabilecek imkana sahip oldular.

Dedemin başka gayrımenkulleri de vardı, muhtemelen 1911’de yangın sırasında yanıp kül oldu. Bununla birlikte, Aksaray’ın bir mahallesi olan Langa’da 1950’lerin sonlarında ailecek oturduğumuz 3 katlı eski taş bina da yangından kurtulmuş, dedemden kalma bir evdi. Bu ev hakkında bir sonraki bölümde daha fazla bilgi vereceğim.

Dedem ve babaannemin beş oğlu ve bir kızı oldu. Maalesef tek kızları Kadriye hayata tutunamadı ve kabakulak nedeniyle 1929’da doğduğu yıl vefat etti. Oğulları Muzaffer, Arif, Sadeddin (babam), Selahattin ve Necmeddin sırasıyla 1915, 1917, 1920, 1923 ve 1931 yıllarında doğdu.

Dedem 1924 yılında çalıştığı Ziraat Bankası’nın genel müdürlüğünün yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’ya taşınması nedeniyle, Istanbul’daki evinden ve ailesinden ayrılmamak için, 56 yaşındayken emekli oldu.

Dedemin emeklilik yılları muhtemelen keyifli geçti. Beş oğluyla birlikte geçirdiği zamandan zevk alıp, her birinin mümkün olan en iyi şekilde eğitim görmesini sağladı. Çocuklarının ilk ikisinin askeri eğitim almasını destekledi. Mevcut parası ve yaptığı yatırımlarıyla çok ihtiyatlı ve dikkatli davranıyordu ve bu tutumu sayesinde 1929’da dünya ekonomik krizinin ülkede yarattığı hengame ailesini nispeten az etkiledi. Maddi durumları çoğu tanıdıklarından daha iyi idi.

1934’da soyadı yasası kabul edildi ve her Türk ailesinin bir soyadı alması mecbur hale getirildi. Dedem aile reisi olalrak şöhret anlamında “Ün”, soylu, şöhretli geçmiş anlamında soy kelimelerini birleştirerek “Ünsoy” u soyadı olarak seçti. Bu aşamada, askeri okulu bitirmesine kısa süre kalmış olan büyük oğlu Muzaffer bu soyadına itiraz ederek, asker anlamına gelen “er” kelimesini önerdi ve “Üner” ismini bir süre kullandı. Ailenin gerçekten 1500’lü yıllarda Zembilli Cemali Efendi’ye, sadrazam Piri Mehmet Paşa’ya, 1300’lü yıllarda Cemaleddin Aksarayi’ye uzanan ünlü ataları vardı. Ancak bu kişiler askerden ziyade din ve devlet adamıydılar. Ünsoy soyadı Üner’den çok daha uygundu. Böylece, Muzaffer amcam bile Üner soyadını birkaç yıl kullandıktan sonra bıraktı ve Ünsoy soyadını kabullendi.

Dedem karakalem resim yapan yetenekli biriydi. Emekli olduktan sonra bu yeteneğini kullanarak resimler yapmıştı. Ancak, resimlerinden sadece biri günümüze kadar kalmış ve kardeşim Ercüment tarafından saklanmıştır. Resmin hangi tarihte yapıldığı net değil, ancak imzadan 1930’ların başında olduğunu tahmin ediyoruz.

Dedem 1941’de, 73 yaşında, muhtemelen kalp krizi geçirerek vefat etti. Yemek yemeği severdi ve emekli olduktan sonra çok kilo almıştı. Ancak, gerçekten çok işini bilen bir adamdı, hayatını, kariyerini, ailesini, yatırımlarını çok iyi yönetti. Dedemin akıllıca ve ileriyi gören yatırımları sayesinde aile, 1918-1922 döneminde İstanbul’un işgalinden, 1929’da küresel depresyondan ve 1939-1945 İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yokluklarından minimum düzeyde etkilenmiştir. O günlerde Ünsoy ailesine ait olan gayrimenkuller sayesinde bugün 2. ve 3. nesil Ünsoy’lar yeni gayrımenkullere sahip olmuşlardır.

Babaannem Ayşe Ünsoy’un da 70 yılı aşkın bir yaşamı oldu ve ben sağlığında onu çok yakından tanıma imkanına sahiptim. İlk doğan torunu olduğum için muhtemelen en sevdiği torunlarından biriydim. Bununla birlikte, ben doğduğumda anneme çirkin bir bebek olduğumu söylemiş. Bunu annemi üzmek için mi yoksa nazar değmesin diye mi söylediğini hep merak etmişimdir. Aslında onun, insanları kolay kolay beğenmeyen ve karşısındakini zorlayan bir karakteri olduğunu düşünürdüm. Bir taraftan da, beş erkek çocuk dünyaya getirmişdi ve muhakkak ki bebekler hakkında annemden çok daha fazla bilgisi vardı!

Herşeye rağmen babaannem bana karşı çok müşfik ve cömertti. Annem dahil gelinleriyle arasının her zaman iyi olduğunu söyleyemem ama torunlarıyla arası gayet iyiydi.

Eşini, dedemi, kaybettiğinde sadece 42 yaşındaydı ve bakması gereken 10 ile 26 yaş arasında beş tane oğlu vardı. Onların okulları, askerlikleri daha sonra evilikleriyle uğraşmak durumunda kaldı.

Tüm bunları tek başına idare etmek kolay olmadı, muhtemelen çok zorlandığı, endişelendiği günler, haftalar yaşadı. Evin dışında başka bir yardımcısı yoktu. Evde ona yardım edecek bir hizmetçisi de yoktu. O dönemde buna parası da yetmiyordu muhtemelen. Annesi veya kız kardeşleri ya da bir başka akrabası yanında değildi. Yaptığı her şeyi kendi başına ve çocuklarının yardımıyla yerine getirdi. En büyük avantajı oğullarını çok iyi terbiye etmiş olmasıydı. Günümüzde böyle beş tane erkek çocuğu olan bir aileyle karşılaştırma imkanı olsa, bu çocukların en doğru ve düzgün şekilde yetiştirildiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Dedem, ailesinin geçimi için arkasında emekli maaşı ve kira getirisi bırakmıştı. Buna rağmen, ülkenin siyasi ve ekonomik durumu hayatı zorlaştırıyordu. İçinde bulundukları maddi şartlar, çocukların eğitim ve meslek seçimlerinde önemli rol oynamıştır. Örneğin, en büyükleri, Muzaffer, parasız eğitim olduğu için askeri kariyeri seçti, mezun olduktan sonra maaş almaya başlayınca ailesine destek olmayı unutmadı. İkinci oğlu Arif, ordunun sağladığı burs nedeniyle İstanbul Üniversitesi’nde kimya mühendisliği okudu ve zorunlu görev nedeniyle mezun olduktan sonra askerlik görevinde kaldı ve ordudan emekli oldu.

1950’lerde evine gidip gelirken babaannemi gördüğümde onun muhafazakar, dindar bir kadın olduğunu ve günde beş kez namaz kıldığını hatırlıyorum. Evinde kimsenin alkol veya sigara kullandığını hiç görmemiştim. Dindardı ama camiye giderken gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Tüm dini vazifelerini evde yapardı. Dışarı çıktığında başını bir başörtüsü ile örterdi. Ama evde başı açıkken, güzel uzun saçlara sahip olduğunu anımsıyorum. Dinle ilgili ne çocuklarına ne de torunlarına zorlayıcı hiç bir telkini olmamıştı. Ancak hepimizin dürüst, temiz ve çalışkan olmamızı arzu ettiğini sık sık söylerdi.

1962’de başladığım Kadıköy Maarif Koleji yanlız yatılı öğrenci kabul ediyordu. Yatılı öğrenci ücretleri çok pahalıydı. Babaannem bu ücretlerin bir kısmını ödemeyi üzerine aldı ve cömertliğini gösterdi.

1964’de en büyük ve sanırım en sevdiği oğlu Muzaffer’ı kaybetti. Bu gerçekten bir yıkım oldu onun için. Koskoca evde yapayalnız kalmıştı ve babam dahil diğer oğulları evi satıp daha küçük bir evde oturmasını istiyorlardı. Sonuçta 1914’de yeni gelinken girdiği evden 50 yıl sonra ayrılmak zorunda kaldı.

Amcamlar ve babam, bizim Selamiçeşme’de oturduğumuz apartmanın giriş katında ona bir daire tuttular. Onunla aynı binada yaşamak, daha sık birarada olmamı sağladı. Babaannemi herkesten, özellikle amcamlardan bile daha sık ziyaret eder olmuştum.

Herşeyden önce çok iyi bir aşcıydı. Yemeklerini yerken çok büyük zevk alırdım. Börek gibi hamur işi yemeklerini, karnıyarık, imambayıldı gibi patlıcan yemeklerini ve aşure veya irmik helvası gibi tatlılarını bugün gibi hatırlıyorum. Kızı olmadığı için, yemek yapma ustalık ve becerileri babam ve Selahattin amcama geçmişti. Babam da yemek yapmayı çok severdi ve ben 1973’de Kanada’ya ilk gittiğimde her mektubunda bana yemek tarifleri gönderirdi. Selahattin amcam da pek keyif alarak yemek yapardı ve evine her yemeğe gittiğimde masadaki asıl yemek onun elinin eseri olurdu.

Birkaç yıl sonra Aksaray’daki bina satılınca, oğulları ona Feneryolu yakınlarında ve Bağdat Caddesi üzerinde geniş, güzel bir daire satın aldı ve babaannem o daireye taşındı. Burası, benim ve Jeelee’nin yıllar sonra nişan törenimizin yapılacağı apartman dairesiydi.

Babaannemi 1970 yılı Mayıs ayında 71 yaşında iken kaybettik. O zamanlar Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğrenciydim. Ne yazık ki cenazesine katılamadım. Babannem benim doğumumdan başlamak üzere bana pek çok yönden destek olmuş, benim iyi yetişmem için devamlı gayret göstermiş, dürüst ve karakterli bir hayat izlemem için verdiği nasihatlarla beni doğru yollara yöneltmiştir. Bunlardan dolayı ona çok minnettarım. Babaanneciğim, nurlar içinde yat.

Amcalarım

Babam, ailedeki beş erkek kardeşin üçüncüsüydü. Kardeşlerin ilk ikisi askerliği meslek olarak seçerken, son ikisi ticarete atıldı. Ailenin ortanca oğlu olan babam ise devlet memurluğunu kendine meslek edinmişti.

Muzaffer Ünsoy

Büyük amcam Muzaffer Ünsoy 1915 yılında İstanbul’da Aksaray’daki aile evinde dünyaya geldi. Britanya’nın güçlü deniz filosunun Çanakkale Boğazını geçme teşebbüsünün Türk topçuları tarafından bozguna uğratıldığı ve bir deniz zaferinin kazanıldığı gün olan 18 Mart 1915 de doğmuş olması nedeniyle, babası Çanakkale’den gelen haber üzerine ona bu adı verdi.

…………

Arif Ünsoy

İkinci amcam Arif Ünsoy, 1917 yılında İstanbul’da doğdu. Haydarpaşa Lisesi’nde eğitim gördü ve 1938’de bu lisenin fen bölümünden mezun oldu. Silahlı Kuvvetler bursuyla İstanbul Üniversitesi Kimya Fakiltesi’ne girdi ve buradan kimya mühendisi olarak mezun oldu. Zorunlu hizmet gereği orduda subay olarak çalışmaya başladı.

……….

Selahattin Ünsoy

Üçüncü amcam Selahattin Ünsoy 22 Ekim 1923 tarihinde İstanbul’da doğdu. İlginç bir şekilde, doğum günü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından tam bir hafta önceye denk gelmişti. Gerçek bir cumhuriyet çocuğuydu.

………..

Necmeddin Ünsoy

En küçük amcam Necmeddin Ünsoy 1931 yılında İstanbul’da doğdu. Kardeşlerin en küçüğü olduğu için ailede hep küçük çocuk olarak kaldı. İlkokuldayken henüz 10 yaşında babasını kaybetti. Böylece, babası olmadan, dört ağabeyinin etkisi altında büyüdü.

……….

Yakın Ailem

Ben Hayat Kayra ve Sadeddin Ünsoy’un en büyük oğluyum. Annemle babam 1949’da evlendiler ve ben 15 Kasım 1950’de dünyaya geldim. Benden sonra doğan üç kardeşim var. Bülent 1 Nisan 1953’de, Ercüment 23 Ekim 1957’de ve Engin 4 Nisan 1960’da doğdular.

Bu bölümde, ben aileye katılmadan önceki annemin ve babamın geçmiş yaşamlarını anlatacağım. Hayatlarının geri kalanı ve kardeşlerimle ilgili bilgileri daha sonraki bölümlerde ele alıyorum.

Annem – Hayat Kayra Ünsoy

Annem 15 Eylül 1925’de Kahire’nin yaklaşık 230 Km güneyinde Beni Mezar’da doğdu. Babası Mehmet Ruhi Eyüboğlu tanınmış bir Türk ailesindendi. Tecrübeli bir eczacıydı, yerel bir hastanede çalışıyordu, ancak kendi eczane ve kliniğine sahip olmak ve işletmek için lisans almayı bekliyordu. Sadece bir yıl önce Dihkanzade ailesinden anneannem Sadiye hanım ile evlenmiş ve eşi ile birlikte geldiği Mısır’da eczacılık mesleğine devam ediyordu. Yeni evli çift, kısa bir süre sonra Kahire’den güneye Beni Mezar’a taşındı. Bunun nedeni o sırada Mısır’da hüküm süren İngiliz yönetiminin özellikle Kahire’de eczane lisansı vermede zorluk çıkarmasıydı. Yeni taşındıkları yer Nil nehrine yakın bir Rum mahallesiydi, burada iki katlı bir evde yaşamaya başladılar.

…………

Babam Mehmet Sadettin Ünsoy

Babam Mehmet Sadettin Ünsoy 1920 yılında İstanbul’da doğdu. Ailenin üçüncü oğluydu. Doğduğunda evde kendinden önce doğan iki ağabeyi vardı. Muzaffer ve Arif. Babası, o yıllarda Osmanlı devletinin en büyük kamu bankası olan Ziraat Bankası’da krediler müfettişi olarak çalışan 52 yaşındaki Mehmet Sabri bey idi. Çok itibarlı ve maaşı yüksek bir banka görevlisiydi. Aile İstanbul’un merkezinde Aksaray semtinde oldukça büyük, üç katlı, bahçeli bir evde yaşıyordu. Aksaray semti, Osmanlı İmparatorluğu sultanlarının yaşadığı Topkapı Sarayı’na sadece 8 km uzaklıkta bulunur.

………..


Annemle babam 10 Haziran 1949’da nişanlanmışlar ve beş ay gibi kısa bir nişanlılık döneminden sonra aynı yılın 25 Kasım’ında evlenmişler. Kadıköy ve Üsküdar arasında bir sahil semti olan Salacak’da ahşap bir ev kiralayıp taşınmışlar. Ben, bir yıl sonra, 15 Kasım 1950’de ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gözlerimi açtım.

Sonuçlar

Atalarımızı neden bilmemiz gerekiyor? Bu konu gerçekten neden önemlidir? Belki genlerimizi veya DNA’larımızı onlardan miras aldığımız içindir. Ailelerimizin bugünlere nerelerden geldiğini, sahip oldukları kültür ve değer farklılıkları, hayata katkıları, başardıkları ve de başaramadıklarını araştırmak, öğrenmek önemlidir diye düşünüyorum.

Bu nedenle, bu bölümde aile geçmişimi detaylı bir şekilde değerlendirdikten sonra, birkaç üst düzey gözlem yapmak istiyorum.

  1. Yüzde yüz Türk kökenliyim ve ailemin kökleri çok eskiye, Asya kıtasının derinlerine gidiyor. Yedinci yüz yılda Orta Asya’da yaşayan Oğuz Türkleri benim en eski atalarımdır. Oğuzlar, 10. ve 11. yüzyıllarda batıya doğru göç etmişler.

a. Oğuz boyu 1071 Malazgirt Savaşı zaferinden sonra kalabalık gruplar halinde Anadolu’ya girdiler ve dağılarak yerleştiler. Benim ailemin atalarının bir kısmı Orta Anadolu’da Aksaray adı verilen bölgeye yerleştiler. Burada yaklaşık 400 yıl yaşadıktan sonra, İstanbul’un Bizans İmparatorluğu’ndan fethiyle, şehrin Türk nüfusunu arttırma gayesiyle kafileler halinde 15. yüzyıldan itibaren İstanbul’a taşındılar. İstanbul’da yerleştikleri semte daha sonra Aksaray adı verildi.

b. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Oğuzların başka bir kolu da Maraş İli çevresinde yerleşmiş ve tarihte Eyüboğulları olarak tanınmıştır. Atalarımın bır kısmı da bu koldan geliyor. Bu soyun önemli bir kısmı, Trabzon’un Bizans İmparatorluğu’ndan fethinden sonra 16. yüzyılda Karadeniz kıyılarına ve özellikle Trabzon vilayetine göç edip yerleştiler.

c. Atalarımın arasında Orta Asya’dan gelip, Azerbaycan ve Gürcistan gibi Kafkasya çevresindeki bölgelere yerleşenler de oldu. Rusların 18. ve 19. yüzyılda bu topraklara girmesiyle birlikte bu gruplar kuzey Anadolu’ya Trabzon’a göç ettiler.

d. 1900’lerin başında Trabzon İlinde yaşayan aile büyüklerim, 1. Dünya Savaşı sırasında Rus donanmasının bölgeyi bombalaması sonucu önce Anadolu içlerine kaçtı ve daha sonra İstanbul’a taşındı.

  1. Ailemin tüm geçmişinde eğitim en önemli konulardan biriydi.

a. Baba tarafında, Cemaleddin Aksarayi, Zembilli Ali Cemali ve diğerleri gibi Osmanlı Padişah ailelerine eğitim veren din bilginleri ve devlet yöneticileri vardı.

b. Ailemin anne tarafında, 20. yüzyılın cumhuriyet Türkiye’sinde okullarda eğitim veren çok sayıda öğretmen olmuştur.

c. Ailemin hem anne hem de baba tarafı çocuklarını, yeteneklerini en üst düzeyde ortaya çıkaracak şekilde eğitmeye önem verdiler.

  1. Annemin tarafında topluma edebiyat, resim ve mimari gibi sanatsal, gazetecilik ve siyaset gibi sosyal katkılar yapan kişiler yetişti.

a. Naci Yamaç, 1900’lerin başında Trabzon’da basılan önde gelen bir gazetenin yayıncısıydı,

b. Eyüboğlu ailesinde bir çok edebiyatçı, ressam, tiyatro oyuncusu ve mimarlar var,

c. Kayra ailesinde Cahit Kayra’nın yazdığı yaklaşık 50 kitabı yayınlandı.

  1. Annemin tarafının kitaplara karşı ciddi bir düşkünlüğü vardır. Evlerinde muhakkak kütüphaneleri ve kitap kolleksiyonları mevcuttur. a. Okumaya ve öğrenmeye her zaman önem verdiler, b. Kitap almak, kitap okumak ve biriktirmeyi önemserler.
  2. Annemin ailesinde devlet adamları, politikacılar ve kamu yöneticileri olarak öne çıkan kişiler olmuştur.

a. Eyüboğlu ailesinde yıllar içinde Vali ve Kaymakam gibi kamu yöneticileri görev yapmıştır.

b. Eyüboğlu ve Kayra ailelerinde politikacılar, devlet adamları, parlamenterler, hükümette bakan ve şirket yöneticileri olmuştur

  1. Babamın tarafında, Osmanlı sarayı ve özellikle bazı sultanlarla önemli dinsel ve siyasal yakın ilişkiler vardı.

a. Atalarımdan biri olan Zembilli Ali Cemali, Osmanlı İmparatorluğu’nun altın çağında en uzun süreyle Şeyhülislam olarak hizmet eden kişiydi.

b. Babamın ataları arasında Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’a Sadrazamlık yapan Mehmet Piri Paşa var.

  1. Ailemin her iki tarafında da güçlü kadınlar aile yönetiminde önemli roller oynamışlar.
  2. Ailemin her iki tarafı da, bazı muhafazakar bireyler olsa da, genelde açık görüşlü, dogmalardan uzak kişilerden oluşur.
  3. Aile üyeleri Fransızca, Almanca, İngilizce, Arapça, Farsça gibi birçok dil biliyorlardı ve birçoğu hem Türkiye / Osmanlı İmparatorluğu içinde hem de uluslararası alanda zaman zaman seyahat etmişler; Annemin uluslararası gezileri bir yaşındayken başlamış!
  4. Baba tarafım gayrimenkul yatırımına, servetini korumaya daha çok önem verdi ve küresel ekonomik çalkantılardan daha az etkilendi.
  5. Anne tarafı ise maddiyata daha az önem veren ve risk alabilen, yeniliklere açık, mali iniş çıkışları daha çok yaşayan kişilerden oluşuyordu.

Tarihi çok gerilere giden ve topluma büyük ve başarılı katkılarda bulunmuş böyle bir ailenin genlerine sahip olduğum için çok şanslıyım. Böyle bir ailenin soyundan gelmekten gurur duyuyorum.